Şahsiyetten “Zülüf”e
0

Şahsiyetten “Zülüf”e

Fert, tip ve şahsiyet kavramları üzerine Mehmet Kaplan’ın yazdığı bir bölüm var, “Yeni Bir İnsan Tipi Yaratmak” başlıklı makalesi. Fert kavramı orada “insanın kendine has varlığı” olarak ele alınmış, yani var oluşu ile aldıkları, katıksız kendi, doğduğu an itibariyle varlığı; tip ise “fert”in bir heykel misali şekillendirilmiş, fazlalıklarının mümkün olduğunca atıldığı en “medeni” hâli. Şahsiyet ise tipin ferdiyetle birleşmiş hâli olarak tanımlanıyor. Şahsiyetin en önemli bileşeni kültür… Ne demek kültür? “Benimsenen ve geliştirilen değerler”… Buna her şeyi dâhil edebilirsiniz ama bunlar insanın kalbini güzelleştirip, çevresinde kendine has olanla çeşitlendirme yapılabilen şeyler… Misal sabah “günaydın”, akşam “iyi akşamlar” sözcüklerini çalıştığınız yerdeki arkadaşlarınızdan esirgememek; teşekkür etmek, yerlere çöp atmamak, tükürmemek, insana insan olduğu için değer verebilmek vs. vs. Bunları o kadar çok genişletebiliriz ki… Genişlettikçe şahsiyetler de çeşitlenir ki özü de buradadır. Ne kadar mevcutsa bu benimsenen ve geliştirilen değerler bir insanda, şahsiyetler de çeşitlenir, çoğalır. Ki şahsiyetten bahsediyorsak bulunduğu toplumu şekillendirebilecek gücü de barındıran birilerinden bahsediyoruz demektir. İtina ister, incelik ister; çünkü kültür inceliklerin çizdiği patikalarla inşa edilir. Narmanlı Han’ı Tanpınar’ın mirası diye peşkeş çekmemek, onu bir müzeye çevirebilmek bir inceliktir mesela, bir kültürdür; ya da yüz yıl önceki sokağı aynı şekilde bulabilmek de kültürdür; neden her gidilen Avrupa şehrinde “old town” ismiyle bir bölüm var, bir düşünmek lazım, kültür neresinde saklı bu kentlerin? Peki, son dönemde “şahsiyet” sahibi kaç kişi sayabilirsiniz çevrenizde?

Bir edebiyat dersinde yine hocamla bir kitap tahlilini yaparken hocam, “Roman karakterlerinin fiziki ve ruhsal tasvirlerini yapabilmek önemlidir, çünkü o tasvirler bir noktada sizin çevrenizdeki insanların da tasvirleri olacak… Bir bakacaksınız ki çevrenizdeki insanları okuduğunuz kitaplardaki karakterlerle harmanlamaya başlayacaksınız ve hmm bu Selim Pusat, bu kesinlikle Raskolnikov, Madam Bovary, Feride, Gregor Samsa vs. demeye başlayacaksınız.” demişti. O zamanlar ne demek istediğini anlamıştım da kafamın içindeki karakterler o kadar azdı ki ve çevremdekiler de bu karakterlere o kadar uymuyordu ki acaba nerede hata yapıyorum diye sormuştum kendime… Henüz okumadığım o kadar çok kitap vardı ki (hâlâ çoklar, o ayrı). Okudukça çevremdekilerin de karakterleri belirlenmeye başladı. Misal şu an çevremde olanlara bakıyorum, en çok kim var? Gençliğim Eyvah’taki İhtiyar’lar çokça sarmış etrafımı. Şair’deki Tuleyle var mesela. Riyakâr, yan çizmekte usta, zora gelince kaçan, kaypak, sevmeyi bilmeyen ayran gönüllü; Sara sonra, gönlünün içinde ne yapacağına karar veremeyen, ne yardan ne serden vazgeçebilen… Ölü Canlar’daki karakterler neredeyse canlanmış, Gogol yaşasaydı mutlu olur muydu acaba, bu çağda bile karakterleri hâlâ yaşıyor diye… Bugün de bu karakterlere eklenen biriyle karşılaşınca tüm bunları tekrar düşünmeye başladım. Aslında insan hiç değişmiyor, etrafımızdaki tipler hep aynı, sadece her çağda farklı bir suretle karşımıza çıkıyorlar; tıpkı romanlardaki gibi. Her romanda karakterin adı farklı, hikâyesi farklı, olaylar farklı ama o olaylara verdiği tepkiler, insana ve hayata karşı duruşlar hep aynı. İnsan çünkü, en dipte olmak da en tepede olmak da ancak ona bahşedilmiş. İsterse… Kendi isterse, istemek mühim! İsteğine göre şekillenir her şey. Yoksa neden konuşacaktık ki insan olmadıklarına hiçbir şüphem olmayan, kadına, çocuğa, mazluma, kendinden olmayana, farklıya tahammül edemeyip onu yok etmeyi bir maharet olarak görenleri? Konuşuyoruz çünkü derdimiz var. Dert, insan. Bizatihi kendisi. Bir nefes sonrası bile meçhulken ırza, namusa göz dikmiş; hukuka, adalete gözlerini kapatmış; kendi zevki, aç gözlülüğüne bahaneler uydurarak dar ediyor dünyayı. Kime? Özünde kendine ama görünürde kendinden başka herkese… Raskolnikov’un suç tahlili geliyor aklıma. Bir rüya ile başlıyor aslında yaşlı kadını öldürme macerası, daha doğrusu o kadını öldürebileceğini, o düşüncelerin kendi içinde olduğunu bir rüya ile fark ediyor, önce korkuyor ama sonra… Sonra suçluları, suçu düşünmeye başlıyor, “…nasıl oluyor da bütün suçlular böylesine kolay meydana çıkıyor, hemen hemen bütün suçluların izleri böylesine çabuk bulunmuyor!…Şimdi asıl mesele şu: suçu doğuran hastalık mıdır, yoksa, özel niteliğine göre suç mu her zaman hastalığa benzer bir şey doğurur?” Kararsız elbet Raskolnikov ama kararını aslında vermiş, kendi farkında değil. Özünde hastalık olmadan, suçu nasıl doğurabilirsin? Mesele hastalığı fark edip “kendini bilmek”te. Bunu sadece bir cinayet olarak düşünmemek gerek. Hastalık dediğimiz, önce ruhta başlar. Ruhu hasta olmayanın kendi de hasta olmaz zaten fiziki olarak. Nedir peki bu hastalıklara kök olan, can veren? Bencillik? Kıskançlık? Adaletsizlik? Yalancılık? İkiyüzlülük? Hırsızlık? Korkaklık? Dilsiz şeytanlık? Bu liste uzar gider. İnsan kendini bilmeli, bildikçe varlığını sorgulamalı, ne için var olduğunu; öyle ya bir mavinin içinde pamuk olmuş, gün ışığına selam veren yeşilleri görmek bahşedilmiş sana, neden? Bir sor, neden? Ki bu sorudan Raşit Ulaş’ın da dediği gibi şuraya varacaksın: “Varlığının meşruiyetini nereden/kimden alıyorsun? Partinden mi, ideolojinden mi, değerlerinden mi, kalbinden mi, hocandan mı, yoksa sadece insan olmandan mı? Zihnimizde, varlığımızı nasıl meşru kıldığımızı bulmak, varlığımızı anlamlandırmak için ilk adım olacak.”

Varlığının meşruiyetini kalbinden, insan olmaktan alabilmek ne bulunmaz nimet. Belki o zaman gerçek şahsiyetler de çıkar bir gün karşımıza, belli mi olur?

***

Bu yazı madem şahsiyetler üzerinden gidiyor, etrafımda nadir bulunanları da yazmak iyi olacak. Misal Muhsin Çelebi diyebileceğim sadece tek kişi var. Ya da Köse Vezir. Ya da Selim Pusat. Edebiyat Hocam. Kimseye eyvallahı olmayanlardan. “Yae bu sağcı, bunun yazdığını okuma”, “ooo bu pis komünist, bırak yae” demeyen.  Sağı solu ötesi berisi nedir diye bakmadan, hakikatin peşinde olan. Gösterişi, şaşaayı umursamayan, sadece “kul ol, hür ol” düsturu ile yaşayan. Öyle binlerce fotoğraftı, kelimeydi etrafa saçmayan. “Söz ancak değer gördüğü yerde konuşulmalı, kelamın kıymeti var” diyenlerden. Herkesin bildiğinin sır olmadığını bilen; herkese her mecradan kendine ait her şeyi ifşa etmenin de iyi bir şey olmadığını bilen. Her daim adalet ve hak olanın peşinde olan… Kadını ya da erkeğine bakmadan, insan olanı insan olduğu için değerli bilen, ona göre insanı okuyan, insana muhabbeti olan. Yunus olanları tanımadım hiç, bilmiyorum. Yunus’un Elif’i olanlara da rast gelmedim. Elif kız. Hâlâ Nezihe Araz’ın yazdığı “Dertli Dolap”taki karakterler onlar. Yunus, yazdığı mısralarla zaten canlı, kanlı ama benim çevrem için yanından yöresinden geçebilen yok. Selim Pusat’ı eleştiren de çok. Oysa o da Muhsin Çelebi gibi biri. Bu tipler bulundukları anda ve mekânda olmuyorlar hiç. Hep ileride, hep gönülleri dumanlı, ince sızılı ama ona rağmen mağrur, az gülen; her daim dertli, insanı dert eden. Bir de Nur var. Hep arayan. Hiç bulamayan. Bulmanın feda etmekten geçtiğini ancak kendinden vazgeçince öğrenen. Sanırım bu anneannemdi ve şimdi de annemde var. Ondan bir parçayı taşıdığıma seviniyorum, en azından damarlarımda onlardan bir parça var. Ruh? Onu kimse bilmiyor.

***

Yine bir Dil Tengî şarkısı var etrafta. Sardı melodileri. Önümde veda eden bir gün. Ekruları, morları, hafiften sarıları beyaza karışmış, mavileri masal yaprağı olmuş; yeşilin içinde eriyen bir gök denizi. Bu yeşillerin her yaprağında bin türlü anısı var bunları yazanın. Memleketinde olmak insanı biraz melankolik yapıyor sanırım ya da ben hep böyleydim, bilmiyorum; bildiğim önümde sırtını dönmüş giden bir gün var ve ben ömrümün en güzel gidişlerini hep burada izledim. Şanslıyım. Ihlamurların kokusu var, yağmur vardı az önce, toprakla buluştuğunda bir kokusu var; Yansımalar’ın “Yağmur Sonu” anlatmış o kokuyu. İsmi ile müsemma. Dinleyince sizi buraya ışınlar mı bilmem ama her insanın yağmurunun yağdığı bir toprak, o toprak ile bir tohumu sardığı bir yürek ile o toprağa hasrettiği bir kokusu var ve kendine has. Siz onu dinleyince sizi kendi toprağınıza, o toprağınızda yüreğinizle can verdiğiniz tohuma götürür.

Dil Tengî’den başladık nerelere vardık… Dil Tengî’yi yaza yaza onları sevenlere burada ihanet ediyormuşum gibi geliyor. İnsanlar genelde sevdikleri grupların, müzisyenlerin herkes tarafından bilinmesini istemez ama yapacak bir şey yok, çünkü gerçekten iyiler. En son Neşet Ertaş’ın eserlerinden birini yeniden düzenlemişler, ekleyeceğim linki aşağıya, kesinlikle şahane. Dinlenmesi gerek. Hele bir neyzen var, kimdir o, necidir; keşke hepsi ile tanışma onlarla bir muhabbette buluşma imkânım olsa.

Yeşilin mavisine sırtını döndüğü bu dağların, kokusu yağmuruna karıştığı bu vaktinde, dert ile geze geze usandığını anlatan Neşet Ertaş’a bin selam, göğün kapısına bin hasret.

https://www.youtube.com/watch?v=x1gT-7UuWYU

Konuklarımızın diğer yazılarına da göz atabilirsiniz. Şahsiyetten

Bizleri instagram üzerinden de takip edebilirsiniz. Şahsiyetten

Şahsiyetten “Zülüf”e

İlginizi Çekebilir

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir