0

Işıl Bayraktar kimdir, Işıl Bayraktar’ın eşi nereli, Işıl Bayraktar nerede yaşıyor Röportajı, eşi Nikolaj, oğlu Teo ve hayatları hakkında, Işıl Bayraktar Thomsen, Işıl Bayraktar eşi kimdir, Işıl Bayraktar kimle evlendi…

Onu İZ Tv’de yayınladığı belgesellerden tanıyordum. O dünyayı gezerken, ben ve benim gibi yüzlerce genç Işıl Bayraktar’ın adımladığı yerleri gezmenin hayalini kuruyordu. Farklı ülkelerin kültürlerini sevecen tavırlarıyla evlerimize taşıyan Işıl, o belgesellerden birinde sımsıcak bir ilişkinin ilk anlarını da yansıtmıştı bizlere. Şimdilerde Danimarka’da bir çiftlikte o masalsı aşkın tatlı kahramanlarıyla güzel bir hayat yaşıyor. Çok şeyden uzak, sevginin hamurunu yoğuruyor.

Bu röportajla yeni, yenilenmiş Işıl’ı sizlerle buluşturmaktan büyük bir mutluluk duyuyorum.

 

Korsan Edebiyat: Öncelikle sizi tanıyalım. Işıl Bayraktar kimdir?

Işıl Bayraktar: Tam olarak bilmiyorum. Ama kaba hatlarla cevap verecek olursam; İstanbul’da doğdum büyüdüm, seyyah çıktım, belgeseller yaptım, bir gün Hindistan’da aşık oldum ve onun peşi sıra Danimarka’ya göçüp anne oldum. Bir çiftlikte yaşıyorum. Sebze yetiştiriyor ve bağımsız belgeseller yapmaya devam ediyorum.

 

KEd.: Eşiniz Nikolaj ve oğlunuz Teo ile kurduğunuz dünyada neler var ve neler yok?

Işıl B.: Bir dere var. Dereboyunda dizilmiş asırlık ağaçlar arasından biri, üç gövdeli bir meşe. Deredeki kocamış kökleri arasında dinlenen ördekler oluyor bazen. Tarlamız var. Burada yetiştirdiğimiz her renkten sebze var. Solucan, arı, uğur böceği, tarla faresi, kuş vb. hayvanlar da tarlada ekmeğinin peşinde. Teo 1,5 yaşından beri biz toprakla çalışırken yanımızda takılıyor. Hayvanları, sebzeleri, bitkileri inceliyor, toprakla oynuyor. Çiftlikte yabani yemiş çalıları ve meyve ağaçları var. Ağustos ayında yer gök böğürtlen ve frenk üzümü, haziranda kiraz ve erik, eylülde elma, sonbahardan kışa geçerken de ceviz. Çatlayana kadar yiyoruz. Anlatacak şeyler sonsuz. Ama son olarak biraz ıhlamur ağaçlarından bahsederek dünyamızda var olan şeyleri bitireyim ve dünyamızda var olmayan şeylerden de bahsedeyim… Çiftliğin girişinde iki dev ıhlamur ağacı var. Mayıs ortasında çiçek açıyorlar. Evin penceresini açtığımda içeri dolan kokuları alkol gibi kanımıza girip bizi sarhoş ediyor. Çiftlikte yetişen arılar da aynını yaşıyor olmalı ki, uzunca bir süre bu iki dev ıhlamurun çiçeğinden başka çiçeğe konmaz oluyorlar. Yalnız çiftliktekiler değil. Muhtemelen bu partiye dışardan katılan arılar da var. Çünkü yüzlerce değil, binlercesinden bahsediyorum. Doluştukları çiçeklerden vızıldamaya başladıklarında karşı koymam güç bir büyü yapıyorlar. Bu büyüyle iki dev ıhlamur ağacı yüksek sesle titreşip etrafa koku salan dev bir portala dönüşüyor. Ondan meskenim, haziran başı sıklıkla ıhlamurlar altı. “Ağustos Böceğine Ağıt”ı orada besteledim…

Dünyamızda olmayan şeyler de saymakla bitmez. Trafik, egzos, sabah alarmı, hız, binalar, televizyon, kalabalık, kredi kartı, kaldırımlar, üretmeden tüketme, bir manik bozukluk olarak alışveriş, pazartesi sendromu, çok para… falan. Çok şey var, olmayan. Olmamasına en memnun kaldığım şey; “sürekli iyi olmam gerektiği” beklentisi. Ben bazen mutsuzum. Nedeni çok basit. Çünkü hayat acı şeylerle de dolu. Ve bu kesinlikle benim kontrolümde değil. Ama kontrolümde olduğuna inandığım şey; acıyla karşılaştığımda ona vereceğim tepki. Tam manasıyla mutluluk- sıkça karıştırılan hedonist tatminlerden bahsetmiyorum, bence ancak acıyı kabul etmekle başlayabilecek bir yolculuk. Bu söylediğim kaybeden edebiyatıyla karıştırılmamalı. Bu dünyanın Akyarlar sahiline vurmuş bir çocuk cesedi varken, durmaksızın hayatın ne de güzel olduğunu muştulayan erekte söylemlere katılmadığım gibi, her şey berbat herkes iğrenç ne biçim dünya sanrısını da dar açılı bir görüş niteliyorum. Çare bence orta yolu bulmakta. Gitarın teline ayar çekmek gibi. Ne çok gerip koparmak, ne çok gevşetip boşta sallamak gerek. Hayatın akoru öyle  ortalarda bir yerde galiba. Kurduğumuz dünyada bunları düşünmeme engel zorundalıklar yok. Mutsuzsam, bunu yanlış sayıp geri itmiyorum. Mutsuzluğuma sebep düşüncelerimi, derenin akan suyunu izler gibi izliyorum. Duygularıma lodos vurduğunda gemiyi terk etmemeyi seçiyorum. O düşünceler ve duygular yağmur yüklü kara bulutlar gibi hep gelecekler ve hep geçecekler. Sanırım önemli olan, bu yüklü bulutları reddeden sikindirik bir şemsiyedense, onları hep bağrına basan gökyüzünün bilgeliğine öykünmek.

 

KEd.: Eşiniz Nikolaj’ı, İZ TV’ye hazırlayıp sunduğunuz belgeselde sizin çok samimi ifadelerinizle tanımıştık. Peki sizin tanışıklığınız o belgeselle mi oldu, yoksa daha öncesi de var mı?

Işıl B.: Evet. Belgeselde de belgeli olduğu gibi Nikolaj’la Hindistan’da tanıştım. Yolculuğumun üçüncü haftası Rishikesh’deydim. Bir sabah erken Ganj kenarındaki Ashram’lardan birinin terasına yoga yapmaya gittim. Nikolaj’ı ilk burada gördüm. Gözleri kapalı, lotus pozisyonunda oturmuş, arkasında da Rishikesh tepeleri ve Ganj. Ne güzel bir çocuk diye içimden geçirdim. Ertesi gün elimde kamera, Beatles’ın 1968 yılında gelip uzun süre kaldığı ve “White Album”deki şakıları yazdığı Ashram’a doğru yola koyuldum. Ashram, Ganj kenarında bir cangılın içinde. Akşam olunca içerde kaplanların fink attığı yemyeşil ve vahşi bir cangıl. Girişinde bir kapı var. Ve böyle güzel bir kapının bence dünyada eşi yok. Ganj’ın taşlarıyla yapılmış. Kameramı bu kapıdan girişimi en iyi açıdan görecek taşın üzerine koydum. En sevdiğim ışık ters ışık da yıkılıyor renklerle falan. Kayıt tuşuna bastım, ekrandan çıktım ve sıfırdan yürümeye başladım. Kapıdan geçtim. Sonra bu aynı girişi bir de kapının ardındaki açıdan çekmek için geri dönüp kameramı aldım. Kapıdan ikinci defa, elimde kamerayla girerken Nikolaj’ı gördüm. Cangılın içinden kapıya doğru geldi. Birbirimize selam verip konuşmaya başladık. İçerisi nasıl diye sordum. “Incredible” dedi. Sonra, Hindistan’daki her sırt çantalının yaptığı gibi iç güdüsel bir bilgi alışverişine girdik. Nerede kalıyorsun? Ne kadara? Banyoda sıcak su var mı? Nerede yemek yiyorsun? vs. Ona aynı akşam, yani 10 aralık 2011 gecesi, ay tutulması olacağını ve Moksha adlı kafede bir müzik çemberi yapılacağını söyledim. Sözleştik. Akşam Moksha’ya gittim. Sakin bir kalabalık vardı. Yer döşeklerinde oturmuş tanıdık yüzlerle selamlaştım. Kafenin kırmızı duvarlarından birinin önünde, ayakta üç kişi vardı. Nikolaj onlardan biri. Yanına gidip merhaba dedim. Elinde bir kalemle bana döndü. Kafedeki her milletten insan bu kırmızı duvara kendi dilinde “aşk” yazıyormuş. Nikolaj’a hangi dilde yazdığını sordum, “danca”  dedi. Kalemi bana verip hangi dilde yazacağımı sordu, “türkçe” dedim. Ve onun yazdığı “kærlighed“ kelimesinin yanına “aşk“ yazdım. O günden beri beraberiz.

 

KEd.: Oğlunuzla kurduğunuz diyalog gerçekten çok eğlenceli. Teo çok güzel bir dünyada büyüyor. Peki Onun geleceği için kaygılarınız var mı?

Işıl B.: Tüm dünyanın geleceği için kaygılarım var. Ve bu haklı kaygıyı kontrol altına alınabildiği sürece çok sağlıklı buluyorum. Sağlıksız olan, yüzümüze çarpan tehlikeli gerçekler karşısında kaygılanmamak, ya da bunu görmezden gelip bastırmak olur.

Tehlikeyi bertaraf kaygılanmadan başlayabilir mi? Kaygı iyi ki var ki aç aslanların ortasında elimizde muzla gülümsememişiz. Gönül rahatlığıyla kaygılanmalıyız. Ne var ki kaygıya “kapılmamalıyız”. ⁣

Kapılıp kontrolü kaybetmemek için artık büyük bir kozumuz var. Birinci çoğula geçmiş bu cümlelerden de anlaşılabileceği gibi bu gelecek kaygısında “ortağız”. Bu ortaklık bizi dünya büyüklüğünde bir dev yapıyor. Bu dev, aç aslanlara bakıp tonlarca muz yiyebilir, sıkıntı yok, aç aslanlar düşünsün. Devi uyandırmak için parçayı değil bütünü görmek, bireysel değil birlikte düşünmek gerek sanırım. Eklem sıvısı internet olan bu koca deve dönüşünce, bizi biraraya getiren kaygı da kendiliğinden dönüşecek bence. Enerjisi elektriğe dönüştürülmüş rüzgar gibi. Geldiğimiz, en azından benim geldiğim son nokta itibariyle, ufukta başka çare görünmüyor.

Geldiğim son nokta Danimarka’daki bu pastoral çiftlik. Ve ben genelde yağmuruyla ünlü bu noktada, geçtiğimiz yaz kuraklık yaşadım. Yağmur yağmadı. Küresel ısınmayı canlı yayında izleme qeyfi diyelim. Bazı günler sıcaktan tarlaya çıkamadık. Yeşil yapraklarını kırmadan kaldırıp etli beyaz tomurlarındaki geometriyi seyretmeye doyamadığım karnabahar, oluşamadı. Susuzluktan. Ve sıcakta peydahlanan bir böcekten. Turpgillerden beslenen bu böcek beyaz lahana, pak çoy, turp ve alabaşa da dadandı. Alabaş eflâtununu bilir misiniz? Morla ikiz? Biyodinamik tarım külliyatında mor sebzenin rengi Mars gezegeni etkisidir. Oysa bu yaz Mars eflâtunu değemeden alabaş kurudu. Tüm bunlar olurken komşumuz İsveç ormanlarında sıcaktan yangın çıktı desem ve keşke siz de bu berbat espriye hiç gülmeseniz. Ama İsveç ormanlarında mayıs ayında başlayan yangın temmuz sonuna kadar söndürülemedi. Danimarka dahil diğer İskandinav ülkeleri yardım ettiyse de hem de… Atmosfere saldığı karbondioksit eşliğinde kül olup aramızdan ayrılan alan 250 km2. Bu olan bitene ben de her duyarlı insan gibi kaygılı ve tepkiliydim. Ancak insanlığımdan çıkıp içimdeki hayvanla el sıkışmam sıcak bir ağustos gününe denk geldi. O günden beri bu savaşcı hayvanımın emrindeyim.

O gün Teo’yu almaya bisikletle kreşe gidiyorum. Öğleden sonra saat 3-4 civarı. Tarlaya sıcaktan çıkamadığımız, haftalık meteoroloji tahminlerine göre bir süre daha çıkamayacağımızı öğrendiğimiz günlerden biri. Komşu tarlaların yanından geçiyorum. Toprak yüz yaşında nine suratı. Oluk oluk çatlak. Rüzgar tribünleri kımıltısız. Durmuş da olsa günde iki kere doğru zamanı gösterecek saatin umudunu durmuş rüzgar tribünlerinde de görebilmeye kendimi zorluyorum. Biraz yel olsa belki bu umudu görebileceğim. Ama yel yok. Hani bisiklet sürerken insanın içinden geçtiği havada, bir pedal önce bulunduğu yerin boşluğuna bir akım olur. Bir pedal önceki yerinde yeller eser insanın yani. İşte öyle bir yel yok. Çünkü hava bayılmış. Böyle böyle 4 kilometre sonunda kreşe geliyorum. Bisikleti dışardaki bir duvara yaslıyorum. Oyun bahçesine açılan kırmızı kapının sürgüsünü çekip içeri giriyorum. Kapı kendiliğinden kapananlardan. Herkes bahçede. Çocuklar etrafa serpişmiş. Ağaca çıkan, üç teker bisiklet binen, kaydıraktan kayan, kum havuzunda oynayan bir iki deste çocuğu gözetip gözetleyen pedogaglardan, Teo’nun sınıf sorumlusu Kamilla ile selamlaşıyorum. Eliyle kum havuzundaki kayığı işaret ediyor. İlerliyorum. Teo arkası dönük kuma oturmuş, elindeki küreğe doldurduğu kumu kovaya boşaltıyor. Kreşe gittiğimde bir köşede ses etmeden durup onu gözlemlemeyi seviyorum. Hissettirmeden ona bakıp birkaç dakika sonra görüş alanına giriyorum. Benim orada olduğumu fark ettiğinde yüzünde oluşan bir ifade var. Beni algılaması, mesajın beyne gitmesi ve suratında  beliren tebessümden oluşan bu ifade toplamda iki saniye sürüyor. Hızlı çekimde bir çiçeğin açışını seyretmek gibi. Bu beni iyileştiriyor. Ekspres şifa. İşte bu saf sebepten yine yanında bir süre bekliyorum. Bu defa içimden öylesi geliyor ve Teo! diye yavaşca sesleniyorum. Görmeye alışkın olduğum ifadeyi bekliyorum. Bana dönüyor. Suratında o aynı çiçek. Açıyor. Ama bu defa bende mesaj yerine gitmiyor. Bana döndüğünde Teo’nun yanaklarını görüyorum. Şimdiye kadar hiç böyle kırmızı görmediğim yanaklarını. Koruyucu kremi, şapkası ve gölgede oynamasına rağmen onun yanaklarını kızartan sıcak, beni de o an hiç yakmadığı kadar yakıyor. O gün Teo’nun yanaklarında gördüğü kırmızıyla ateşlenmiş bir boğam var. Ve eminim yalnız değil. 

 

KEd.: Danimarka’da bir çiftlikte yaşıyorsunuz. Bir gününüz genel olarak nasıl geçiyor?

Işıl Bayraktar: Mevsime göre değişiyor tabii. Ama ben dört mevsimin kesişim kümesinden bahsedeyim. Ailemizdeki horozluk mesaisi Teo’da. Arada ondan erken kalktığım oluyor ama genelde o ne zaman uyanır ve yatağa yanıma gelirse gün başlamış oluyor. Uyanıyorum. Yataktan hiç de zıpkın gibi fırlamıyorum. Uyku aleminden çıkış, rüyada görülenleri kavrayış ve ardından zihnimin en üst katındaki gündelik algı reseptörleri katına erişim, bir hidrolik asansör kadar aheste. Yenileyip hız kazandırmaya lüzum görmediğim değerli bir antika gibi. Ardından günlük kıyafetlerimi giyiyorum. İç çamaşırı hariç aynı kıyafetleri en az 3 gün giyiyorum. Çok az giysim var. Hemen hepsi ya ikinci el, ya ta Türkiye’den taşıdığım eski bir parça, ya da eş dost eskisi. Vadesi dolana kadar kullandıklarımı ikinci el dükkanlara geri veriyorum. Yerine ucuz, kullanılmış ama iyi durumda başka bir kıyafet alıyorum. Danimarka’daki Kızıl Haç ikinci el dükkânları çok aktif. Verdiğim para ihtiyacı olanlara yardıma gidiyor. İşte bu az ama öz kıyafetlerimden birini giyiyor ve banyoya gidiyorum. İç işlerimi düzene soktuktan sonra, muhakkak kahvaltıdan önce dişlerimi fırçalıyor ve mümkünse Teo’ya da fırçalattırıyorum. Ama bazen mümkün olmuyor, hiç de kahvaltıdan önce diş fırçalamak istemiyor. Üstelemiyorum. Elzem ve yaşamsal mevzular dışında Teo’ya kural koymamaya gayret ediyorum. Ona kurduğum -meli -malı’lı cümleleri çoklaşmış fark edersem frene basıp durmayı huy edinebildim. Orta yolu bulmaya çalışıyorum. Kendimi de cendereye sokmadan tabii. Anne önce kendi mutlu olacak ki çocuğu da mutlu etsin. Uçaklardaki hava maskesini önce kendine sonra çocuğa takman gerekmesi de aynı sebepten…

Kişisel bakım faslından sonra mutfak radyosunu açıyorum. Sabahları klasik müzik çalan bir İsveç kanalına sabit. Kahvaltıdan önce bir büyük bardak yeşil çay içiyorum. Sonra Nikolaj’la münavebeli olarak kahvaltı ve Teo’nun beslenmesini hazırlıyoruz. Teo’nun ana okulu konusunda şanslıyız. Giriş çıkış saatleri serbest. Ne yiyeceğine biz karar veriyoruz. Her gün gitmesi gerekmiyor ve evde kaldığı günler de oluyor. Yanısıra, yıllık gelirimiz asgari altı oluğu için devlet bizden yalnızca sembolik bir para alıyor. Falan filan… İşte bu kahvaltı faslından sonra Teo kreşe gidiyor. Hava güzelse bisikletle ben götürüyorum, değilse Nikolaj arabayla götürüyor. Günlük ev işleri ve yogadan sonra, günün seyri mevsime ve moduma göre değişiyor. İlkbahar ve yaz aylarında it gibi çalışıyoruz. Tarla işleri bambaşka bir başlık. Uzun, detaylı ve hayatımızla sarmal bir felsefesi var. Tarlada öğle paydosundan sonra etraftan bir şeyler toplaya toplaya eve gidiyoruz. Maydanoz, soğan, salatalık, domates, havuç…kafamıza göre. Saat 12.30-13.00 gibi öğle yemeği yiyoruz. Bu sırada radyo yine açık oluyor. Ama öğlen saatlerinde ekseriyetle sikko pop çaldığı için kapatıyoruz. Yazsa ve pencereler açıksa, kuş sesi en güzel müzik zaten. Öğle yemeğinde yiyip içtiklerimizin en az yarısı ya bizim kendi yetiştirdiğimiz ya da çevre üreticilerden satın aldığımız şeyler. İlaçsız, zehirsiz, küçük ölçekli ve yerel yetişmiş besin, insanın ihtiyacı olan tek ilaç. İşte böyle hem karnımızı hem kafamızı doyuruyoruz. Saat 15.30 gibi Teo’yu kreşten alıyoruz. Onunla muhabbet ve birlikte doğada gevşemek hayattaki ana motivasyonum. Akşam üzeri 17 gibi yavaştan yemek yapmaya başlıyoruz. Nikolaj yemek gurumuz. Akşam yemeklerini genelde onun yaratıcılığına bırakıyorum. Teo saat 8 gibi yatıyor. Sonra biz Nikolaj’la koltuğa gömülüyor, bir şeyler izliyor, okuyor, öyle takılıyor ve sonra uyuyoruz. Çiftlik hayatının iskeleti bu. Onu ete büründüren kalbi ve fikri aktivitelerimi, yanlış anlaşılmayacaksam, sosyal medyadan paylaştığımı belirtmek isterim. 12 yıldır ortalardayım ve bunun son 1,5 yılı itibariyle de sosyal medyada. Niyetim kendi tanınırlığımı genişletmek değil. Tersine, ufak bir nokta olarak kalıp üzerimden geçen doğruların sonsuzluğunu yitirmemeyi seçiyorum. Niyetim doğrularımız kesişsin. Çünkü hiçbir şey tek başına anlam ifade etmiyor. Suyla karışmadan un ekmek olmuyor.

 

KEd.: Hemen hemen herkesin dünyayı gezme hayali vardır. Siz bunu ete kemiğe büründüren birisiniz. Bu hayali gerçekleştirmek isteyenlere önerileriniz nelerdir?

Işıl Bayraktar: Herkes gezmek istiyor. Bu çok güzel. Sanırım bir Kızılderili atasözüydü, diyordu ki “Yerimizde duracak olsaydık, ayak değil köklerimiz olurdu.” Hem bu yüzden, hem de içine doğduğu senaryonun üzerine teğellediği kimlik yamalarından  sökülmek için insanın başka diyarlara gitmesi gerektiğinden, gezmek büyük edinim.

Ne var ki gezmek isteğinden ziyâde, gezmek istemekteki niyetin netleşmesi gerektiği kanaatindeyim. Çünkü bence hayatın verdiği karşılık, eylemin kendine değil ama, o eyleme ivme veren niyete.

Genelde hayattaki beklentilerimizi, eylemlerimiz üzerinden kuruyoruz. Dünyayı gezersem kendimi bulacağım, bağış yaparsam sevaba gireceğim ya da kırsala taşınırsam mutlu olacağım gibi. Çünkü bize bu öğretiliyor. Aynı uyurken dinletilen bir hipnoz kasedi gibi, dünyadaki çıkar odaklarının bizi uyuturken anlattığı ucuz masallar hep “şekil” odaklı. Sen dışardan göründüğünsün ve süper olmak zorundasın diyor dünyayı yöneten şirketler. Süperlik tanımını da bu aynı temelsiz inşaadaki taşıyıcı kolon olarak servis ediyor. Kırışmayacaksın, çatlamayacaksın, yaşlanmayacaksın, yorulacak ve yorgun görünmeyeceksin, üzülmeyeceksin (çünkü üzülünce içine dönüp kendini bir ihtimal bulma yolculuğuna ayıracağın vakit eşittir eksik nakit ), mutluluğu nesnelerde arayacaksın…falan. ⁣

Çark mı ettin? “Hiç sorun değil” diyor yaşam müteahhitleri, “bak şu reyonda ilaçlarımız var, hemen yanındaki reyonda da spiritüel bilgelik”.

Dünyayı gezmek biz farkında değilken içimize atılmış GDO’lu bir şekilcilik tohumundan yeşermişse, bu itkiyi yemeyelim, yedirmeyelim derim. Yeşermesi gereken atalık tohumu, doğarken içimizde getiriyoruz zaten. Bu tohumun içindeki gülü, araç gereçle çıkaramayız. Tek yapılabilecek, ona açması için gereken koşulları sağlamak. Isı, ışık, su gibi. Kaldı ki, insan doğasının iklimi de öyle kendiliğinden ışıklı ve ısılı. Bu en net bir canlı doğduğunda deneyimleniyor. Tohum çatlıyor ve içinden açığa çıkan yaşam bilgisi şu; “sevgi, şefkat ve süte programlıyım”. Bir insanın doğup gelişmesine şahit olan herkes bunu görüyorken “şiddet insanın içinde, çünkü insan vahşi ve rekabetçi” boncuklarını, kaba dilimi mazur görün, kim hangi götünden sıçıyor bilmiyorum.

İnsan özünde mis bir tohum. Bu gerçeğin açığa çıkmasına müsaade etmek gerek. Bütün duyu organlarını nesnelere, şekillere, saçma amaçlara kapatırsa insan, hayatın ışığı, ısısı ve suyu kendi içinde açığa çıkıyor ve o tohum kendiliğinden yeşeriyor diye düşünüyorum. Dünyayı gezmek de böyle başlamalı sanırım. Adımını gözü kapalı atmalı insan. Bir beyaz tavşan olmalı icabında, deliklere de girebilmeli. Yeter ki tavşanın çektiği tek niyet “huzur” olsun. Çünkü içinde huzur olmayınca dünyayı değil uzayı gezsen neye yarar?

 

KEd.: Gezdiğiniz yerlerde sizi en çok etkileyen ülke neresiydi?

Işıl Bayraktar: Hindistan.

 

KEd.: Danimarka’da bir çiftlikte yaşamınızı sürdürmektesiniz. Organik tarımla uğraşıp tamamen doğayla iç içe ve uyumlu bir yaşam tarzını benimsediniz. Başkaları için macera olarak görülebilecek bu hayat tarzını seçmeye sizi yönelten neydi?

Işıl Bayraktar: Yaşadığım her şey. Ne eksik ne fazla. Çünkü durduğumuz son yer oraya kadarki tüm adımlarımız toplamı aslında. Nikolaj ve ben, hayatta aynı önceliklere sahibiz. Kendi huzurumuz yanında etraftamıza da huzur verebilmek temelinde bir hayat inşaa etmek istiyorduk. Zaten son çeyrek yüzyıldır dünyada olup biten karşısında başka bir seçenek mümkün mü artık bilmiyorum. Doğaya dönüş, resti çekip masadan kalkmak demek. Öte yandan, şartları elvermediği için eli kolu bağlı bir dolu insan var. Ve bu yüzden yaraya tuz basar gibi şehirleri boklamak da bana adil gelmiyor. Evet, doğaya dönüş büyük bir sağaltım. Ancak bunu yeni bir macera ya da trend olarak görmemek lazım. Her şey, hayattan beklentimizi netleştirmekten geçiyor. Bayıldığım bir kelime değil ama “farkındalık” bizi düze çıkaracak statik enerjinin ta kendisi. Biz bunu kinetiğe dönüştürebilecek imkanlara sahiptik. Aynı imkanlara sahip binlerce insan da bizim gibi düşünüp çarktan sıyrılıyor. Böylelikle bu kinetiğin titreşimi artıyor. Soruya dönecek olursak, Nikolaj ile doğa ve doğal olanın izinden yürümeyi seçtik. Çünkü içimizdeki pusula doğadaki arkaik mutluluğu gösteriyor.

KEd.: Üst soruya paralel olarak, bizler ne yapmalıyız? Yapay bir döngüde, popüler olanın doğru kabul edildiği bu çarkın dişlilerini kıramasak bile, nasıl kurtulacağız bu yapaylıktan?

Işıl Bayraktar: Dünyaya gelmiş ya da gelecek hiç kimse aynı parmak izine sahip olmadı. Ayak izlerimiz de böyle aslında. Hepimizin geçtiği yollar farklı. Dolayısıyla bir yöntem formüle edeceksek, bu yöntem dünyadaki her birey için geçerli olmalı. “Acı patlıcanı kırağı çalmaz” sözünü hayatında patlıcan görmemiş bir eskimoya nasıl çevirirsin? Söz konusu bu yapay çarktan çıkmak olunca da aynı şey geçerli. Mutluluk, kişiye ya da duruma özel bir çeviri olmamalı. Özgürlük ve huzur, işini bugün bırakıp kırsala kaçabilecekler için tasarlanmış bir kurtuluşta barınıyor olmamalı. Doğadaki iyileştirici gücü inkâr etmeyeceğim. Ama insanın kafası özgür değilse doğa bir yolunu bulup içine nüfuz edemez. Maddi sorunsuz ve bedenen özgür çok insan tanıdım, mutsuz. Formül üretirken bu gerçekten de içine iyi bir tutam katmak lazım. Kafamızı netleştirelim önce. Yediğimiz yiyeceğe, soluduğumuz havaya zerk ettikleri zehri görelim. Ağaçların kesilmesine, nehirlere baraj çekilmesine romantiklik olsun diye karşı çıkmayalım. Ağaçların bizim ciğerlerimiz olduğunu kavrayabilelim artık. Satın alma hastalığını zihnimize bir zehir gibi enjekte eden reklamların kalleşliğini görebilmek için uyanalım yatırıldığımız bu rüyadan bence. Çanlar bizim için çalıyor.

 

KEd.: İnsanlar deneyimledikleri olaylar ve okudukları kitaplarla belli bir bakış açısı kazanıyorlar. Sizin dönüm nokta(ları)nız ve sizi etkileyen kitaplar nelerdir?

Işıl Bayraktar: Sanılanın aksine kitap kurdu değilim. Sürekli okuyorum ama bunun az kısmını kitaplar, makaleler oluşturuyor. Okuduğum şeyler harfsiz. Doğa, insanlar, rüyalarım, duygularım, zihnim… gibi. Fakat hayatımı değiştiren bir dönüm noktası var. Beni ve hayatımı değiştiren bir an hatta.

Bu sadece çok yakınım olan üç beş kişiyle paylaşabildiğim bir deneyimdi. Ama kimse bu deneyimi tam olarak anlayabildi mi emin değilim. Aradan on altı sene geçtikten sonra ilk defa anlatacağım. Çünkü ilk defa soruldu. Fakat bu hikayenin akılla algılanması mümkün mü bilmiyorum. En azından ben, bana ne olduğunu anlayabilmeyi çok denedim, ama bu mümkün olmadı. Yaşadığımın bir tarifi olsaydı, herhalde terapi koltuklarında geçirdiğim yedi yıl bunu anlatabilmeye yeterli bir süre olurdu. Koltukta genel olarak varlığımı hissedemediğimden ve bunun çok büyük bir acı olduğundan bahsediyordum. İzahsız bir acıydı gerçi. Belki yandığım alevin gölgesi olabilecek tek kelime; hiçlikti. Hayatımı değiştiren bu deneyim süresince, dünyevi herhangi bir gaile ona tutunacak kadar gerçek gelmiyordu. Kendim ve benim olduğunu sandığım her şey buna dahil. O zamana kadar okuduğum hiçbir kitap, izlediğim hiçbir film, dinlediğim hiçbir müzik ya da bildiğimi sandığım hiçbir şey artık bir anlam ifade etmez oldu. Doktorların depresyon, yaygın anksiyete bozukluğu ve panik atak tabir ettiği bu cehennemde çok uzun süre yaşadım. Arkadaşlarımı, dostlarımı, yakın ilişkim olan herkesi ve her şeyi kaybettim. Onlar da haklıydı. Yok oldum çünkü. Beni göremediler. Acımın derinliğini görebilen tek kişi vardı. O da annem. Kaç defa öldüysem o beni o kadar aldı yine doğurdu. Ve bana bu hiçlikte en çok koyan şey, annemin sevgisini bile hissedememek oldu. Ben de gözlerimi kapadım. Karanlık bir evrende elimde tek bir mumla kaldım. Tek ışığım o mumdaki inanç aleviydi. Bir gün yeniden doğacağıma inandım, çünkü başka çarem yoktu. Bir kara deliktim anlayacağınız. Ki ne garip, beni ve her şeyi değiştiren o anın, böyle bir acıya dönüşüp beni yıllarca yakacağını hiç tahmin edemezdim.

Çünkü bilakis, o anı yaşadıktan sonra uzunca bir süre, yaklaşık 1,5 yıl kadar, başım gökte dolaşmıştım. Düpedüz kimyasal bir değişimden geçtiğimi herkes görebiliyordu. Mutluluktan öte bir deneyimdi bu başta. Kutsal dersem abartmış olmam. Çünkü o andan sonra istisnasız her şeyi çok sevmeye, çok sevdiğim için de anlamaya başlamıştım. Doğayı hep sevdim. Ama o ana kadar hiç, bir ağacın yeşiline bu kadar güzel olunur mu diye ağlamamıştım. Okulda süper, Müjdat Gezen Actor Studio’da döktüren, aile ve dost bağları katmerlenmiş, hisleri çok kuvvetli bir insana dönüşüverdim falan. Bu yüzden, tersine çevrilmiş bir kum saati gibi başaşağı yuvarlanacağımı hiç düşünmedim.

2003 yazının temmuz ayıydı. Ben birine aşık oldum. Ve bu aşkı hiç söyleyemedim. Başımın göğe erdiği 1,5 yıl sonunda yavaş yavaş hastalandım. Önce gece gündüz öksürmeye başladım. Babam doktor, bütün tetkikler yapıldı ve bir şey bulunamadı. Velhasıl, nefes alamamak suretiyle geçirdiğim ilk panik atakla beraber, hayatımın en uzun ve karanlık yolculuğu başlamış oldu. Aşık olduğum suretle orada burada karşılaştım. Ve o surette artık hiçbir mânâ göremedim.  Yolculuğum Hindistan’da sona erdi. Nikolaj’ın suretinde kaybettiğim mânâyı yeniden buldum çünkü. Bugün yazdığım, yaşadığım, bildiğim ve söylediğim her şeyi bu ölüme ve yeniden doğuma borçluyum.

 

KEd: Gezip gördüğünüz, deneyimlediğiniz ve ekrana yansımayan onlarca hikâyeye sahipsiniz. Bunları ve kurduğunuz o doğal yaşamı bizlere aktarmak amacıyla, kitap yazmayı düşünüyor musunuz?

Işıl B.: Evet.

 

KEd.: Halihazırda Youtube kanalınızda yeni belgesellerinizi yayınlamaktasınız. Peki bunun dışında başka projeler var mı?

Işıl BayraktarIşıl Bayraktar: Tek projem huzurlu olmak ve bunu başkalarıyla paylaşmak. Hakkaniyetli olduğu sürece bana sunulacak her işbirliğine varım. Ama sponsor aramamı gerektirecek ya da emeğim üzerinden kâr güdecek bir kapıya doğru adım atmayacağım. Bu minvalde diyebilirim ki, içimden Teo’yla bir yolculuk geçiyor. Danimarka’daki “Papatya Yolu” üzerinde bisikletli bir yolculuk yapmak istiyorum onunla. Belgesel haline getirebilirsem, bu aynı “Aile Boyu Hindistan” gibi, Teo’ya bıraktığım başka bir anı olacak. Bakalım. Kısmet tabii.

 

KEd.: Bize vaktinizi ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

Işıl Bayraktar: Bilmukabele. Yine beklerim.

 

Işıl Bayraktar’ın Youtube Kanalı’na ulaşmak için tıklayın…

Işıl Bayraktar’ın İnstagram Hesabına ulaşmak için tıklayın…

Not: Fotoğrafların bir kısmı mateusz.kaczan‘a aittir.

Yazarın (KorsanKalem) diğer yazılarına da göz atabilirsiniz.

 

İlginizi Çekebilir

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir