Kırık
  1. Anasayfa
  2. Öykü

Kırık

0

Kırık

Bölüm-1

Neydi bu şimdi? Böyle mi hissediliyordu bu olunca? Kendini bildiğinden beri merak ettiği, bunca merakına rağmen tanışmaktan ölesiye korktuğu duygu… O duygu bu muydu? Beyninden saniyede binlerce soru akıyordu. O saniyelerde bu donuk hissizliğe rağmen, hissetmenin ne olduğunu anlamıştı. Başını ellerinin arasına aldı. Düşündü ilk kez. Ne yapmalıydı şimdi? Sonra aniden kızdı kendine. Ne yapması gerekiyorsa onu yapacaktı. Üzerine düşenin kat kat fazlasıyla hem de… Yapmalıydı… Ayağa kalktı. Günün aksine rengârenkti bugün. Uzun simsiyah saçları, mavimtırak pırıltılar saçarak dümdüz iniyordu beline dek. Bordo renk, dizlerine kadar inen bol bir gömlek giymiş; altına siyah taytını geçirmişti. Bileğine bordo siyah boncuklar dolamıştı. Onun için renk yoktu hayatta. Bir renk seçse, seçmesi gerekse, olsa olsa siyahı seçerdi. Tabii siyah bir renkten sayılabilirse… Oysa bilse bugünün böyle biteceğini, takar mıydı o boncukları bileğine, giyer miydi o gömleği?

İstanbul’da gün batarken, Kadıköy’ün denize bakan en güzel sokağındaki sahaf dükkânında, kız kardeşinin ölüm haberini aldıktan sonra, yere diz çökmüş şimdi ne yapacağını düşünüyordu Nihal…

***

Bavulunu kontrol etti son kez. Bavul denemezdi gerçi. Ufak bir el çantasıydı sadece. Üç gün kalmayı planlıyordu. Tastamam üç gün… Eksilebilirdi ama kesinlikle artmayacaktı! Artmamalıydı… Gözlerini bavuluna çevirdi. Üç gün için alması gereken her şeyi almıştı. İki pantolon. Biri kot, diğeri kumaş… Kumaş olan cenaze töreni için. Diş fırçası, iki ayakkabı, iki tişört ve gömlek… Gömlek cenaze töreni için. Bu kadardı işte. Hayret hiç ağlamamıştı bunları yaparken. Ağlayamamıştı… Oysa bavulunu hazırlarken bağıra bağıra ağlamayı koymuştu kafasına. Bunun aksine üzerinde gözle görülür bir dinginlik vardı. Kardeşinin yaşarken kendisine getirdiği sorumluluk duygusunun gerginliğinden sıyrılmış, ölüm haberiyle birlikte gelen bir rahatlama duygusu tüm bedenini sarmıştı. Bunu hissetmek güzeldi. Her şeye rağmen! Artık beni oraya bağlayan hiçbir şey kalmadı diye düşündü. Gözleri doldu birden. Hiçbir şey mi? Hayatta en değerlisini kaybetmiş ve o şimdi hiçbir şey mi olmuştu? Böyle düşünmenin utancı, kardeşini kaybetmenin ağırlığı ve artık gerçekten yapayalnız kalmanın yüzüne çarpmasıyla ağlamaya başladı Nihal. Nihayet ağlayabiliyordu. Artık yola çıkmaya hazırdı…

***

Araba kullanırken dikkatli olmayı babasından öğrenmişti. Gülümsedi. Olmadık zamanlarda gelirdi babası aklına. Düşündü babasını. Uzun uzun… Babasını severdi, babasını düşünmeyi severdi, babasından öğrendiklerini her şeyden çok severdi. En son nerede olduğunu unutacak kadar içtiğinde, kendini arkadaşlarına babasını anlatırken bulmuştu. Düşündü o muhteşem adamdan öğrendiklerini. Rakıya su katmadan içmek… Evet, bunu seviyordu. Gülümsedi tekrar. Her sabah kahvaltıda gazete okumak, taze fasulyeyi kesinlikle soğuk yemek ve yağmur yağdığında kendini dışarı atmak… Bu babasından öğrendiği en güzel şeydi. Her yağmurun babasını hatırlatmasıysa ikinci güzel şey…

Başka? Her gün kitaplarının tozunu almayı, her gün mutlaka duşa girmeyi, her gün alabildiğine yürümeyi de babası öğretmişti. Babası yaşamayı öğretmişti ona, gerçekten yaşamayı! Gülmeyi, ağlamayı, nefes almanın mutluluğunu… Gülümsediğini fark etti dikiz aynasından. Uygulamasından ziyade, sadece düşündüğünde bile bunları, gülümseyebilmesi ne güzeldi. Önünde uzanan sonu olmayan yola baktı. Nereye doğru yol aldığı düştü aklına yeniden. Dolayısıyla da annesi… Gülümsemesi soldu birden. Babasından bir de annesini sevmeyi öğrenmişti. Hayatta öğrendiği en berbat şeyi!

***

Babasını sevmek yaşamaktı, annesini sevmek ise ölmek… Nihal de ölmemek için uzun süre önce annesini sevmeyi bırakmıştı. Yaşamak istiyordu o. Babasını yaşamak, babası gibi yaşamak… İstemesine istiyordu da, bir de becerebilseydi. Öyle yaşamayı becerememesine rağmen, istemekte niyetti onun için. İyi niyetse her yerde ve her zamanda geçerliydi. Çok sevdiği babası gibi olabilmek yerine, hissizleştiği annesi gibi olmak onun seçimi değildi ki buna üzülsün. Elinde olmayan şeyler için üzülmemeyi uzun zaman önce öğrenmişti. Babası değil, hayat öğretmişti bunu. Üstelik babası gibi gülümseyerek değil, acıta acıta.

Düşüncelerinden sıyrıldı. Gelmişti işte. Ne çabuk bitmişti yol. Oysa uzamasını öyle arzu etmişti ki… Huzursuzca kıpırdandı arabanın içinde. Nihayet başını kaldırıp eve bakabildiğinde gözlerine hücum eden yaşları durduramadı. Dokuz yıl olmuştu. Küçük bir çocukken ve genç kızlığa geçiş evresinde limanı olan bu evi annesi cehennem ateşiyle yakalı dokuz yıl olmuştu. On dokuz yaşında sessizce çıkıp gideli dokuz yıl olmuştu. Cesareti yoktu yüzleşmeye. Terk ettiği yere dönmek… Bu da elinde değildi işte. İzlediği filmlerde, okuduğu kitaplarda ne kadar afiliydi terk edilen yere dönmek. Oysa şimdi küçük bir çocuktan farksız, saklanıyordu arabanın içinde. Bir an oradan kaçıp gitmek için dayanılmaz bir istek duydu ama yapamazdı. Yapmamalıydı… Cesaretini toplayıp indi arabadan. Günün anlam ve önemine uygun, siyah kot ve gri bir gömlek giymiş, saçlarını ensesinde toplamıştı. Evine baktı son kez. Yıpranmıştı… Derin bir nefes alıp kapıya doğru yürüdü. Tam zile basacakken bir kadının annesine seslendiğini duydu arka bahçeden. Handan! Zihninde yankılandı isim… Tekrarladı bir kaç kez içinden. Handan, Handan, Handan... Ne kadar yabancıydı bu isim ve ne kadar da tanıdık… Babasının annesine seslenişi geldi aklına ve beraberinde babası… Derin bir suçluluk duygusu kapladı bedenini. Burada ne işi olduğunu düşündü. Saçmalıktı bu! Annesine görünmeden gitmeliydi buradan. Bu kararla döndü arkasını. Annesinin dokuz yıl önceki gözlerini buldu gözleri…

Devamı gelecek…

Yazarın (Tuğçe Çelebi) diğer yazılarına da göz atabilirsiniz. (Kırık Öyküsü)

Korsan Edebiyat’ı instagram üzerinden de takip edebilirsiniz. Öykü: Kırık

Kırık

İlginizi Çekebilir
Eros ve Psykhe

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir