Bu öyküyü yazmamda bana çok yardımcı olan Kübra Cengiz’e teşekkürler.
Öykünün bilgisayarda okunması önerilir.
Sonra, insanoğlunun başına gelen her şeyin, tam ama tastamam şimdi’de geçtiğini hatırladım. Yüzyıllar geçiyor ve yalnızca şimdiki zaman’da oluyor her şey; havada, yerin ve denizin üzerinde sayısız insan var, ama gerçekte, olup biten her olay bana oluyor…
Jorge Luis Borges – Yolları Çatallanan Bahçe
5 Nisan 1994… Güneşli bir ilkbahar günüydü ve ilk zaman yolcusu olan Mustafa, dut ağacının altında bu başarılı yolculuk için şükrediyordu öncelikle. Yerinden doğrulduğu an, ilk iş olarak eliyle gömleğinin en üst düğmesini yokladı. Sonra derin bir nefes aldı. O en üst düğme, onun dönüş biletiydi çünkü. O düğmeye bastığında tekrar 2021’e dönecekti.
Cebindeki kimliği kontrol etti telaşla. O sahte kimliği kullanmak zorunda kalmamayı umuyordu. İşler fazlasıyla yolunda gitmeliydi. Bunları düşünürken bir yandan da eldivenlerini düzeltti. Burada olabildiğince iz bırakmaması gerekiyordu. Çünkü bırakılacak en ufak bir izin, geleceğe çok büyük etkileri olabilirdi. Hasan’dan duymuştu tüm bunları. Hasan… Asırlardır bilim insanlarının rüyalarını süsleyen zaman makinesinin mucidi.
Üzerinde ‘94 İstanbul Haritası’ yazan eski bir kağıt parçasını cebinden çıkardı ve kırmızı kalemle daire içine alınmış ‘Kürşat Çoban’ ismine uzun uzun baktı. Kürşat Çoban, 80’ler ve 90’ların ünlü rock yıldızıydı. O dönemlerde ülkenin her köşesinde onun şarkılarını duymak mümkündü. Ama bu büyük yıldız 94 senesinde, bahar dallarının yeni filizlendiği nisan ayının beşinde başına dayadığı bir silah ile bu dünyadan kaymıştı. İşte Mustafa’nın ilk zaman yolculuğu için bu günü seçmesinin nedeni de buydu. Kürşat Çoban’ın evine gidecek, intiharına engel olacak ve planlarını uygulayıp Kürşat Çoban’ı intihardan tamamen vazgeçirecekti. Böylece dinlemeyi çok sevdiği ama o doğmadan önce ölen Kürşat Çoban’ı hem canlı görmüş olacak hem de hayatını kurtaracaktı. Fakat bu yaptığının kötü bir sona yol açma ihtimali de vardı. Eğer tekrar 2021’e döndüğünde Kürşat Çoban’ın yaşaması olumsuzluklara yol açmışsa bu kez tekrar geçmişe dönüp intihar ettiğinden emin olana kadar orada bekleyecek ve sonrasında çaresiz geri dönecekti.
Olabildiğince kimseye gözükmeden Kürşat Çoban’ın evine kadar geldi. Bahçe kapısından sessizce içeri girdi. Burası, eski gazetelerden de gördüğü gibi iki katlı ve bahçeli bir villaydı. Kapı önüne geldiğinde heyecandan kalbinin sesini duyuyordu adeta. Zile bastı. Kısa bir süre sonra kapı açıldı ve Kürşat Çoban karşısındaydı. Dağılmış, uzun, sarı saçları; sarı bıyıkları ve uykusuzluktan yorgun düşmüş gibi duran mavi gözleriyle kapıda dikiliyordu. “Buyurun.“ dedi yorgun bir şekilde.
“Me… merhaba!” dedi Mustafa, heyecanla kekeleyerek. “Be…ben Mustafa. Kü… Kürşat Bey, be… ben sizin hayranınızım. Şarkılarınızı severek dinliyorum. Aynı zamanda da bir mucidim.” Kürşat Çoban uyudu uyuyacak gözlerle sabırlı bir şekilde onu dinlemeye çalışıyordu. Kim bilir hayranları ne gibi saçmalıklarla çıkmışlardı karşısına bugüne kadar? Bu da onlardan biri olmalıydı. Mustafa cebinden akıllı telefonunu çıkarttı. “Bunu sizin için yaptım.”
Telefonu gören Kürşat Çoban’ın birden gözleri büyüdü: “Bu nedir?”
“Bir beste makinesi. Durun size göstereyim.” Telefonunu açtı ve popüler şarkılardan birinin enstrümantal haline tıkladı. Gelmeden önce indirmişti bunları. “Bakın.” dedi “Şu üçgen tuşunun olduğu yere dokunduğunuzda makine beyin dalgalarınızı algılamaya başlıyor ve onları anında müziğe dönüştürüyor.” Müziğin çalmaya başlamasıyla beraber Kürşat Çoban’ın yüzündeki şaşkınlık görülmeye değerdi. Ekranda dolaşan renkler, müzikle birlikte onu hipnoz etmiş gibiydi. Hiç tepki vermeden öylece sonuna kadar dinledi. “Nasıl buldunuz?” diye sordu Mustafa.
“Güzel bir icat ama bir sanatçı için biraz ruhsuz bir besteydi. Aceleye getirilmiş gibi. Hani müzik ruhun gıdası derler ya, bu biraz doyuruculuktan uzaktı. Müzik dediğin tam bir gıda olmalı. Ruhu öyle beslemeli ki yıllar geçse de insan onun açlığını hissedip tekrar tekrar dinlemeli. Seninki daha çok… bir uyuşturucu gibi. Sadece anlık bir haz. Kusura bakma eleştirdiğim için ama eleştirim icadına değil. Belki daha da geliştirebilirsin diye söylüyorum sadece.”
“Ne demek Kürşat Bey? Ben de zaten sizin bu konuda fikrinizi alabilmek için geldim buraya. Bir de şu var ki çalan müzik benim beyin dalgalarımdan oluştu. Bir de sizinkiyle deneyelim isterseniz.” dedi ve onay beklemeden telefondan Duman’ın ‘Her Şeyi Yak’ şarkısının enstrümantal halini açıp çalmadan durdur butonuna bastı. Telefonu Kürşat Çoban’a uzattı.
Kürşat Çoban telefonu eline aldı. Titreyen ellerinin arasında kırılacak bir eşya varmış gibi tutuyordu telefonu. Çalacak müziği ne kadar heyecanla beklediği de gözlerinden okunuyordu. “Şimdi ne yapacaktım?” diye sordu.
“Şu üçgene basacaksınız.” Hayran olduğu adamın bir öğrenci gibi ondan bir şeyler öğrenmeye çalışması çok hoşuna gitmişti.
Kürşat Çoban, akıllı telefonla yeni tanışan hemen her insanın yaptığı gibi telefonu sol eliyle tuttu ve sağ el işaret parmağını yanlış bir yere basmaktan korkar bir şekilde yavaşça oynat butonuna dokundurdu. Müzik çalmaya başladığında Kürşat Çoban hayran bir şekilde telefonun ekranına kilitlendi. Müziğe başıyla ritim tutmasından beğendiği anlaşılabiliyordu. Müzik bittiğinde “Bu güzeldi işte.” dedi, zevk aldığı belli bir şekilde gülümseyerek. “Çay içmeye vaktin varsa biraz oturup konuşalım. İlk defa gerçekten mucit olan bir hayranımla tanıştım. Biraz konuşmak isterim.”
“Ben de çok isterim, tabi evdekiler rahatsız olmayacaksa.” dedi Mustafa bilmiyormuş gibi yaparak. Aslında Kürşat Çoban ve eşi o dönemde ayrı yaşıyorlar ama çok göz önünde olup da çocuklarını yıpratmamak için bu durumu basından gizliyorlardı. Eski gazetelerden okumuştu tüm bunları.
“Evdekiler…” dedi yüzünde acı bir gülümsemeyle. “Evde kimse yok şu an. Olsa da sorun olmaz zaten.”
İçeri girip üst kata çıktılar. Hayran bakışlarla etrafına bakıyordu Mustafa. Tablolar, vazolar ve daha bir sürü sanat eseri… Hangisine bakacağını şaşırmıştı. Bunu fark eden Kürşat Çoban, “Sen tablolara bakarken ben de çayı getireyim.” dedi ve yanından ayrıldı.
Etrafı incelerken gözü masanın üzerindeki ilaçlara çarptı Mustafa’nın. Üzerlerinde uyku ilacı oldukları yazıyordu. İşte o zaman Kürşat Çoban’ın gözlerindeki o yorgunluğu daha iyi anladı. Gazetedeki intihar haberi geldi aklına. İntihardan önce uyku ilacı aldığı yazıyordu. Vücudu ilaca karşı direnç geliştirmiş olmalıydı. Yoksa uyku ilacı almış bir kişi nasıl kendisinde intihar edebilecek gücü bulabilirdi ki? Hap kutusunu eline aldı. Kürşat Çoban’ın çayına biraz o ilaçtan atsa bu uyumasını sağlardı belki. O uyurken Mustafa da intiharı engelleme planını uygulamaya başlardı. Tabi bir seçenek daha vardı. Çayına ilaç atmayıp zaten kendi aldığı ilacın etkisiyle uyumasını da bekleyebilirdi. Kürşat Çoban’ın intihar ettiği saati düşündüğünde ilaç etkisini gösterene kadar sohbet etmek için vakti de olurdu. Sonrasında da planını uygulamaya başlardı.
Elinde tepsiyle geldi Kürşat Çoban. Mustafa’yı ilaçların başında görünce yüzü bozuldu biraz. Açıklamak zorunda hissetti. “Uyku haplarım onlar, zor bir dönem geçiriyorum da.” İçini çekti. “Çok yalnızım ve yalnızken şu saat başka türlü ilerlemiyor. Ben de yalnızken düşünüp kendimi daraltmaktansa uyuyup kabuslar görmeyi yeğliyorum. Sen gelmeden önce de yuttum bir tane. Eğer geleceğini haber verseydin yutmazdım.” dedi gülümsemeye çalışarak.
Masaya oturdular. Mustafa cebine attığı uyku hapını bir şekilde Kürşat Çoban’ın çayına karıştırmalıydı. Onu uzaklaştırmak için bir yol düşündü. “Limon” dedi. “Ben çaylarımızı doldururken siz de varsa limon getirir misiniz? Limonsuz çay içmeyi pek sevmem de.”
“Tabi.” dedi Kürşat Çoban. Kalkıp mutfağa gitti. Fazla zamanı olmayan Mustafa, hemen çayları döktü. İçlerine birer şeker attı. Kürşat Çoban’ın çayına iki de uyku hapı attı ve karıştırdı.
Elinde limonla mutfaktan dönüp tekrar masaya oturdu Kürşat Çoban. “Benim çayıma da mı şeker attın?”
“Evet, karıştırdım bile.”
“Ama ben şekersiz içiyorum.” Mustafa’nın bozulan yüzünü gören Kürşat Çoban, üzüldüğünü düşündü ve hemen fikrini değiştirdi: “Dostumun hatırı için bir bardak şekerli çay içebilirim ama.”
Dostum kelimesi büyülemişti Mustafa’yı. Özellikle Kürşat Çoban gibi birinden gelmesi eşsizdi. Onun, şekerli çayı pek sevmeden de olsa hatır için içişini izledi. Sonra da kendini ‘dostum’ kelimesinin hakkını vermek zorunda hissetti: “Yalnızım demiştiniz. Bu konuda konuşmak ister misiniz biraz? Çünkü hayranlarından dolayı sokakta adım atmakta zorlanan birinin yalnız kalması pek aklıma yatmıyor. Sizin tercihiniz desem bundan dolayı mutlu olmadığınız da belli.”
Kürşat Çoban yorgun bakışlarıyla şöyle bir baktı önce Mustafa’ya. “Kusura bakmazsan şu koltuğa uzanıp konuşabilir miyim? Aldığım hap yavaş yavaş etkisini gösteriyor sanırım.”
Mustafa, ‘tabii’ der gibi başını salladı. Kürşat Çoban o başını sallarken çoktan koltuğa doğru yola koyulmuştu bile. Koltuğa yattı ve konuşmaya başladı: “Çevremin insanlarla dolu olması yalnızlığa çare olmuyor ne yazık ki. Kalabalıkta da yalnız kalabiliyor insan. Binlerce kişi sana dokunmaya çalışırken bile yalnız kalabiliyorsun. Evin insanlarla doluyken bile yalnızlığın sesi tüm o sohbeti ve gülüşleri bastırabiliyor. Bu sadece yanına insanlar alarak giderebileceğin bir şey değil maalesef. Mesela senin çevrendeki insan sayısı benimkinden çok daha azdır. Peki sen hiç yalnızlığın sesini duydun mu?”
“Bilmem. Yalnızken çok sessiz oluyor genelde çevrem.”
“Yeterince yalnız değilsin demek ki. Eğer yeterince yalnız olsan çok net duyarsın o sesleri. Bazen balkonuna konan bir kuşun kanat sesleri olur yalnızlığın sesi, bazen kafanın içinde uçuşan düşüncelerin, bazen üst katta açılan bir dolabın gıcırtısı ya da bazen duvardaki saatin tik takları. Eğer zihninin içinde tek başına kalmışsan sadece bu sesleri duyarsın. Etrafında koşuşan, bağrışan insanlar arka planda hafif bir ses olarak kalır bunların yanında. Sadece fiziksel değil aynı zamanda mental bir yalnızlık anlatmak istediğim.”
Kürşat Çoban sözünü bitirmişti. Mustafa onun durumunun iyi olmadığını gözlerinin içine bakarak daha iyi anlıyordu şimdi. “İyi de sadece hayranlarınız yok ki etrafınızda. Evlisiniz sonuçta. Bir eşiniz var. Hadi o da yalnızlık konusunda yardımcı olamadı diyelim, bir de çocuğunuz var. Ki bence çocuklar kadar hiçbir şey insanın yalnızlığına iyi gelmiyor.”
“Pfffff” Karşılık bekleyen Mustafa, Kürşat Çoban’ın bu derin nefes verişini duyunca uyuduğunu fark etti. Saate baktı. İntihar saatine yalnızca birkaç dakika kalmıştı ve Kürşat Çoban hapların etkisiyle uykuya dalmıştı. Artık planı uygulamaya başlayabilirdi. Eve girdiğinde ilk dikkat ettiği şey telefonun yeri olmuştu. Alt kata inip birkaç telefon etmesi gerekiyordu öncelikle. Kürşat Çoban’ın uykuya tamamen geçip geçmediğini test etmek için bayağı gürültülü bir şekilde öksürdü. Karşılığında bir tepki gelmeyince ayağa kalktı ve alt kata indi. Telefonu açıp numarayı tuşlamaya başladı ‘0, 2’ tam tekrar 2’ye basacaktı ki ani bir patlama sesiyle ahizeyi elinden düşürdü. Olduğu yerde donakalmıştı. Kendine geldiğinde “Na…Nasıl?” diyebildi önce. O kadar uyku hapı yutmuş bir adam nasıl uyanıp da intihar edebilirdi? Bunu düşünmenin sırası değildi. Hemen koşarak üst kata çıktı. Göreceği şeyin korkunçluğuna hazırlamaya çalışıyordu kendini. Bu düşünce bile başının dönmesine yetiyordu. Tam kan birikintisini uzaktan gördüğü sırada mutfaktan bir tıkırtı geldi. Mutfağa gitmekle Kürşat Çoban’ın yanına gitmek arasında kalmıştı.
MUTFAĞA GİT
Kürşat Çoban için artık çok geçti. O yüzden mutfağa koştu hemen. Mutfağa girdiğinde bir ayağını camdan dışarı atmış, kaçmaya çalışan siyah kar maskeli adamı görünce içini korku kapladı. Kürşat Çoban intihar etmemiş de öldürülmüş müydü yani? O an arkasını dönüp kaçmak geldi içinden. Bu karmaşadan, beladan sıyrılıp kendi hayatına dönmek. Ama tam tersini yaptı ve koşarak kar maskeli adamın içeride kalan bacağına sarıldı iki eliyle. Tüm gücüyle onu içeri çekmeye çalışıyordu. Kar maskeli adam da bu şekilde kaçamayacağını anlayınca koluyla boynundan kavradı Mustafa’yı. Sol koluyla sımsıkı tutarken sağıyla da yumruk atmaya başladı. Arka arkaya gelen yumruklardan oldukça canı yanan Mustafa, uzaklaşabilmek için bıraktı kar maskeli adamın bacağını. Canının acısıyla yüzünü tutarken gelen tekmeyle yere yığıldı. Kar maskeli adamın durmaya niyeti yoktu. Yerde yatan Mustafa’yı tekmelemeye devam ediyordu. Durumdan kurtulmak için bir şeyler arayan Mustafa, can havliyle yerinden fırlayıp ocağın üzerindeki tavayı aldı ve bütün gücüyle vurdu kar maskeli adamın yüzüne. O acıyla, sağ eliyle burnunu tutan adam sol dirseğiyle de mutfak tezgahına dayandı. Eline büyük bir fırsat geçen Mustafa’nın bunu değerlendirebilecek gücü yoktu. Az önce yediği tekmelerin acısı hareket etmesine imkan vermiyordu. Öylece izledi kar maskeli adamın kendini toparlamasını. Acısının hafiflemesiyle kendine gelen kar maskeli adam, öfkeyle yumruklarını sıktı ve Mustafa’nın üzerine doğru atıldı. Tavayla tekrar kendini savunmaya çalışan Mustafa, tavayı kaldırsa da yeterince güçlü vuramadı ve tavayı da elinden düşürdü. Kar maskeli adama karşılık verecek bir şeyi kalmamıştı artık. Kar maskeli adamsa yumruklarını birbiri ardına Mustafa’nın yüzüne indiriyordu. Mustafa, gözlerini kapatmış bir an önce bayılmak için dua ediyordu. Başka türlü sona ermeyecekti bu. Kafasının bir mutfak tezgahına çarptığını hissediyordu, bir masaya. En son hissettiği de buzdolabına çarpması oldu. Sonrasını hatırlamıyordu.
“Adamı fena benzetmişler abi. Şuna baksana.” Bileklerinde metal soğukluğunu hissediyordu. Kelepçe olmalıydı bunlar. Konuşmak için ağzını açmak istedi ama acıdan yapamadı. İnleyebildi sadece uyandığını belli etmek için. Sonra yine kendinden geçti.
Sedye benzeri bir şeyle taşındığını hatırlıyordu. Hayatında hiç üşümediği kadar çok üşümüştü o an. Ardından başına gelen doktorların ve polislerin sesini hatırlıyordu parça parça. Koluna takılan serumlar, verilen ilaçlar… Her şey kesik kesikti. Gözlerini de açamıyordu.
Kaç gün geçtiğini hatırlamıyordu ama bir gün ince de olsa bir ışık girdi göz kapaklarının arasından. Sonra iyileşmeye başladı yavaş yavaş. Yüzündeki sargılar da açıldı iyileştikçe. Her şey iyiye gidiyordu, başında nöbet bekleyen polisler hariç. Hastaneden çıktığında bir an önce gömlekteki düğmeye basarak kaçmalıydı buradan. Gömlek çok önemliydi onun için. Gözlerini açtığında ilk onu aramıştı. Hastaneden taburcu olunca gömleğini geri alabileceğini duyduğunda rahatlamıştı.
Birkaç gün sonra artık hastaneden çıkabileceğine karar verildi. Mustafa’nın ilk isteği de gömleği oldu. Ancak gelen gömleği karşısında yıkıldı. Gömlek kavgada paramparça olmuş ve üzerinde yalnızca iki düğmesi kalmıştı. Ona lazım olan düğme de kopan düğmeler arasındaydı. “Bunun diğer düğmeleri nerede?” diye sordu çaresiz.
“Tıpkı dişlerin gibi Kürşat Çoban ile kavganda dökülmüşler.” dedi bir polis gülerek.
Mustafa polisi görünce duraksadı. “Mehmet abi.” diyecek oldu ama geçmişte olduğu geldi aklına. İşleri daha fazla karıştırmaya gerek yoktu. Az önceki kötü espriyi yapan polis yani Mehmet, zaman makinesini yapan Hasan’ın babasıydı. Onu bu kadar genç görmek garip gelmişti Mustafa’ya.
Hastane odasından sonra gördüğü ilk yer sorgu odası oldu. Havası, renkleri, metal masasıyla buz gibi bir odaydı. Sürekli farklı polisler sorgu için gelip gidiyor, işlemediği cinayet hakkında ondan bilgi almaya çalışıyordu. Kürşat Çoban’ı neden öldürmüştü? Bu işi ona yaptıran bir azmettiricisi var mıydı, yoksa sadece psikopat bir hayran mıydı? Gerçekte kimdi? Nerede yaşıyordu? Kimsesi yok muydu? Tüm bu sorular karşısında Mustafa boşluğa bakarak tek bir sözcük söylüyordu: “Düğmem.” Bu düğme meselesi polislerin oldukça canını sıkmıştı. Ona sorularını cevaplamaları durumunda gömleğine yeni düğme hatta yeni bir gömlek alma vaadinde bile bulunmuşlardı ama Mustafa ısrarla “Düğmem.” demekten vazgeçmemişti.
Sorgunun uzatılmasının faydası olmayacağına kanaat getirildi ve diğer işlemlere hız verildi. Sonrasında ise Mustafa kendini kalabalık bir cezaevi koğuşunda buldu. Buradan kurtulması imkansızdı artık. Verilen cezayı çekmekten başka çaresi yoktu ve o da bu durumu kabullenmişti. Koğuşta pek kimseyle konuşmadan gün sayıyordu. Her sabah saatin tik takları sinirini bozuyor, gardiyanlar koğuşun önünde ayaklarını sürüye sürüye yürüyor, koğuşun penceresine kuşlar konuyordu. İşte o zaman anladı Kürşat Çoban’ı. Kalabalık bir koğuşun içerisinde yalnızlığın sesini duyuyordu.
Yazarın (Emre Akkol) diğer yazılarına da göz atabilirsiniz. (Yolları Çatallanan Öykü)
Şu an Kürşat Çoban’ın yanına gitmek daha önemliydi. Mutfağa gitmeyi erteleyip ona doğru yöneldi. Kan birikintisine yaklaştıkça daha da kötü hissediyordu. Başı dönmeye başlamıştı. Kan gölünün yanına kadar gittiğinde daha da kötü oldu. Ayakta durmasını engelleyecek kadar şiddetlenen baş dönmesine kusması da eşlik etti. Kontrol edemiyordu kendini. Son hatırladığı şey vücudundan akan buz gibi ter oldu. Sonra her yer karardı ve sessizleşti.
Ani bir sarsılmayla kendine geldi. Bir arabanın arka koltuğunda yatmakta olduğunu fark etti daha gözlerini açmadan. Bileklerinde hissettiği soğuk metal bir anda gözlerini açmasına neden oldu. Ön koltuğa baktığında polis üniformalı iki kişi gördü. Bu bir polis arabası olmalıydı. Sağda oturan polis arkaya dönünce Mustafa şaşırdı: “Mehmet abi!”
“Uyandı bizim aptal.” dedi Mehmet.
Arabayı kullanan polis, Mustafa’nın arkadaşını tanımasına şaşırmıştı ama. “Seni nereden tanıyor bu?”
“Lan yarısı Mehmet zaten ülkenin. Kim bilir rüyasında kimi görüyordu? Hem abi dedi. Şuna baksana benden büyüktür bu.”
Mustafa onu tanıyordu ama. Mehmet, zaman makinesini yapan Hasan’ın babasıydı. Babasının Kürşat Çoban intihar ettiğinde olay yerine giden ilk ekiplerden birinde olduğunu da defalarca anlatmıştı Mustafa’ya. Ama bu şekilde ona rastlamayı hiç düşünmemişti. Hatta Kürşat Çoban’ın intiharını önleme planını yaparlarken vaka hakkında bolca soru da sormuşlardı ona. Tabi yapacaklarını ve zaman makinesini hiç anlatmamışlardı.
Mehmet arkasına döndü alaycı bir şekilde gülerek: “Ne kadar ironik değil mi? Kan görünce bayılan bir katil.”
“Be… Ben bir şey yapmadım.” dedi Mustafa konuşmakta zorlansa da.
“Tabii. Genelde öyle söyler herkes. Kürşat Çoban evinde ölü bulunuyor. Hemen yanında da bayılmış bir adam var. Ne tesadüf ki bu adam saçlarını kazıtmış, ellerine eldiven giymiş. Böyle bakınca cinayet ihtimali aklının ucundan geçmiyor insanın gerçekten.”
Mustafa’nın bu durumdan tek kurtuluşu gömleğinin en üst düğmesiydi. Ama düğmeye kimse onu görmeden basmalıydı. Biri onun ortadan yok olduğunu görecek olursa bunun gelecek için çok iyi sonuçları olmazdı. O yüzden karakola gidene kadar Mehmet’in ve arkadaşının alaylarını ve aşağılamalarını dinlemek zorundaydı. Aşağılayıcı yolculuk karakolun önüne kadar devam etti. Sonrasında da Mustafa’nın kollarından tutup bir odaya götürdüler. Kelepçelerini masaya bağladılar. Her yönüyle çok soğuk bir odaydı burası. Filmlerde gördüğü sorgu odalarını andırıyordu. Bir şekilde geleceğe dönemezse yiyeceği dayağın da filmlerden farklı olacağını düşünmüyordu.
Sonunda kendini masaya kelepçeleyen Mehmet de odadan çıkınca yalnız kalabildi. Elleriyle basmaya çalışırsa ses çıkarıp dikkat çekebileceğinden çenesiyle uzanmaya çalıştı düğmeye. Birkaç başarısız deneme sonrası zor da olsa basabildi. Önce karardı her yer. Sonra sanki biri yavaş yavaş ışıkları yakıyormuş gibi aydınlanmaya başladı. Bu aydınlık gittikçe daha da parlak ve beyaz oluyordu. Bu durum Mustafa’ya inanılmaz bir rahatlık veriyordu. Çünkü geri dönebildiğini hissediyordu. Zaman makinesinin kabininin içi de bu şekilde parlak ve beyazdı. Çamaşır makinesinin sıkma sesine benzeyen ses durduğunda yerinden kalktı yavaşça. Işığın parlaklığı etrafını görmesini engelliyordu. Elleriyle çevresini yoklayarak kabin kapısının tuşunu buldu ve bastı. Kapı açıldı. Derin bir oh çekti. İşte oradaydı, tam karşısındaydı Hasan’ın çalışma masası. Tekrar kendi zamanına dönebilmek çok güzel bir histi. “Hasan, ben geldim!” Evde hiç ses yoktu. Odalara baktı tek tek. Zaten çok fazla odası yoktu evin. “Dışarı çıkmış olmalı.” diye düşündü. Yolculuktan dolayı epey yorulmuştu. Evine gidecek gücü hissetmiyordu kendinde. Çoğu zaman yaptığı gibi Hasan’ın üçlü koltuğuna uzanıp uyumayı düşündü ve öyle de yaptı.
Sert bir cismin kendisini dürtmesiyle uyandı. Üst üste ikinci kez elleri bağlı şekilde uyanıyordu. Bu kez farklı olan ayaklarının da bağlı olmasıydı. Karşısında da elinde bir sopayla korkarak ona bakan Hasan vardı. “Kimsin sen?” dedi Hasan. “Ne işin var evimde?”
Mustafa yerinden doğrulmaya çalıştı ama geri düştü. Bu hareket Hasan’ı daha da tedirgin etti. Sopayı kaldırıp vurmaya hazırlandı. “Benim, Mustafa.”
“Hangi Mustafa? Tanımıyorum ben seni.”
“Benim, çocukluk arkadaşın.” Hasan’ın yüzündeki ifadesizliği görünce devam etti. “Hani Kürşat Çoban’ın intiharını önle…”
“Dur bir dakika.” dedi Hasan. “Sen…” Telefonunu açıp arama motorunda Kürşat Çoban’ı arattı hemen. Çıkan ilk sonuçlardan birinde ‘Kürşat Çoban’ın Yıllardır İzi Bulunamayan Firari Katili! İşte Fotoğrafları!’ şeklinde bir başlık vardı. Hasan fotoğraflara baktığında şaşkınlık ve öfkeyi bir arada yaşadı. “Evet, O’sun sen. Kürşat Çoban’ın katilisin. Babam ve arkadaşlarının işinden olma sebebisin.” Elindeki sopayı vurmak için iyice kaldırdı.
“Dur, dur, dur…” dedi Mustafa can havliyle. Onu ikna edecek bir şey bulmalıydı. “Ba… Bak bu düğmeyi sen yaptın.” Hasan’ın kararlılığında bir değişme olmadığını görünce devam etti. “Zaman makinesinin düğmesi bu. Geri dönüş için. Sen yapmıştın bunu.”
Zaman makinesini duyan Hasan durakladı. “Sen nereden biliyorsun zaman makinesini? Kimseye söylemedim daha.”
“Bak!” dedi Mustafa. “Yalan söylemiyorum. Sen zaman makinesini ve bu gömleğimdeki düğmeyi yaptın ve beni geçmişe yolladın. İstersen al incele düğmeyi.”
Hasan korkak adımlarla Mustafa’nın yanına gitti ve gömleğindeki en üst düğmeyi koparttı. Hemen çalışma masasının üzerine götürdü. Düğmenin içini açtıktan sonra hayranlıkla “Vaaay!” dedi. “Evet ben yapmışım bunu. Sonunda tamamlamışım. Ne kadar aptalım! Demek eksik parça buymuş.” Defterine hızlıca birkaç not aldı. O kadar heyecanlıydı ki Mustafa’yı neredeyse tamamen unutmuştu.
“Beni çözmeyecek misin?”
“Hayır!” dedi Hasan. “Ne olursa olsun bir adam öldürmüşsün. Bunu yapmış olman beni oldukça tedirgin ediyor.”
“Ben öldürmedim. İntihar etti. Onun intiharını engellemek için plan yapmıştık. Geçmişe gittiğimde çayına uyku ilacı atıp uyuttum onu. Sonra planı uygulamak için alt kata indiğimde silah sesi geldi. Yanına gittiğimde kanlar içinde yatıyordu. Nasıl olduysa uyanmış ve intihar etmiş. Beni kan tuttuğu için yanına gittiğimde bayıldım. Kendime geldiğimde de bir polis aracındaydım. Araçtaki polislerden biri de Mehmet abiydi yani babandı.”
“Ve sen de karakola gittiğinde şu düğmeyi kullanıp tekrardan geleceğe döndün.”
“Aynen öyle.”
“Ve bu olay sonucunda da babam ve polis arkadaşları bir sürü soruşturmayla uğraştılar katili ellerinden kaçırdıkları için. Hatta hemen hemen hepsi işlerinden oldular.”
“Bak, üzgünüm. Ama bu olay benim de suçum değil. Her şeyi düzeltmek istiyorum. Yeter ki beni tekrar 5 Nisan 1994 sabahına geri gönder. Hemen düğmeyi kullanıp tekrar geri döneceğim. Her şey normal akışında olacak. Kürşat Çoban intihar edecek, ben bir katil olmayacağım, baban da iyi bir polis olarak hayatına devam edecek. Söz veriyorum sana. Düzelteceğim her şeyi.”
“Ama daha makineyle hiç deneme yapmadım.”
“Makineyi bitirdiysen sorun yok. Bitirdikten sonra yaptığın ilk denemede başarılı olmuştun zaten. Üzerine kamera yerleştirdiğimiz bir fareyi göndermiştik.”
“Ben bu sorumluluğu alamam şu an. Ya bir sorun olursa?”
“Sen merak etme. Ellerimi ve ayaklarımı çöz. Ben makineye gireyim ve çalıştır. Bütün sorumluluk bende. Hadi, hepimiz için iyi olacak bu.”
Hasan mutfaktan bir bıçak alıp geldi. Mustafa’nın elinde ve ayaklarındaki ipleri kesti. Mustafa masanın üzerinden düğmeyi aldı ve zaman makinesinin kabininin kapısını açtı. “Buraya girdiğimde hemen çalıştır makineyi. O ışık çok fazla rahatsız ediyor. Şu kabinde ne kadar az kalsam o kadar iyi.” Kabinin kapısını kapattı. İçeriden Hasan’ın tuşlara basma sesleri geliyordu. Tuş sesleri susunca çamaşır makinesi sesi başladı. Ses gittikçe hızlandı ve bir anda her yer karardı. Gözlerini açtığında yeniden aynı yerdeydi: o dut ağacının dibinde… Artık Kürşat Çoban’ın intiharı ya da yaşaması umurunda değildi. Tek bir şey istiyordu o da kendi zamanına geri dönüp yaşamak. O yüzden sıkı sıkı tutuyordu elindeki düğmeyi.
Yazarın (Emre Akkol) diğer yazılarına da göz atabilirsiniz. (Yolları Çatallanan Öykü)
Elinde tepsiyle geldi Kürşat Çoban. Mustafa’yı ilaçların başında görünce yüzü bozuldu biraz. Açıklamak zorunda hissetti. “Uyku haplarım onlar, zor bir dönem geçiriyorum da.” İçini çekti. “Çok yalnızım ve yalnızken şu saat başka türlü ilerlemiyor. Ben de yalnızken düşünüp kendimi daraltmaktansa uyuyup kabuslar görmeyi yeğliyorum. Sen gelmeden önce de yuttum bir tane. Eğer geleceğini haber verseydin yutmazdım.” dedi gülümsemeye çalışarak.
Masaya oturdular. “Ee başka icatların da var mı böyle?” Kürşat Çoban, alacağı cevap için heyecanlıydı.
“Birkaç tane daha var aslında. Tasarladığım birkaç çeşit bilgisayar var. Tabi henüz yapım aşamasındalar.” Bu şekilde gösteriş yapmak hoşuna gitmişti Mustafa’nın.
Kürşat Çoban’ın heyecanı daha da arttı. “Onları da görmek isterim.”
“Olur tabi. Bir gün siz de benim evime çay içmeye gelirsiniz. Ben de size gösteririm tüm yaptıklarımı.” Mustafa, her ne kadar durumdan memnun olsa da daha fazla yalan söylemek istemedi. Konuyu değiştirdi: “Yalnızım demiştiniz. Bu konuda konuşmak ister misiniz biraz?”
“Ne bileyim? Garip geldi bana. Sokağa çıktığında etrafını binlerce hayranı çeviren birinin yalnız olmasını pek aklım almıyor açıkçası. Bugün kapı önüne çıkıp yalnız olduğunuzu söyleseniz eminim gelen insanlar bu eve sığmaz.”
“Çok insanın yalnızlığı azalttığını mı düşünüyorsun gerçekten?”
“Yani, öyle olmaz mı?”
“Olmuyor ne yazık ki. Etrafında sana ulaşmak için bağrışan yüzlerce insan arasında bile yalnız kalabiliyorsun. Ev çok dolu ve gürültülüyken bile tek duyduğun yalnızlığın sesi olabiliyor. Bu fiziksel bir yalnızlıktan çok ötesi. Kendi zihninin içerisinde bir yalnızlıktan bahsediyorum. Mesela yalnızlığın sesini duydun mu hiç?”
“Duymadım sanırım. Yani ben yalnız kaldığımda sessizlik olur genelde.”
“Ne güzel. Benim kadar büyük bir yalnızlık yaşamamışsın o zaman. Eğer yeterince yalnızsan balkonuna konan bir kuşun kanat seslerini duyarsın, kafanda sürekli mantıksız düşünceler uçuşur, üst kattaki dolabın gıcırtısı ya da duvar saatinin tik takları sinirini bozar. İşte bunların hepsi yalnızlığın sesi.” Kürşat Çoban’ın yüzündeki mutsuzluk çok daha net görülüyordu artık.
“Şu an hakkınızda endişelenmeye başladım.”
“Neden?”
“Bu konuşmalarınızdan. Buna benzer düşüncelere kapılıp eline aldığı silahıyla hayatına son veren çok fazla insan duydum çünkü.”
“İntihar mı? Yok, hayır. Onu yapacak kadar aptal değilim. Hem canım çok tatlıdır benim, yapamam.”
“O buhran anında bunları düşünmenin zor olduğunu duymuştum. Yaptığınız şeyin farkına bile varamayabilirsiniz.”
“Endişelenme dostum. Hem evimde silahım yok ki benim.” Mustafa’nın bakışlarından anladı söylediğine inanmadığını. “Tamam… Tamam, var. Madem endişeleniyorsun, o zaman sana vereceğim onu. Kapıdan girdiğinde hemen sağda bir dolap vardı. O dolabı aç ve alttaki örtüyü kaldır. Orada silahın olduğu bölmeyi göreceksin. O silahı al ve yok et eğer rahatlayacaksan.” Mustafa şaşırmıştı. “Hadi, git al.”
Mustafa şaşırsa da alt kata indi. Dolabı açtı ve örtüyü kaldırdı. Silah tam orada duruyordu. Daha önce askerliği hariç hiç silaha dokunmamıştı. Silahı eline alıp tarttı. Oldukça ağırdı.
Üst katta kırılan bir vazonun sesi ile zıpladı yerinden. Ardından da gittikçe artan boğuşma sesleri gelmeye başladı. Korkuyla koştu hemen yukarı. Gördüğü manzara çok korkutucuydu. Kürşat Çoban yerde yatarken üzerine oturmuş siyah kar maskeli adamın kollarından tutuyor; kar maskeli adam da sağ elindeki silahı ona doğru doğrultmaya çalışıyordu. Mustafa’nın elinde silahla geldiğini gören Kürşat Çoban zorlandığını belli eden bir sesle bağırdı: “Vur onu!” Mustafa’nın tepkisiz kaldığını görünce tekrar bağırdı: “Hadi, çabuk! Daha fazla gücüm kalmadı!”
Mustafa buna cesaret edemiyordu. “Ya onu öldürürsem!” diye geçiyordu içinden. Ne olursa olsun bir insanı öldürmek onun yapabileceği bir şey değildi. Belki de silahı bırakıp boğuşmaya o da girmeliydi.
ATEŞ ET
Acilen bir şeyler yapması gerekiyordu. Bir yandan bir insana ateş etme fikri onu hareketsiz bırakıyor, diğer yandan da Kürşat Çoban’ın bağırmasını duyuyordu: “Hadi Mustafa! Yap şunu!” Kar maskeli adam da artık gözlerini ona dikmişti. Adamın gözlerinde Mustafa’ya karşı çaresizlik ve korku vardı.
Önce derin bir nefes aldı. Ardından silahı kar maskeli adama doğrulttu. Silahı doğrultan o olmasına rağmen elleri korkudan titriyordu. Titreyen parmağını tetiğe yerleştirdi ve birden çekti tetiği: “BANG!”
Kar maskeli adam Kürşat Çoban’ın üzerine yığılıp kaldı. Mustafa’nın gözlerinden yaşlar akıyordu. Kürşat Çoban, adamı üzerinden atıp yanına gitti Mustafa’nın. Kolundan tuttu sıkıca. “Ya o ya da biz ölecektik. Kendimizi korumak zorundaydık. Bunu yapmak zorundaydın. Sen sadece bizi savundun.” Mustafa hiçbir şey söylemiyordu. Kürşat Çoban devam etti: “Polis konusunda da korkma sakın. Geldiklerinde ben yaptım diyeceğim onlara. Zaten silah da benim silahım. Hem benim evim burası, meşru müdafaaya girer. Böylece ceza almam ben de.”
Mustafa bu sözlerin hiçbirini duymuyordu. Aklında dönen sadece bir insanı öldürdüğü için yaşadığı inanılmaz vicdan azabıydı. Az önce nefes alıp hareket eden o adam şimdi yaşamıyordu. Bunun nedeni de kendisiydi. Bu durumu düzeltebilecek imkanı vardı ama. Hemen geleceğe gidip tekrar geçmişe dönerek bu adamı öldürmeyebilirdi. Bu fikir onun için en mantıklı fikirdi. Kürşat Çoban’a döndü: “Lavaboda yüzümü yıkayabilir miyim?” Sonrasında hemen lavaboya gitti. Bu işi hemen halletmeliydi. Bir an önce geleceğe dönmeliydi. Hemen gömleğindeki düğmeye bastı. Ama ters giden bir şeyler vardı. Orada sadece bir gömlek düğmesi vardı. Zaman makinesinin tuşu yoktu. Aynadan baktı üzerine. Normal bir düğme vardı orada sadece. Nasıl olabilirdi bu? Nasıl normal bir düğmeye dönüşebilirdi?
Kürşat Çoban ise kar maskeli adamın maskesini çıkartmış başında duruyordu. “Çok da gençmiş. Ama tanımıyorum hiç.” dedi. Sonra telaşla sağa sola koşturan Mustafa’ya döndü. “Gömleğinde eksik düğme yok ki. Hepsi yerinde.”
Mustafa düğmeyi bulamadıkça daha da sinirleniyordu. “En üstteki düğmemin içinde siyah, tuşa benzer bir şey vardı.”
Kürşat Çoban sesini yükseltti: “Şu an sorunumuz bu mu sence? Bu iş bir bitsin ararız eğer senin için çok önemliyse!”
Mustafa iyice sinirlendi ve hızlı adımlarla Kürşat Çoban’ın yanına giderek yakasına yapıştı. “Evet önceliğimiz bu! Ben burada…” Tam o anda gözü yerde cansız yatan adama gitti. “Mehmet abi!” Kürşat Çoban’ın yakasından tutan elleri gevşedi. İnanılmaz bir çöküş yaşıyordu.
“Onu tanıyor musun?” diye sordu Kürşat Çoban.
Evet, tanıyordu onu. O, zaman makinesini yapan Hasan’ın babasıydı ve az önce Mustafa onu vurmuştu. Hasan’ın ona defalarca söylediği şey olmuştu. Geçmişte bir şeyi değiştirmişti yani Hasan’ın babasını öldürmüştü. Böylece Hasan hiç doğmamıştı. Haliyle zaman makinesi ve gömleğindeki geri dönüş tuşu da hiç var olmamıştı. Düğmenin kaybolması konusunda bütün taşlar yerine oturmuştu şimdi. Çaresizlik ve sinirden bütün vücudunun titrediğini hissediyordu. Bir adam öldürmüş ve bunun vicdan azabıyla birlikte aslında ait olmadığı bir zamanda sıkışıp kalmıştı.
Yazarın (Emre Akkol) diğer yazılarına da göz atabilirsiniz. (Yolları Çatallanan Öykü)
Kürşat Çoban bağırmaya devam ediyordu: “Hadi Mustafa! Yap şunu!”
Ama Mustafa bunu yapamazdı. Ne kadar zor bir durum olursa olsun bir insanı öldürmek onun yapabileceği bir şey değildi. Silahını yere attı ve boğuşmakta olan ikilinin arasına o da daldı. İlk iş maskeli adamın elindeki silaha sarıldı iki eliyle. Üstünlük onların eline geçince silah, maskeli adamın elinden düştü. O an eli boşta kalan Kürşat Çoban, kar maskeli adamın yüzüne var gücüyle bir yumruk indirdi. Yumruk darbesiyle Kürşat Çoban’ın üzerinden yere düşen adam, bu ikiliyle başa çıkamayacağının farkına varmıştı. Onlar yerden kalkmadan önce hızlıca yerden kalktı ve mutfağa doğru koştu. Mustafa da hemen atıldı onun ardından. Kar maskeli adam, mutfak camının yanına geldi ve kendisini bahçedeki çimlerin üzerine bıraktı ikinci kattan. Hemen ardından koşan Mustafa da geldi mutfak camının yanına. Aşağıya atlayıp onu takip etmek istedi en başta. Ama titreyen bacaklarında pek hissetmiyordu onu kovalayabilecek gücü. O an aklına geleceğe dönme fikri geldi. Böylece tekrar bu olayların başlangıcına dönebilir ve kar maskeli adama tuzak kurarak onu yakalayabilirdi.
Kısa bir süre kaçan maskeli adamın koşarak uzaklaşmasını izledi. Ardından arkasına döndü. Kürşat Çoban mutfağa gelmemişti. Boğuşma nedeniyle yorgun düşmüş olmalıydı. Kürşat Çoban’ın olmaması mutfağı geleceğe dönüş için uygun bir ortam kılıyordu. Gözlerini mutfak kapısına diken Mustafa, gömleğindeki düğmeye bastı hemen. Önce karardı her yer. Ardından yavaş yavaş bir aydınlanma başladı. Aydınlık, zaman geçtikçe daha beyaz ve daha parlak oluyordu. Giderek artan bu parlaklık öyle bir seviyeye geldi ki hiçbir şey görünmüyordu. Aynı zamanda bu parlaklığa çamaşır makinesinin sıkma sesine benzer bir ses de eşlik ediyordu. Sonunda o ses sona erdi ve Mustafa geleceğe dönmenin verdiği mutlulukla büyük bir rahatlama hissetti. Işığın parlaklığı nedeniyle çevresini göremiyordu. Elleriyle çevresini yoklayarak zaman makinesinin kabininin tuşunu buldu. Kapı açıldı ve gördüğü ilk şey bilgisayarın başında çalışan Hasan oldu. Kapının açılmasıyla yerinden fırlayan Hasan da hemen Mustafa’nın yanına koştu. “Neden başarısız oldun? Bir şeyler ters mi gitti?”
“Evet.” dedi Mustafa. “Birçok şey ters gitti.” O an bilgisayarda çalan şarkı bitti ve yenisi başladı. Başlayan şarkı Duman’ın ‘Her Şeyi Yak’ şarkısıydı. Aklına Kürşat Çoban geldi. Dinlerken ne kadar da şaşırmıştı. Derken şarkıya girişi Kürşat Çoban’ın yapmasıyla birlikte beste makinesi gördüğünü zanneden Kürşat Çoban’dan daha da çok şaşırdı:
“Gözlerimde yaş bitmez, doğduğumdan.
Belki de kaybolmaktan korktuğumdan.
Gözlerinde kocaman bir şehir var.
Sokakları hatrımda çocukluğumdan…
Sokakları hatrımda çocukluğumdan…”
“Bu…bu Kürşat Çoban!” diye kekeledi Mustafa.
“Evet, bu Kürşat Çoban. Söylediği de intiharından önceki son şarkısı.”
Bu inanılmazdı. “Kürşat Çoban ne zaman öldürüldü?” diye sordu.
“Bu tarihi en iyi sen bilirsin. Çünkü bizzat gittiğin tarih: 27 Nisan 1994. He bu arada öldürüldü değil, intihar etti. Bunları hatırlamaman imkansız. Bir sorun mu oldu yoksa?”
Kar maskeli adama müdahale etmesi Kürşat Çoban’ın öldürülmesini kısa bir süre de olsa engellemişti anlaşılan. Ama bunları Hasan’a anlatarak fazla zaman kaybedemezdi. “Beni tekrar geçmişe göndermeni istiyorum. 27 nisana değil ama, 5 nisana göndermeni istiyorum. Bu işi çözmemiz için düzeltmemiz gereken şey o tarihte.”
“Nasıl yani, hiç dinlenmeden tekrar geçmişe mi gitmek istiyorsun? Bayağı yorgun görünüyorsun.”
“Evet, hemen gitmek istiyorum. Dinlenerek zaman kaybetmek istemiyorum.”
“Sen bilirsin.” dedi Hasan ve bilgisayarın başına geçti. “Geç kabinin içine.”
“Geçmeden önce bir şey isteyeceğim senden. Bir ip ve bir sopa da verir misin? Çok işime yarayacak.”
Bu isteklere çok anlam veremese de içeriden bir ip ve bir sopa alıp geldi Hasan. “Al.”
Mustafa ip ve sopayı da alıp geçti kabinin içine. Kısa bir süre sonra çalışmaya başladı zaman makinesi. Yine önce bir karanlık ve ardından gelen gözleri kör edercesine parlayan ışık. Tabii bir de bunlara eşlik eden çamaşır makinesi sesi. Yine o dut ağacının dibindeydi. Bu kez fazla zaman kaybetmeden hemen yola koyuldu. Kürşat Çoban’ın bahçe kapısından girdi, ama kapıyı çalmadı. Bunun yerine evin arka tarafına dolandı ve mutfak penceresinin olduğu yere geldi. Kar maskeli adam buradan tırmanacaktı. Sopası ve ipiyle beraber çiçeklerin arasına girdi. Burası saklanmak için güzel bir yerdi. Artık yapması gereken kar maskeli adamı beklemekti. Biraz sıkıcı bir durumdu ama bekledi. Beklerken de aklında defalarca kurdu senaryoyu. Adam gelecek, Mustafa da arkasından yaklaşıp kafasına sopayla vuracaktı. Ardından da sersemleyen adamın ellerini ve ayaklarını bağlayacak, polise teslim edecek ve rahat bir şekilde geleceğe geri dönecekti. Ama kurduğu senaryolarda bazen işler yolunda gitmiyordu. Bazısında kar maskeli adama yeterince hızlı vuramayıp dayak yiyordu, bazısında saklanırken ses çıkarıp kar maskeli adama yakalanıyordu, hatta bazısında adam eve başka bir yerden girip çıkıyor ve kendisinin ruhu bile duymuyordu. Bu kurguların arasından bir hışırtıyla gerçeğe döndü. Kar maskeli adamdı bu. Mutfak penceresinin altına kadar gelmişti. Mutfak penceresine bakıyordu. İşte fırsat buydu. Mustafa olabildiğince hızlı ve sessiz adımlarla çiçeklerin arasından çıktı ve adamın arkasına kadar gitti. Sopasını kaldırdı ve olan gücüyle adamın ensesine indirdi. Ensesine aldığı darbeyle yere yığılan adam bir süre hareketsiz kaldı. Bu hareketsizlik anında Mustafa da kar maskeli adamın ellerini ve ayaklarını sıkıca bağladı. Adam kendine geldi yavaş yavaş. “Sen kimsin?” Sesi tanıdık gelmişti Mustafa’ya.
“Demek Kürşat Çoban’ı öldürecektin.”
“İşim bu benim. Kim olduğu önemli değil. Paramı verirler, ben de öldürürüm.”
“Ben kimim biliyor musun? Ben de para karşılığı senin gibi insanlara engel oluyorum. Kürşat Çoban’ın karısı tuttu beni. Kocasının peşinde bir kiralık katil olduğunun haberini almış.”
“Karısı mı? Ne planlıyor ki bu kadın? Ardında hiç iz bırakmamayı mı? Eğer düşüncesi buysa emin ol senin için de bir kiralık katil tutmuştur çoktan. Hatta belki o tuttuğu kiralık katil için bile tutmuştur. O kadın tam bir şeytan.”
Mustafa duydukları karşısında şok olmuştu. “Gerçeği söyle bana!”
“Gerçeği mi? Hepsi gerçek bunların. Kürşat Çoban’ın servetinin ne kadar olduğundan haberin var mı senin? Peki Kürşat Çoban’ın yasal varisi kim? Henüz boşanmadığı karısı ve çocuğu. Eğer boşanmadan Kürşat Çoban ölürse bütün mal varlığının kontrolü karısına geçecek. Hayatı paradan başka bir şey olarak göremeyen bir insan için en mantıklı şey Kürşat Çoban’ı öldürtmek. O kadın da bunu yaptırıyor. Burada beni durdurmuş olabilirsin belki ama şuna emin ol ki onu kurtaramazsın. Kadının benim gibi birçok adam tuttuğunu duydum. Yani Kürşat Çoban’ın ölümüne engel olman mümkün değil.”
Mustafa’nın düşünceleri çok karışmıştı. İnsanın ‘hayat arkadaşım’ dediği insan para için nasıl böyle bir şeyi yapabilirdi? “Ne olursa olsun seni polise vereceğim. Parayla adam öldüren şerefsiz bir katilsin sen.”
“Polise mi vereceksin?” Kar maskeli adam gülmeye başladı. “Ben zaten bir polisim. Sen polisi aradığında buraya gelecek ilk ekipler benim arkadaşlarım olacaktır. Beni onlara mı şikayet edeceksin? Emin ol sen suçlu duruma düşersin. İnanmadığını biliyorum. Şu maskemi çıkart. Pantolonumun sağ cebinde de polis kimliğim var. Fotoğrafı da karşılaştırabilirsin benimle.”
Mustafa içine düştüğü duruma bir anlam veremiyordu. Polis olduğunu söyleyen bir kiralık katil, parasını alabilmek için kocasını öldürtmeye çalışan bir kadın… İğrenç durumlardı bunlar. Yüzündeki iğrenme ifadesiyle adamın maskesini tuttu ve tek hamlede çıkarttı. Az daha “Mehmet abi!” diyecekti ki geçmişte olduğu gerçeği geldi aklına. Mehmet abisiydi bu. Zaman makinesini yapan Hasan’ın babasıydı. “Bu…olamaz!” dedi.
“Ne olamaz? Tanıyor musun yoksa beni?”
İşler içinden çıkılamaz bir hal almıştı Mustafa için. Kürşat Çoban’ı öldüren kişi Mehmet abisi olamazdı, olmamalıydı. Mehmet abisi böyle kötü bir insan değildi. Bu kabullenemeyişinin yanında bir de ne yapması gerektiğine karar vermeliydi. Mehmet’in bir şekilde tutuklanmasını sağlasa belki de Hasan hiç doğmamış olacaktı. Haliyle zaman makinesi diye bir şey de olmayacaktı. Geçmişte sıkışıp kalabilirdi bu durumda. Mehmet’in dediklerine bakılırsa peşinde bu kadar kiralık katil varken Kürşat Çoban’ın öldürülmesini engellemek de imkansızdı. Ama en azından onu Mehmet’in öldürmesini engelleyebilirdi. Çocukluğundan beri bildiği ve saygı duyduğu bu adama bir iyilik yapabilirdi. “Evet.” dedi, “Tanıyorum seni. Şimdi sana bir şeyler anlatacağım. Biliyorum, çok saçma gelecek anlatacaklarım ama en sonunda bunların gerçek olduğunu kanıtlayacağım sana.” Elleri ve ayakları bağlı şekilde öylece yatan Mehmet’in dinlemekten daha iyi bir seçeneği gözükmüyordu. “Ben, gelecekten geldim.” dedi Mustafa. O an Mehmet’in ona küçümser gibi baktığını gördü. Onu deli sanmış olmalıydı. “Biliyorum.” dedi, “Eğer biri bana aynı şeyi söylese ben de onun deli olduğunu düşünürdüm. İnanması çok zor, hatta imkansız bir şey bu söylediğim. Ama konuşmamız bittiğinde senin gözlerinin önünde geleceğe döneceğim. Umarım gördüklerinden sonra bana inanırsın. Ben, geçmişe Kürşat Çoban’ın intiharını önlemek için geldim. Daha doğrusu bütün ülke bunun bir intihar olduğunu düşünüyordu. Sanırım işlediğin cinayeti çok iyi kamufle etmişsin. İşte her neyse, ben bunu önlemek için gelmiştim. Ama senin anlattıklarından sonra anladım ki bunu engellemek imkansız. Hem galiba bunu engellemem gelecek için bazı karışıklıklar meydana getirecek. Bu yüzden seni de engellemeyeceğim. Çünkü seni engellemem için seni öldürmem gerektiğinin farkındayım. Onun dışında ne yaparsam yapayım sen tekrar geri dönüp işini tamamlayacaksın.”
“Öldür o zaman beni.”
“Seni öldüremem çünkü geldiğim zaman makinesini yapan kişi senin oğlun ve benim çocukluğumdan beri en yakın arkadaşım. Eğer seni öldürürsem dolaylı yoldan onu da öldürmüş olacağım. Hiç doğmamış olacak Hasan. Hem o olmayınca zaman makinesi de olmamış olacak ve ben de geri dönemeyeceğim, bu zamanda sıkışıp kalacağım. Bu anlattıklarımdan hiç etkilenmediğinin farkındayım. Çünkü hâlâ benim deli olduğumu düşünüyorsun. Ama birazdan gözünün önünde geleceğe döneceğim ve buradan yok olacağım. Umarım bunu gördüğünde bana inanırsın ve umarım zaten öldürülecek olan Kürşat Çoban’ı öldüren kişi sen olmazsın. Çünkü sen, yani bizim zamanımızdaki Mehmet abi, benim çok saygı duyduğum bir insandın. Ben, sana olan saygımı şu an kaybettim. Eğer gelecekte çocuğuna yalanlar söyleyip sen de kendine olan saygını kaybetmek istemiyorsan yapma bu işi. Bırak bir başkası yapsın. Şimdi çözeceğim iplerini. Umarım bana inanırsın ve dediğimi yaparsın.”
Mehmet, hiçbir şey söylemedi. Mustafa, Mehmet’in ayaklarını ve ellerini çözdü. Sonra onun gözlerinin içine baktı. “Beni dinle, emin ol çok daha iyi bir hayat yaşamış olacaksın.” Hemen ardından gömleğindeki düğmeye bastı ve etrafı karardı.
Makinenin sesi durduğunda kabinin kapısını açtı. Bilgisayarın başında oturan Hasan heyecanla kalktı yerinden. “Ne oldu? Engelleyemedin mi Kürşat Çoban’ın cinayetini?
“Yok.” dedi Mustafa, “Engelleyemedim. Onu öldürmek için sırada o kadar çok adam vardı ki hepsini engellemek mümkün değildi.” Hasan duruma üzülmüş görünüyordu. Mustafa, onun kolunu tuttu. “Hadi.” dedi, “Yemek yiyelim. Bu zaman yolculuğu çok acıktırdı beni.”
Yazarın (Emre Akkol) diğer yazılarına da göz atabilirsiniz. (Yolları Çatallanan Öykü)