Kapanmayan Yaralar
  1. Anasayfa
  2. Deneme

Kapanmayan Yaralar

Yazan: Zeval Zen

0

Kapanmayan Yaralar

İnsan; ne tuhaf, ne eksik ve yalnız bir bütündür. Yaşamının her çağında bu acı gerçekle yüz yüze durur. Evet, bazen unutur gibi olur. Bazense bu kadim gerçek, günün en olmaz vaktinde sırtımızdan aşağıya bir ürpertiyle süzülür. “Ben buradayım, bak arkandayım. Değiştiremezsin, uğraşma!” der gibi ruhumuza dokunur. İnsan çaresizce bu gerçeğin gölgesinde hayata tutunur. Dünyaya karşı durmak için, varlığını büsbütün ortaya koymak için, hep bir ödün verme zahmetine girer kendinden. Kişi; doğduğu andan, öleceği ana kadar yaşamak denen denizin ortasında yol alır. İlk kayığımız, yalnız yatırıldığımız beşiktir. Son kayık ise, tabut denilen son mekânıdır bedenimizin. Bu yolculukta sütliman kıyılarda dolaşamayız çoğu zaman. Fırtınalar ve hatta alaboralar bizi biz yapar. Ve insanın içindeki o gerçek “BEN’in” doğmasını sağlar.  Çevremizde her daim var olma rolünü oynayan insanlar, hayatın bizim için kurduğu birer alarm gibidir. Yalnızlığımızı ve eksikliğimizi hatırlatan…

Mesela ilk soluğumuzu alırken avaz avaz ağlarız ciğerimizin acısından. Canımızı ilk yakan, güvenle teslim edildiğimiz elleridir doktorumuzun; ya da maharetli ebemizin… İnsan bu ilk darbeyi yedikten sonra iflah olmaz artık. Koşa koşa gittiğimiz parkta sabır ve sıkıntıyla beklediğimiz salıncak sırasını kendimizden büyük ve güç yetiremeyecek kadar kalender duran çocuğa kaptırınca anlarız; aslında güçlü olanı sever salıncaklar bile… O anki üzüntü ve hınçla, annemize koşarız bir umut. Fakat “Ne ağlıyorsun sürekli?” diyerek yüzümüze inen tokadın şaşkınlığıyla donup kalır içimiz. Kaskatı kesilir minik bedenimiz. Bir an başımızı kaldırıp gözlerinin içine bakarız o melek kadının: “Neden?” diye. Ama umarsızca geçiştirilince kalbimiz, işte o zaman fark ederiz: Canımızı asıl acıtan salıncakların adaletsizliği değil, alıştığımız ilk kokunun sahibi annemizdir. Yine de ondan vazgeçemeyip, yanına otururuz acımız geçsin diye. Dizlerimizi karnımıza doğru çekip, kendi kollarımızla sarıp bacaklarımızı, bileğimizi kendi ellerimizle kavrarız. Ve başımız dizlerimizin üstünde… Neyse, zaten her anne geçmez bir izdir gözlerimizde.

Birazcık büyüyünce, adına okul denen çalar saatin içine gireriz. Her şey dakikası dakikasına bellidir de; dakikaların içi, alabildiğine anlık ve kendiliğinden gelişir. İşte o dakikaların  en çekilmezi olan, matematik derslerinden birinde ilk ihaneti tadarız. En sevdiğimiz sıra arkadaşımız olan o sıska ve gözlüklü kızla tam da kıkır kıkır gülerken; arkasını dönen çatık kaşlı ters bakışlı öğretmene “Ben gülmedim, o güldü öğretmenim!” diyen arkadaşımız sayesinde bir çizik daha atılır kalbimize.  Hayat bu, hep kötü şeyler getirmez tabii diye düşünüp hayatımızın aşkını buluruz sonunda. Buluruz bulmasına da, gerisini ben yazmayayım sevgili okur. Artık bundan sonrasını da sen anla. Herkesin içindedir o en büyük kapanmayan yara…

Kapanmayan Yaralar

Konuklarımızın diğer yazılarına da göz atabilirsiniz.

Bizleri instagram üzerinden de takip edebilirsiniz.

Kapanmayan Yaralar

İlginizi Çekebilir
8 mart

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir