Aklımda Dizili Boncuklar
  1. Anasayfa
  2. Hayatın içinden
Trendlerdeki Yazı

Aklımda Dizili Boncuklar

0

Aklımda Dizili Boncuklar

“Nefes alamıyorum, alamıyorum. İçim çığlık çığlığa ben sus pus oturuyorum. Karanlık bir odaya hapsolmuş ruhum, ben bunca gün ışığı ortasındayım. Nefes alamıyorum, alamıyorum. İçimde bir şey var ne olduğunu anlamıyorum. Sadece boğazım değil düğüm düğüm, ciğerlerime kadar arapsaçı içim. Sıkıştım, sıkıldım çıkmazdayım çıkamıyorum. Kapana kısıldım, avlandım mı? Kendimi atmak istiyorum çatıdan, tepeden, uçurumdan.

İyi değilim, iyi değilim, İYİ DEĞİLİM.

Beklerken öldüm ben ve bunun sorumlusu sizsiniz, hepinizsiniz ve aynı zamanda benim. Bu sebeple bu hem intihar hem cinayettir. Beklerken öldüm ben. Bekle dediler güzel günler gelecek, bekle dediniz her şey yoluna girecek, bekle dedi geleceğim, bekle dedim kendime ve bekledim. Saatleri, günleri, ayları, yılları sayarak eksilttim, kaybettim beklerken ve öldüm, ben beklerken öldüm.

Bu hem intihar hem de cinayettir.”

Yukarıda yazılı olanlar benim bu amatör yazarlık hayatımda tutunduğum duygularım, aklımın bir köşesinde beni karanlığa itenler. Edebiyat acıdan ibaretmiş gibi sürekli acıdan beslenen bir çatı inşa edip başıma gelen kötü olaylar, içime düşen sıkıntılar hariç kalemi elime almadığımı ve artık beni hiçbir olay, hiçbir his o zamanlar gibi etkilemedikçe yazamamaktan şikâyet etmeye başladığımı fark ettim. Şimdi ise benim için edebiyat sorgulamaktan ibaret yalnızca. Gerçi yazılarımda sorgulamalarım da çok olmuştur fakat artık kendi duygularımdan yola çıkamıyorum, bunun sebebi ise birçok kişi gibi kendi duygularıma yoğunlaşmama fırsat vermeyen gündemler vs.

Özetle sevgili okur bundan sonra karşınıza nasıl yazılarla çıkacağım konusunda halen sürünceme içindeyim. Bu sebeple aklımın iplerinde dizili boncukları salmam gerekliydi. Şimdi okuyacağınız her kelime, her cümle düşüncelerimden, kafamın içinde dönüp duran sebepsiz hatta yersiz bulanıklıklardır. Buraya hepsini bırakıyorum. Kiminize göre hadsiz, kiminize göre yersiz, kiminize göre gereksiz gelebilir (çünkü bana da geliyor) fakat gerçeklik payı oldukları su götürmez kesinlikte.

Şimdiden iyi okumalar hatta okurken sizlere sakin müzikler dinlemenizi tavsiye edebilirim ya da benim gibi tezatlıklarla besleniyorsanız lalalar ve büyük ev ablukada bu ara favorimdir 🙂 tekrar görüşmek dileğiyle. Şansımız vardır elbet daha…

Düşünmek.

Suyun girdabına bakakaldım, üzerimden akan damlaların sel olup akarken oluşturduğu hızla dönen akışına, nereye doğru yol aldıkları ile ilgilenmiyorum sadece hiçbir şey düşünmemeye çalışmak zorundayım. Evet, hiçbir şey düşünmemek istiyorum. Mümkünse yaşamımın geri kalan süresi hiçbir şey düşünmeden devam etmeli. Bu gidişle yaşam süremi kendi ellerimle bitireceğim. Çok düşünmek intiharla eşdeğer olmalı. Hatta belki de daha acımasızı çünkü uzun vadede yavaş yavaş kısalıyor yaşam.

Korkularım, üzüntülerim, acılarım, hayal kırıklıklarım ve diğer tüm efkâr sebeplerim. Sadece bende mi var yani, bana mı has tüm bunlar? Ben şimdi bu su birikintilerinin arasından çıkacağım, üzüntü halinden sıyrılma metodu olan duşta ağlama ve sonrasında suyun hissettirdiği o hiçbir şey yok hissine sanki girdaba kapılmış gibi kapılarak, kalan zamanların daha neler getireceğinin farkında değilmişim gibi beklemeye devam edeceğim. Belki de daha vücudumda kalan damlalar kurumadan yine bir felaket gelecek ve silsile olarak devam edecek. Tüm bunları bilemediğim için daha büyük bir sinir harbi yaşıyorum.

Derler ya hani yaşadıklarımız tercihlerimizin sonucudur diye YALAN! Hayır, ben tercih ederken böyle bir şey yaşayacağımı hiç düşünmedim tahmin etmedim hatta ihtimal dâhiline bile almadım. Ellerim ceplerimde bunu seçeyim de demedim. Eğer bana yaşadıklarımız tercihlerimizin içinde bulunanların sebep olduğu sonuçlardır derseniz buna kesinlikle doğru derim.

İnsan sevmemeye başlıyorsunuz bir süre sonra ya da âşık olmaktan korkuyorsunuz ya da tek başına sokakta yürümekten, sırt çantası kullanmaktan, cüzdan kullanmaktan, topuklu ayakkabı ya da mini etek giymekten, gece geç saatte sokağa çıkmaktan, konuşmaktan, yeri gelince susmaktan, çocuk yapmaktan, tatile gitmekten, fazla sorumluluğu olan işler yapmaktan… Her şeyden kaçar, korkar ve sevmez oluyor oluşumuzun sebebi de bu işte. Yeniden aynı şeyler yaşanacak mı ihtimaline sebep olan o tercihlerin içinde bulunan unsurların hepsinden kaçıyor, korkuyor ve de sevmiyoruz.

Sonra biz soğuk oluyoruz, mendebur oluyoruz, sevimsiz, suratsız yer yer egoist hatta bazen işe yaramaz, sevilmeye layık görülmez, acımasız, vicdansız… Artık başka ne yaftalar varsa ağızlarda. Hâlbuki öyle miydik biz? İçimiz güneş kadar parlak, sıcak ve aydınlık değil miydi? Orman kadar yeşil, gök kadar mavi, gece kadar huzurlu değil miydik? İki lafın belini ne güzel kırardık hâlbuki değil mi? Konuştukça konuşasımız, anlattıkça anlatasımız, güldükçe kahkahalara boğulasımız gelmez miydi?

Şimdi ise her şeyi boşluklara atfediyoruz sanki bir şarkının sözüne, bir filmin repliğine, bir kitabın hikâyesine bağlanıp onlara atıyoruz içimizde kıymeti bilinmeyen her şeyi.

Mutlu muyuz peki?

Derken, bir baktık ki bütün dünya insanlardan soyutlandı. İradesi dışında kendi kendine kaldı bir anda herkes. Dünya yalnızlarla doldu. Bir duygudaşlık hali, bir sindirme süreci, sanki insanlık filizlendi gibi derken gizli saklı kalan bir güruh yeni yeni tekrar açığa çıktı. Ve döndük baktık ki yine aynı tas aynı hamam.

“Az insan, çok huzur” demek aslında ne demek diye düşünmeye gerek kalmadı? Çünkü çok güzel fark ettik, az insanın çok huzura sebep olduğunu. Bu bizim tercihimiz de değildi, sonucunu yaşadık diyelim. Döndük dolaştık bir sürü de kelime sarf ettik sonuç ne peki?

Bence bir hiç… Çünkü bizi düşünen hayvan olarak kategorize etmiş olsalar da düşünemediğimiz çok açık. En güzeli yalnız kalmak… Suya bakmak. Girdabın sonunu düşünüp, bir iki film izlemek, güzel şarkılar dinlemek, lezzetli yemekler yemek, kitaplar okumak, gün batımını ve gün doğumunu kaçırmamak. En önemlisi de etliye sütlüye çok müdahil olmadan savaşmaya devam etmek.

Savaşmak.

Savaşmak zorundayız! Savaşmak, insan olarak bu evrende sürdürdüğümüz yaşam mücadelesinin en onurlu hadisesi olacaktır.

*Okutun…

*Okuyun…

*Yanında bulunun…

*Konuşamayanların yerine konuşun…

* Bağıramayanların yerine bağırın…

* Mücadele edemeyenlere güç verip onlarla mücadele edin…

* Sıkılmadan, bunalmadan anlatın…

* SEVİN! Evet, sevin! Çünkü sevgi karanlıktaki hayatların en çok ihtiyacı olan şeydir. O an sevgi o hayatın can suyu olabilir.

[Bu açıklama da bir savaştır.]

Mutsuzlukla savaş derneği kurmak isterken kendimi bir anda aç gözlülükle, bilgisizlikle, vicdansızlıkla, savaşma derneği olarak yola devam ederken buldum. Fakat yine de yılmak yok diyorum kendime… Çünkü bu hayat bittiğinde geride elbet unutulacak bir anı olarak değil, Shakespeare’in 4. sonenin sonunda dediği gibi kalsın istiyorum.

“Vaktin geldi diyerek seni çağırsa doğa

Vereceğin hesapta elle tutulur ne var?

Kullanmazsan gömülür güzelliğin seninle,

Kullanırsan varisin olur da sürer böyle.”

Gerçi Shakespeare âşık olduğu kişinin bir çocuğu olmasını ve güzelliğini sürdürmesini temenni ediyordu ama ben içimdeki güzellikle hayatlara dokunarak unutulmayacak günlerim olmasını temenni ediyorum. Ağaçlar bile kesiliyorken 100 yıldır var olmalarına rağmen, bir umut iyilikler unutulmaz belki.

Kendi Kendine.

Aynalardan da korkmamak gerek sanki. Kendinize bakın arada, bakarken dinleyin. Bir safsata var ortalıkta kendi kendine konuşana deli derlermiş, bir de kendi kendine konuşmak kötü değil de cevap verirsen delisin derlermiş. Acaba bunu nasıl yapsam diye düşünürken kendimize verdiğimiz cevabı da kastediyor mudur? Sanki farklı bir karakter yaratıp onunla konuşmak bile kötü olmayabilir bir dereceye kadar. Çocukken kimin yoktu hayali arkadaşı? Ayna karşısına geçip kendimle bak böyle yapmamalısın diye kaç sefer konuştuğumu hatırlayamıyorum. Çünkü zamanında çok hata yaptım… Şimdilik tercihlerimi insanlar bağlantılı yaşamadığım için böyle bir şey yaşamıyoruz kendimle, sadece “Bugün nasılsın?” diye soruyorum sabahları ya da “Şu gözlere bak yine şişmiş!” diye söyleniyorum.

Aynalar bizim dostumuz olursa eğer, başka bir onayıcıya da ihtiyaç duymayacağızdır çünkü aynalarla dost olmak demek kendimize güvenip, kendimizi seviyoruz demek gibi geldi bana. (Bilemedim şimdi 😉

Yalnızlık.

Yalnızlık bir korku filminin en korkunç sahnesi mi?

Yalnızlık yemyeşil bir alanda, tam ortada açmış tek başına duran papatyanın hissettikleri olabilir mi peki? Papatya hissetmez mi? Belki de biz papatya yerine hissediyoruzdur!

Yalnızlık süper güç müdür? Kudret midir? Meziyet midir?

Yalnızlık acizlik midir? Küçüklük müdür? Korkaklık mıdır?

Yalnızlık huzur mudur? Mutluluk mudur? Sultanlık mıdır?

Çok güzel karışım yapılabilir bence yukarıdaki çağrışımlarla diye düşünüyorum. Çünkü yalnızlık bukalemundur. Yer yer farklılık gösteren yağış miktarı, bölge bölge farklılık gösteren hava durumu, hatta yarım küreden yarım küreye fark eden gündüz gece ilişkisi gibidir.

Fakat şu bir gerçek olmuştur benim için, yalnızlık süper güçtür! 

Bi’ Bıkkınlık, Bi’ Fenalık!

Mesela ofiste “Senin sorunun ne ahmak!” diye yüzüne bağırmak istediğiniz kaç kişi var? Ben cevap vermek istiyorum kariyerim boyunca çalıştığım insanların yüzde 99.8’i. Muhtemelen onlar da benim için aynı planı yapıyor. Fakat iş hayatının en büyük kuralı nedir? Hemen söylüyorum daha ofise adım atar atmaz içinizden tekrar edin “Get up! Stand up! Don’t give up the fight!” *

İş hayatında ben daha fazlasını da görmem artık dediğiniz ne varsa hep bir fazlasını görmeye devam ediyorsunuz. Asıl hayret edilecek olan ise her defasında “yok artık!” nidaları ile şaşırmaya devam etmek. Bir süre sonra daha fazlasını da görmem artık demeyi bırakıyorsunuz. Çünkü öğreniyorsunuz ki iş hayatında herhangi bir konuda ya da herhangi bir durumda sınır yok, çıta hep arşta.

Günümüzün çoğunu birlikte geçiriyoruz derken ömrün de çoğunu geçirdiğimizi hesaba katmayı unutuyoruz. Aslında iş hayatlarımız bizim gerçek hayatlarımız ve dışarısı sadece kafa dağıtmalık. Bunu kaçımız fark etmiştir bilmiyorum ama bir durup düşünürseniz eğer durum gerçekten böyle. Bu sebeple aşk, tutku, şehvet, yalan rüzgârları, ayrılıklar, yeni başlangıçlar “bi bıkkınlık, bi fenalık”lar hep burada olur ve çoğu zaman da burada olan burada kalır.

*Ayağa kalk, savaşmaktan vazgeçme. (Bob Marley şarkısı)

Umut.

Ne kadar sık zamanlarla kendinizi kandırıyorsunuz? Hayır, aslında öyle olmamıştırlar, o öyle söylemek istememiştirler, gözümle görmeden inanmamlar, emin ki her şey çok güzel olacaklar, pazartesi diyetleri, yarın sabah erken uyanacağımlar, artık spora başlıyorum demeler, biliyorum o da beni seviyorlar… İşte bunlar hep umut!

Umut insanı yorar. Her daim kulağınızda acaba ile başlayan sorular vardır ve yeri gelir o sorular yüzünden kendinizi bile duyamazsınız. Umut insanı soldurur. Bir çiçeği, bir ağacı soldurur gibi soldurur yavaş yavaş…

Umut insanın yaradılışında var mıdır? Bu önerme neye göre yapılmıştır bilmiyorum ama olması ihtimal dâhilinde bile olmayan bir şey için olmasını bekleyecek kadar kör, sağır ve kendinden bi’haber olmak hiçbir insanın yaradılışında olmamalı.

MFÖ‘nün “Benim hala umudum var” şarkısını dinlerken ruhunuz ferahlıyor mu yoksa daha da ağırlaşıyor mu sizce? Ritmin içinde saklı olan hüznü ve çaresizliği hiç mi hissetmiyorsunuz?

Eğer güneşin aydınlattığı yeni bir güne uyanıyorsanız hâlâ umut var mı demektir yoksa hâlâ bir şansınız var mı demektir?

Şans.

Herkes ikinci bir şansı hak eder ya da herkes hayatının bir döneminde bir kez olsun şans verilmesini hak eder gibi söylemlere karşın ben; hayatın sadece şanslardan ibaret olduğunu ve bu şansları nasıl değerlendirdiğimize göre yaşadığımızı düşünüyorum. Hatta gördüklerimiz ve farkında olmadığımız şansların etkisi ile yaşadığımızı düşünüyorum.

Hayatımız boyunca düşünmemizi gerektiren her türlü seçenek bizim şansımızdır. Hatta bu seçenekler arasında kaybolurken yanımızdan geçen fark etmediğimiz şanslarımız.

Biliyor musunuz? Şanslar asla peşinizi bırakmıyor, bir gün bir şekilde tekrar tekrar karışınıza çıkıyor, siz onu görünceye kadar ve sizin için önemliliğini yitirinceye kadar.

Bu yüzden her uyanılan gün demek şansınızın var olduğunu kanıtlar.

Sevgi.

Sevgi ve nezaket sizi yaralamalarına müsaade etmekten başka bir işe yaramaz yaşadığınız süre içinde. Benim için sevginin tanımı (birkaç önemli insana duyduğum sevgi hariç) bu şekilde evirildi. Zamanla tekrar tekrar değişeceğine eminim. Sevgi denildiğinde tabii ki hemen bir insana duyulan sevgi gelmemesi gerekir insanın aklına diye de düşündüm fakat fark ettim ki kodlamamız hâlâ sevgi denildiğinde akla ilk gelenin başka bir insana hissettiğimiz sevgi oluşu. Sevgi içinde pek çok farklı duyguyu barındırır. Öfke, nefret, özlem, hüzün, mutluluk, merak ve belki de farkında olmadığımız hatta adı bile konmamış başka duygular ve bu duygular yönetir yine de sevmeyi. Ne olursa olsun kopamadığınız, ne yaparsa yapsın görmezden geldiğiniz, hayatınız boyunca kendinize bile göstermediğiniz toleransı sevdiklerinize gösterirsiniz ve bunların sonucunda ya üzülürsünüz, ya mutlu olursunuz ya da yalnız kalırsınız. Maalesef ki çoğu zaman sevginiz doğru kişilere olmaz. Aldatılırsınız, üzülürsünüz, kırılırsınız hatta yaralanırsınız ruhunuzdan. Kalbinizin kırıldığını hissedersiniz ama insanın içinde “hep bir umut var ya hani” sevgiye dair bu sebeple yılmazsınız, vazgeçmezsiniz insanları sevmekten fakat ne yazıktır ki bu umutlu savaş hali ne kadar uzun sürerse, ne kadar yinelenirse bu yaraları sarma hali, o kadar eksilirsiniz hem siz hem de içinizde barınan sevginiz.

Eğer ucuz karaktere sahip bir insana değerli davranırsanız yapacağı tek şey kibir sahibi olup sizden kaçmak olacaktır. Size kadar ucuzluğa öyle alışmıştır ki verdiğiniz değer için şükretmek yerine kibirlenerek diğer insanlara değerli olduğunu göstermek için sizden uzaklaşacaktır. Fakat o ucuzluk öyle işlemiştir ki karakterine ve tabii ki çevresine, bu sebeple size dönmesi uzun sürmeyecektir. Döndüğü zaman onu görmezden geliniz çünkü hak ettiği budur.

Sevginin terazisinin olmayışından dolayı, yanlış ölçüde heba edilen sevgiler zamanla insanlara olan mesafenizi açar, ilk görüşte sevimsiz olursunuz, “aman hiç yaklaşma can sıkar” denilen olursunuz. Fakat bu hale gelişinizin sebepleri ve gelene kadar olan sürede çekilenleri hiç bilmezler.

Benim anlamadığım ise yıkılıp, kırılıp, acı içinde kıvranıp sonra hiçbir şey olmamış gibi insanlara yeniden, yeniden ve yeniden güvenme, sevgi dolu olma hali nedir?

Para.

Hep merak ettiğim acaba Lidyalılar işin buraya geleceğini bilseler eşya alışverişi yerine para icat etmeyi tercih eder miydi?

Eğer takas hali devam etseydi insanlık şimdi nasıl olurdu? Ya da eninde sonunda o para icat edilir miydi?

Fiziksel olanı mı yoksa ruhsal olanı mı? Maddi olanı mı yoksa manevi olanı mı?

Hangisinin acısını çekmeyi tercih ederdiniz illa acı çekeceksin ama bunu sen seç deseler?

Bu konu insanlık tarihinin canına okumuş ve okumaya da devam edecektir. Çok konuşmaya, kelime tüketmeye gerek bulmadığım bir konu.

Vicdanınızı, sevdiklerinizi, geleceğinizi, geçmişinizi, hayallerinizi, hayatınızı…

Asla şu kâğıtlara değişmemeniz için savaşmanız gerektiğini ÖĞRENMENİZ gereklidir.

Telaş.

Nefes almak bile telaş arasında artık. Yaşamak bir yerlere yetişmek, varmak ve gitmekten ibaret. Ne zaman gün doğuyor, ne zaman bitiyor anlaşılmıyor. Eskiler de bu durumdan yakınıyordur belki ama şimdi saniye gibi geçmiyor mu günler?

Neler kaybediyoruz bu koşturmaca içinde? Neler alıp gidiyor zaman geçerken bizden?

Kader.

Bütün olayların önceden ve değişmeyecek biçimde düzenlediğine inanılan ezeli takdir. Alın yazısı, Yazgı veya Mukadderat olarak da anılır. Kader kavramı birçok farklı din ve felsefi akımda önemli bir yer tutar.

Museviliğe göre bir insanın kaderi, tüm hayatı boyunca baştan yazılmaz ve bir yıl önceki hâl ve hareketlerine göre yıllık olarak yazılır. Bir yıl boyunca iyi ve hayırlı işler işleyen kişilerin kaderi bir yıl sonrası için iyi yazılır.

İslâm ilâhiyatında kader, determinizm, insanın iradesi ve sorumluluğu gibi konular geniş tartışmaların konusu olmuştur. Tartışmaların ana ekseni “Eğer istek, irade ve fiillerimiz dâhil her şey ilahi bir kader ve takdirin ürünü ise, insan yaptıklarından dolayı niçin sorumlu tutulsun?” problemi ile ilgilidir.

Yukarıda yazılı olan belli başlı temellerden en çok göze çarpanı ; “Eğer istek, irade ve fiillerimiz dâhil her şey ilahi bir kader ve takdirin ürünü ise, insan yaptıklarından dolayı niçin sorumlu tutulsun?” savıdır.

Kader, yaşamın karanlık bir noktası… Sessiz atılan çığlıklara ya da bağır çağır sevinçlere, utançlara, gururlara, ölüme açılan kapı. Peki, bu kapıyı açan biz değil miyiz? O el bizim elimiz değil de tanrının eli ise tanrıyı suçlamak suç mu?

Kaderin arkasına sığınıp göz göre göre yapılanlar ödülü mü hak eder cezayı mı?

Yazgımızın yazılmış olması adil mi?

İnsan!

Hepimizin içindeki en derin yaraların sebebi, ruhumuzun sahibi, görünmez olsam diyen en somut varlık, kaç duyguya sebep, kaç duyguya gebe, kendi kendini de kendinden başkasını da hatta bambaşkasını da doğuran. Dünyadan büyük olduğunu sanan en küçük yaratık… Avam, kaba, barbar… Dünyanın başına gelmiş en kötü şey. Kıyametin ve cehennemin tek sebebi… İyi bir şey söylemeye dili varılmayan ama yine de içinde iyiyi ve güzelliği barındıran…

Aşkı ve aşk acısını icat eden… Bu icatla edebiyatı üreten… Pişmanlığı ve isyanı nefesine sığdıran…

Varlığının yokluğuna etkisini kendisi belirleyen tek varlık. Olmayana inanmayı, gördüğüne inanmaya tercih eden…

Eğer bu dünyaya gelmeden önce ne olarak gelmek istediğimiz sorulsa bunca şikâyete rağmen yine de ruhumuza seçeceğimiz tek kıyafet.

Hiçbir şey için gerçek bir bahanesi olmayan tek varlık… Sadece isterse olur, sadece istemezse olmaz.

İnsan ne ile yaşar diye düşüne düşüne ölüyor insan… Asla doymak bilmeyen açlıkla yaşıyor insan…

Son…

Yazarın (Venüsyalı Biri) diğer yazılarına da göz atabilirsiniz.

İnstagram hesabımızı da takip edebilirsiniz.

Aklımda Dizili Boncuklar

Bence sadece yaşamalıyız ama nasıl? Yaşamaktan başka gaye değil de nasıl yaşamak lazım diye çok sorum var ölmeden bir kaçına cevap bulmak dileğiyle günleri geçiriyorum.

Yazarın Profili
İlginizi Çekebilir
Edebiyat Yapma

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir