Yazamayan Korsan Günlükleri: Coronavirus Part II/Hasret
0

Yazamayan Korsan Günlükleri: Coronavirus Part II/Hasret

Yazamayan korsanın ikinci part günlüğü. Nam-ı diğer “Hasret”. Neye hasret, kime hasret? Hele şimdilerde kocaman listeler oluşturulabilir sanırım bu sorulara. Ben şimdilik bir girizgâh yapayım da günlüğün sonuna cevaplarız belki.

***

“Çocukluğumun bayram sabahları” diye bir deyiş oluşturdu popüler kültür. Popüler kültürü çok sevdiğimden değil de bu deyişi sevdiğimden yazdım. Bana Masal Anlatma diye bir film var, Ay Peri’ye söylediği söz bu, esas oğlanın. Zaten anne babası sultanın askerleri tarafından okla öldürülen biri için başka ne söylenebilirdi? Neyse, konu bu değil tabi. Konu bayram sabahları… Bugün işte o bayram sabahı. Çocukluğumunki gibi değil elbet. İlk defa kimseye sarılamadığımız-ben gibi yaşayanlar için özellikle-bir bayram. Oysa şimdi yeşillerden buket olmuş köyümün orta yerinde bayramlaşma telaşı olacaktı. Biz bir gün öncesinden laz böreklerini, baklavaları açacaktık; karalahana sarmaları yapılacaktı sonra, anneannemi ziyaret, eh bir de bayram temizliği. İnsan alıştığının/ulaştığının nankörüdür ya, bu da öyle bir şey. Bir rutin olan bu zamanlar, normal şartlarda koşarak kaçılan “adetler”. Şimdilerde hepsine hasret.

***

Bir defter var, üç aydır. İçinde bin renkten boncuk, bir sürü renkten ve türden çiçek, hatmiler, nergisler, şakayıklar… Sonra…küstüm otları, unutmabeniler… Unutulmaya yüz tutmuş şimşir ağaçları, çam ormanlarının kokuları, bembeyaz bulutlar, yemyeşil ağaçlar… Kelimeler sıra sıra. Sadece kelimeler mi? Anılar, çocukluklar, dondurmalı tatlılar, ekşili şuruplar. İnsan, ad verdiğini sahiplenirmiş. Defterin bir adı var: Kaptanın Seyir Defteri. Vakti gelince kendi yolunu bir mektupla bulacak. Öyle ya, bir mektubun yüzü suyu hürmetine dönmüyor mu bu dünya?

***

“Sevmek bil ki doğmaktır yeni baştan” diyor bir şarkıda. Bu ara kitaplardan “Bozkırın Sırrı”nı yeniden gözden geçiriyorum. Çok da güzel bir soru var orada, hatta sorular. Birini çektim buraya: “Bir çift kanadın var, ateşe uçan kanat yanar; ateşe uçmayan kanat ne işe yarar? Ateşe uçmayan, uçamayan, bunu göze alamayan bir çift kanatla yaşamak…” Bununla beyin yakarken bir diğeri de eklenmiş: “Düşünebildiğin en büyük sızı nedir?”

Sızı. Taşların arasından, toprağın içinde; insanın can evinden, gönlünün sır köşesinde.

***

Karantinada hasret olduklarımı yazmadan öğrendiklerimi yazmam gerek. Hepsini de Onur Hoca’dan öğrendim. Ne öğrendim?

Misal Ahmet Hamdi Tanpınar, bizim Proust’umuzmuş. Kimlik karmaşamıza ayna tutmuş. Ki Mahur Beste kitabını da kimse bilmez, inanılmaz bir tahlil vardır insanın bozulmasının telafisinin olmayacağına dair. Siirt’te Fransızca öğrenmiş. Cümle hataları varmış eserlerinde ancak bunu bilmemezlikten değil; yazdığı bütünle uyumlu olsun diye yaparmış. Orhan Veli, Melih Cevdet ve Yusuf Atılgan, onun öğrencileriymiş. Yetiştirdiği öğrencilere bakınca insan onun gibi bir öğretmen olmayı istemiyor değil. Köksüz şeylerin daima yüzdüğünü ve daima bir karşı sahil aradığını bildiği için, “kök” onun için mühimmiş; şiirinde “kökü bende bir sarmaşık olmuş dünya sezmekteyim” dizesini kullanacak kadar mühimmiş.

Dostoyevski, kumarbaz, her şeye kuşkuyla bakan, dünyadan nefret eden bir insanmış. Bu, onun muazzam bir yetenek olduğunu değiştirmiyor elbet. Saatlerce cümleleriyle uğraşırmış. İnsanın kendi ile olan ilişkisi başlamış, o yazmaya başlayınca. Babası, onun büyük travmalarındanmış. Freud, Dostoyevski sayesinde ID, Ego ve Superego kavramlarını tanımlamış. Sara hastalığı yüzünden çok derin uyurmuş. Yeraltından Notlar’da aslında kendisiyle hesaplaşmış.

Peyami Safa, “bir tereddütün adamı”. Fatih Harbiye romanıyla ilk defa Türk toplumuna “Sen nerelisin?” sorusunu sormuş. “Doğulu musun Batılı mısın?”. Batı, “ölçü” demekmiş; doğuda ise ölçü yokmuş. On beş bin kelime ile roman yazan tek kişiymiş. Türkü, Türk’ten gelirmiş; şarkı, Şark’tan.

Reşat Nuri Güntekin, Türk Edebiyatı’nın en ünlü romanını-Çalıkuşu- yazmış. Bir kuşak-özellikle hanımlar-, sadece bu kitabı okuyabilmek için okuma yazma öğrenmiş. Babası, kulağının ve çenesinin ahenge alışması için her gün dört mısra şiir ezberletirmiş.

***

Hasret…

“Bir şeyin veya bir kişinin yokluğundan dolayı duyulan acı ve özlem duygusu. Arapçadan dilimize geçmiş. Eksik veya yoksun olma mânâsındaki husr kelimesinden türetilmiş.” Lügat’ın 171. sayfası, 208. kelimesi. Ahmed Arif’in deyişi ile “Ben ki 29 yaşındayım. Ama binlerce yıldır seni arıyor, hasretini çekiyorum.”

Neye hasret? Kime hasret?

Annemin kucağına. Babamın ocağına. Dağların yeşiline. Denizin mavisine. Gökçe göğün pamuklarına. Yağız yerin kokusuna. Yazın ilk dondurmasına. Filbahri kokusuna. Hocam ile kitap tahliline, Türk müziği akşamlarına. Bir başka hocamın balkonundaki kahve sohbetine. Doya doya sarılmaya. Okuldaki odamda sabah kahvesi ile makale okumaya. Gitar kursuna. Yağmurda ıslanmaya. Çam kozalaklarını koklamaya. Deniz kabuklarını dinlemeye. Saatlerce kitapçıda, almasam da kitapları talan etmeye. Çimlere uzanmaya. Denize karşı dua etmeye. Erzurum üzerinden Rize’ye varmaya. Ovit’te durup dağları seyretmeye. Artvin Cankurtaran’dan denize selam vermeye. Gönderilen mektuplara. Tamamlanan şiirlere. Hiç olmadık zamanları çiçeklendiren şarkılara, türkülere. Ebru yapmaya. Üflenen nağmelere. Medovik yerken muhabbet etmeye. Muhabbette çiçek, gönle sır olana. Gönlün orta yerindekilere. Rize’ye. Balıkesir’e. Samsun’a. İzmir’e. Ankara’ya.

Bizleri instagram üzerinden de takip edebilirsiniz.

Yazamayan Korsan Günlükleri: Coronavirus Part II/Hasret

İlginizi Çekebilir

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir