Dair
  1. Anasayfa
  2. Deneme
Trendlerdeki Yazı

Dair

"Sevgi kırk beş dakika için koştur koştur yanına gelmek ve koştur koştur yanıma geldiğini görmek ve sarılmakmış."

0

Dair

Yazının ilk halinde koyu yazılmış kısım yazının sonundaydı ancak, bu kısmı sona koymak istemiyorum. Bu kısım benim için çok önemli ve yazıyı yazarken o kadar yoğun şeyler hissettim ki, bu kısmın başta olması gerektiğini düşündüm. Anlam bütünlüğü bozulduysa da umurumda değil. Benim anlam bütünlüğüm sensin.

Seni ve seninle olmayı,
Sevgiyi özledim. 
Sevgi bir fotoğraf çekimi esnasında gülmene neden olup oradan senin tarafından kovulmakmış, 
Sevgi kendime çizdiğim sınırlar için “amaan” diyerek cipsin paketini açmakmış, 
Sevgi kırk beş dakika için koştur koştur yanına gelmek ve koştur koştur yanıma geldiğini görmek ve
Sarılmakmış. 
Sevgi bütün Kızılay’ı Sıhhiye’ye kadar koştur koştur geçmekmiş ve oturup biraz diz dize, 
Yamuk yumuk bir toprak üzerinde vakti, 
Anı, 
Hayatı paylaşmakmış. 
Sevgi yüksek binaları veya büyük bir ağacı gösterdiğin anda cümlenin devamı tahmin etmek ama buna rağmen “eee” demekmiş.
Sevgi gündelik konuşmalarımızı ve sesini dinlemekmiş.
Sevgi, seçtiğim siyah ojenin hoşuna gitmesinden dolayı kendimle gurur duymakmış.
Sevgi bütün bunları hatırlayabilmek, hatırlamak istemekmiş.
Sevgi bütün bunlar için iyi ki demekmiş… 

Acı ki bu çiçek bahçesini mahvettim. 
İyi ki yerine keşke demek… 
Kimse bu duruma düşmemeli.

Hayata dair en tatsız ve insanı köşeye sıkıştıran şeylerden biri şüphesiz ki söylemek istediğiniz şeylerin muhatabının artık hayatınızda olmamasıdır. Düşündüklerinizi, hissettiklerinizi, aklınızın karanlık köşelerindeki veya kalbinizin göbeğindeki şeyleri ya o kişiye açamazsınız, ya da gemileri yakıp açarsınız, ama artık o kişinin umurunda değildir. Bu noktada insan ne yapmalı bilemiyorum, ben yazmayı seçtim. Güvercinin ayağına notumu bağlıyorum, daha fazlası elimden gelmiyor. Daha fazlası için korkuyorum. Şüphesiz telefon açmak mümkün, teknolojiye teşekkürler, mesaj atmak da mümkün, ama daima “fazlası” olabileceği gibi, “kötüsü” de olabilir, bunu unutmamak gerek. Unutmayı bırakın, ben aklımdan çıkaramıyorum. Evet, birinin hayatının merkezinde olmayabilirsiniz, o biri sizi umursamayabilir, ancak ya sınırların da dışına atılırsanız? Sınıfın sevilmeyen çocuğu olmakla o sınıftan dışlanmak, atılmak arasında büyük bir fark vardır. Sınıfın sevilmeyen çocuğu olarak sınıfa dair dedikodulara kulak misafiri olabilirsiniz, sınıfın içerisinde öyle veya böyle çeşitli nedenlerle değer verdiğiniz biri varsa nasıl olduğunu görebilirsiniz. Ancak kapının dışına konduğunuzda elinizde sadece endişeler ve keşkeler kalır. Ne acı, değil mi?

Bu nedenle benim yöntemim yazmak. Yazıyorum. Düşündüklerime, kalbimin merkezindekilere dair yazıyorum. Çok acı, söylemek istediğim şeylerin muhatabı, sesini en çok duymak istediğim insan. İşte tam da bu noktada “karşılıklı duygular” meselesine geliyoruz. Söylemek istediğim şeyler bir şey ifade ediyor mu? Yapmak istediğim şeylerin hiç bir önemi var mı? Konuşmak istediğim insan sesimi duymak istiyor mu? Bütün bunlar acıklı bir dram filmi değil, bütün bunlar hayatın ta kendisi. Dolayısıyla olayı iki buçuk saatlik bir dram filminin sümüklü senaryosu tadında aktarmıyorum. Okuduklarınız düz ama duygusal şeyler. En azından ben yazarken böyle olduğunu düşünüyorum. Çok acı, söylemek istediklerimi sadece yazabiliyorum, bazen birkaç farklı yolu deniyorum, “yakınlarımla” konuşmak gibi, ama ona da değineceğim, pek işe yaramıyor.

Afili Zizek makalesindeki gibi “Gerçeğin Çölüne Hoş Geldiniz.” Bu çölde diyalog yok, monolog var. Konuşuyorsunuz ve duyulmasını ümit ediyorsunuz. Duyulmasına bağladığınız ümidinizin ucunda hiçbir şey yok. Artık telefonunuz çaldığında adını görmüyorsunuz, gündelik-hayatın-güzel-ani-planları veya planlanmış-güzel-gezileri söz konusu değil. Ümidinizi nereye bağlarsanız bağlayın, elinizde hiçbir şey yok.

Eh, gelelim “yakınlarla konuşma” meselesine.

Öncelikle itiraf edelim, çoğumuzun bu konuları konuşmak istediği kişi annemiz, babamız, dostumuz, kuzenimiz değil. Bunun iki nedeni var. Birincisi, ben annemle veya en yakın arkadaşımla konuşurken çok sevdiğim ve özlediğim insanı nasıl sevdiğimi, özlediğimi anlatıyorsam, utanırım. Doğru kelimeler “utanılası kelimeler” olabilir ve çok çok acı bir noktaya geliyorum, özlediğim insan o “utanılası kelimeleri” doya doya kullanabileceğim insan. Ne kadar da tatsız. “Kanka özledim”, “anne onu seviyordum”, “sevgili okurlarım çok özlüyorum” asla durumun derinliğini ve gönlümdeki ehemmiyetini, içimdeki sevgiyi karşılamıyor. Bu ne beni, ne dostlarımı, ne de ailemi eksilten bir durum. Sadece… Üçgen deliğe kare parçayı yerleştiremezsiniz.

İkincisi, yakınlarınızın da “hayatları” var. Çoğu zaman özel şeyler hissettiğiniz ve özel şeyler yaşadığınız insanın “hayatı ve hayatından bir parça” olursunuz, bu inanılmaz güzel, hassas, insanın içini yaşam enerjisiyle ve bilinen bütün güzel duygularla dolduran bir şeydir. Dolayısıyla o insan sizin onu ne kadar önemsediğinizi, yokluğunda onu ne kadar özlediğinizi, onu nasıl sevdiğinizi seve seve dinler. Üç aşağı beş yukarı benzer şeyleri o da hissettiği için, meseleye dair sohbet iki tarafı da “yakalar”. Ancak dostlara, kuzenlere, arkadaşlara gelirsek… Birincisi, onların kendi “hayatları” vardır. İkincisi, “başka dostları” ve “başka kuzenleri” vardır. Üçüncüsü, sohbet eninde sonunda “kanka-dostum-oğlum/evladım geçer” noktasına gelir ki burası iğrenç bir duraktır. Dördüncüsü, bu konuları konuşmanız gereken insan ayan beyan ortadadır ve bu insan dostunuz, anneniz, babanız, enişteniz değildir.

Acı, ama hayat böyledir.

Dair

Yazarın (antropolog) diğer yazılarına da göz atabilirsiniz.

Bizleri instagram üzerinden de takip edebilirsiniz.

Dair

İlginizi Çekebilir
Nisan Sorguları

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir