Karlar Ülkesi’nin Selim Pusat’ı
  1. Anasayfa
  2. Deneme

Karlar Ülkesi’nin Selim Pusat’ı

0

Karlar Ülkesi’nin Selim Pusat’ı

Şebnem Ferah’ın bir şarkısı var, “Sil Baştan” diye başlayıp devam eden. Bu yazı hem merhaba, hem de sil baştan yazısı. Dostoyevski’nin meşhur romanı Suç ve Ceza’da Raskolnikov hapse girdikten sonra, tüm cezasını çekerken ikinci bir hayatının Sonya ile başladığını düşünüyor ve önce kendi bağışlamaya karar veriyor kendini. Yeni bir zaman başlıyor onun için. Sonya ya da Sofia, Dostoyevski’nin gerçek hayatta ölen kızının adı aynı zamanda. Zaten o hayat, taaa ilk tanıştığında Sonya’nın ayaklarına kapanarak, onun ayaklarını öpmesiyle başlıyor; ancak bunun farkına varması biraz zaman alıyor. Benim öyle büyük bir hikâyem yok, herkes kadar, herkes gibi insan olmaya çalışıyorum. O büyük son gelmeden, aldığım nefesin sebebini bulup hiç olmak niyetim. Becerebilir miyim? Bilmiyorum. Yazarak çare arıyorum, bir parça yardımı olmuyor değil.

***

Bugün kendimi Selim Pusat gibi hissediyorum. Kamlançu ülkesinde, kafasında milyon tane şey var, bir yandan Güntülü’nün aşkına esir olmuş bir deli subay. Oysa esir olduğu Güntülü değil, her okuyan bu sebeple linç ediyor onu. Neymiş efendim, Selim Pusat evliymiş, nasıl aldatırmış eşini? Yahu adam hiç olduğu zamanda yaşamıyor ki, ne aldatması?… Güntülü onun kafasında, hayali bir karakter işte. Kafası bir dünya, her zaman bir şey ile meşgul. Onun kadar ağır değil belki benim sınavım, belki onun gibi demirden parmaklıkların içerisinde iki büklüm hapsolmadım henüz; ama onu hissediyorum, anlıyorum. Benim parmaklıkları olmayan hapishanem koca dağların tepesinde, bir karlar ülkesinde; etrafında kendini anlamayan bir güruhtan oluşuyor.

Bir insanın başına gelebilecek en kötü şey, etrafının onu anlamayan insanlarla çevrili olmasıymış, tecrübe ederek anlıyor bunu insan. Hakikat bir güneş gibi öylece ortada ışırken, gözlerini yakarken, nasıl olur da göremez senin gördüğünü diğer insanlar? Neden? Bunu sorguluyorum. Gözünü kapatamayacağın kadar ayan her şey oysa… Bugün hakikat olanı anlatmak için perişan olduğum şey, bir öğretmenin asla Türkçeyi doğru konuşmadan sınıfta öğretmenlik yapamayacağı meselesiydi. Neden? Çünkü Türk devleti sınırları içerisinde yaşıyorsun ve bu ülkenin anayasasının da belirttiği gibi ana dil, resmi dil Türkçe. Ötesi yok. Birbirimizi anlamak, fikirler inşa etmek, yeni keşiflere çıkmak, farklı kültürü tanımak, farklı dilin benim dilimdeki karşılığını bulmak; kelimeyi doğru şekilde anlayıp doğru şekilde ifade edebilmekten geçiyor. İnsan anlamadığını anlamlandıramaz. Anlamlandıramadığını ifade edemez. İfade edemediğinin hayalini kuramaz. Hayal kuramayan insan bir koca bozkırda kurumuş kalmış, susuzluktan çatlamış çorak topraklara benzer. Ne yeşerir o toprakta? Hangi tohumu sarıp sarmalayabilir o toprak, nasıl can verir ona? Can veremediği hiçbir şeyi anlayamaz. Dil, mühim. Hayalini besleyen, seni yeşerten en önemli şey… Çünkü insan kelimeleriyle var. Kelimeler olmadan nesin sen? Bir sor kendine! Sen, en kıymet verdiğini, çocuğunu bir öğretmene emanet edeceksin ve bu öğretmen doğru dürüst dilini bile konuşamayacak? Kendi dilini konuşamayan biri neyi anlatabilir? Neyi anlayabilir? Senin çocuğunun dilini bilir mi? Kalbine dokunabilir mi? İnsan bu hakikati neden görmez? Görmüyorlar. Gerçeklik çok başka onlar için. O kadar çok farklı gerçekliklere gark etmişler ki kendilerini; hakikatin yolunu kaybetmişler. Düşünmüyorlar. Oysa insanın ruhunun temel besini, düşünmek. Düşünmedikçe kendinden yiyor, kendini parçalıyor insan; farkında değil.

***

Bir de zaman var tabi. Güneş sıcaklığını çekti bu gün itibariyle bu topraklardan. “Benim güneşim uzaklarda kaldı”ların o “uzaklar” dediği yerdeyim. Hâlâ… Hep o uzaklardaydım. Bir karlar ülkesinin bir güneşin ışığıyla ısınamayacağını, güneşin hep uzaklarda olacağını; zamanın da buna çanak tutacağını bilmek gerek. Zaman… Bir değirmen. Kötü olan ne varsa paramparça ediyor, toza çeviriyor. Kötü yanı da bunu yaparken kötüyü sırf kötü olduğu için değil, onun işi o olduğu için un ufak ediyor. Yanında iyileri de parçalıyor. Güzel bir akşamı mı batırdın en güzel mekânda, zamanı mı genişlettin muhteşem insanlarla; hiç umuru değil. Hepsi eriyor, kayboluyor o değirmende. Kötü ile birlikte iyiyi de öğütüyor. Yani o güneşin ısıtmadığıymış, vay efendim Cevdet Karal’ın şiirlerinin tamamlanmasıymış, hepsi hikâye. Aslolan zaman. Bir de o zamanda aldığın nefes. Rüzgâr mı dalganın çocuğu, dalga mı rüzgârın müsebbibi bilinmez. Aslolan nefes.

***

Bir karıncanın ezilmemesi için bin çaba harcamak; bir teşekkürün neden edilmesi gerektiğine dair nutuklar çekmek kolay; eh, bunca inceliği düşünürken bir insanın kalbini kırmak da kolay… İnsan kalbi bunca inceliğe değmez mi? Oysa en çok değmesi gereken değil mi?

Bir Tokat türküsü var şimdi dilimde. İnceliklerle, bir güzeli anlatmış da anlatmış:

“bir güzeli methedeyim bari alem yanmasın
pervaneler gibi herdem can-u alem yanmasın
hüsnüne mağrurlanırsın yusuf-u kenan mısın
mah yüzüne bir nikap tut ben yandım el yanmasın

ebruların şemine yanmaktadır pervaneler
al yanağın gamzesine dizilmiş dürdaneler
zülcelalin hikmetinden ne doğurur anneler
mah yüzüne bir nikap tut ben yandım el yanmasın

gözlerin inkara benzer ebrular keman olur
ne zaman yüzüne baksam katlime ferman olur
yüzünü görse bir kafir şüphesiz iman bulur
mah yüzüne bir nikap tut ben yandım el yanmasın”

Daha ne desin ki? Ne anlatsın… Varsın, bize dinlemesi kalsın…

Filhakikas için zamanın güneşsiz yüzü başlasın. Hoş buldum!

**Kapak fotoğrafı için Sinem Hızlı Alkan’a teşekkürler.

Yazarın (filhakikas) diğer yazılarına da göz atabilirsiniz.

Bizleri instagram üzerinden de takip edebilirsiniz.

Karlar Ülkesi’nin Selim Pusat’ı

İlginizi Çekebilir
Tablo

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir