Sinekli Bakkal’ın Rabia’sı, Demeter’in Persephone’si: Bir Son Hikâyesi “Kırık Tahtalar Kumpanyası”
  1. Anasayfa
  2. Deneme

Sinekli Bakkal’ın Rabia’sı, Demeter’in Persephone’si: Bir Son Hikâyesi “Kırık Tahtalar Kumpanyası”

0

Sinekli Bakkal’ın Rabia’sı, Demeter’in Persephone’si: Bir Son Hikâyesi “Kırık Tahtalar Kumpanyası”

Sinekli Bakkal’ın Rabia’sı gibiyim şu zamanlarda. Daha doğrusu onun ruh âlemindeki hezeyanları, o büyük buhranlarından ziyade ortada olup bitenlere karşı olan hissizliğim, sessizliğim, soğukluğum. Bilal evlendiği akşam, aslında umuru değil hiçbir şey ama yine de içi tuhaf. Bir de Peregrini var tabi, anca piyano çalsın o da…

Peregrini’nin çaldığı her nota Rabia’yı kendine getiriyordu, kendi içinde yolculuklara çıkmasına sebep oluyordu. Oysa Peregrini bir araç, Rabia’nın hesaplaşması kendi içinde. Hiç tanımadan büyüdüğü babasıyla, ilk gençlik zamanlarında karşılaştıktan sonra bambaşka bir zamanın da keşfini yapıyor aslında kendi içinde. İnsanın birden fazla zamanı varmış ya kendinde, işte Rabia da o zamanları kendi içinde çoğaltıyor babasıyla. Sonra…”Gökte Samanyolu bir sırma kemerdir.” diyenleri anıyor… İstanbul’un büyüsüne kapılmış. Halide Edip işte, “aramanın güzelliği, hiç bulamayışın acısı”. O güzel sokakları, Boğaz’ın o anlatıldığı gibi keyfini hiç çıkaramamış olan ben gibiler için muazzam kitap. Bir de Onur Hoca’nın tavsiyesi yine, Abdülhak Şinasi Hisar’ın Boğaziçi Mehtapları’nı okumak gerekmiş.

***

Aslında bunca girizgâh, bir son hikâyesi için.

***

Oysa ne güzel başlar her şey. Bu istisnasız “başlangıçlar”ın hepsi için geçerli. Birine âşık olduğunuzda da biriyle tanıştığınızda da bir kitaba başladığınızda da bu böyledir. Yeni bir zaman, yeni bir mekânın ya da yeni bir işin de başlangıcı böyledir. Güzeldir. Güzelin tarifi o an için biraz korku, biraz tuhaflık, biraz mutluluk. Hepsinin karışımından bir hormon karmaşası… Serotonin, oksitosin, adrenalin, bir parça vasopressin. Bildiğim bütün hormonları sıralamış olabilirim ama fiziki karşılığı tam olarak bu. Aliye Mutlu’nun Fikrimin İnce Gülü çalıyor aslında şu an. Onun sesi kadar hazin bir son. Bir koku olsaydı neyle anlatılırdı diye düşünüyorum bu son. Meşhur Guerlain’in Jicky adlı efsane parfümünün bir daha asla o ilk zamanki hâlini bulamayacak olmak gibi. Sardunyalar, gülağaçları, yaseminler, portakal çiçekleri, irisler, amberler, bergamotlar, sümbülteberler… Bir parfümörün, envai çeşit kokuyu bir araya getirip de bir parfümün dip notalarına gömdüğü bir koku misali. Yine de müge kokusundan başkası gelmiyor aklıma. Hz. İsa’yı çarmıhta gerilmiş görünce Meryem Ana’nın gözlerinden dökülen yaşların kokusuymuş bu koku. Derler ki cennetin kapılarının her iki yanında müge çiçekleri varmış ve iyi bir ruh içeri girdiğinde çan gibi salınarak öterlermiş.

Sonra Tanrı Demeter geliyor aklıma. Ne hazindir onun da hikâyesi… Kelime kökeninde başlayalım yine… Demeter, yani “Danmater”. Dan, Tanrı; Mater, Ana. “Tanrı Ana” demek. Tanyeli, Tan, Tanrı; hep bununla bağlantılı. Dumu, Temmuz; üremek. Bu kelimeler hep birbiri ile iç içe. Bereket Tanrıçası yani. Bolluk bereketin kaynağı; Demeter, yani kadın… Eh bizim tanrıçamızın hikâyesine gelirsek… Persephone, Demeter’in biricik kızı, orman perileriyle birlikte çiçek toplarken bir nergis görür ve onu koparmak için uzaklaşır. Tabi ona âşık olan Hades-yer altı tanrısı- fırsat bu fırsat deyip Persephone’yi yakaladığı gibi yer altı dünyasına götürür. Persephone yer altına inerken o kadar çok ağlar ki annesi onun sesini duyduktan sonra her yerde kızını aramaya başlar. Tanrıça kızını bulmak uğruna bütün dünyayı dolaşır, ancak ona dair hiçbir iz bulamaz. Dokuz gün dokuz gece boyunca yemek yemez, yıkanmaz, uyumaz. Demeter onuncu günde tanrıçalardan Hekate ile karşılaşır. Persephone’nin olayını duyan Hekate, Demeter’i her şeyi gören ve her şeyi bilen Güneş Tanrısı Helios’un yanına götürür. Helios hem yeri hem göğü her an izlediğinden mütevellit, Persephone’nin kaçırılmasını da görür elbet. Eh, olan biteni Demeter’e anlatır. Tüm olanları öğrenen Demeter; öfkeden, acıdan, üzüntüden kahrolur. Öyle canı yanar ki, bu acıyla Olympos’u ve tanrıça görevlerini terk eder. Tanrıçanın yüz çevirdiği dünyada, kıtlık ve açlık başlar. Bu arada Persephone’ye ne oluyor derseniz; Hades, annesini unutsun diye kızımıza nar yedirir. Eh, narı yiyen kızımız, annesini unutur. Kızının acısıyla kavrulan Demeter, neredeyse bir yıl boyunca tanrısal görevlerini ihmal etmiştir. Ki bu durum Zeus’un-Tanrılar Tanrısı- kulağına gidince, duruma müdahale edilir. Çünkü gidişat açlık, kıtlık ve nihayetinde insanlığın sonudur. Ancak ne var ki Demeter, kızını görmeden hiçbir görevine geri dönmeye niyetli değildir. Kızını görene kadar ne toprağa, ne insana; hiçbir şey vermemeye kararlıdır. Durumun vahametini anlayan Zeus, bu kez Hades’e bir haberci gönderir-ki Hermes’tir bu haberci, tanrıların en kurnazı, en hızlısı- ve kızı yeryüzüne göndermesini ister; insanlığın mutluluğu için bunun artık şart olduğunu iletir. Hades, kızın gitmesine kolaylıkla izin verir, çünkü öncesinde annesini unutsun diye Persephone’ye nar yedirmiştir. Ki bu nar tanelerini yer altında yiyenler için özel bir durum vardır: Ölüler ülkesinde bir şey yiyenin yeryüzüne dönmesi yasaktır. Haliyle gitse de Persephone, geri dönmek zorundadır. Nihayetinde kızımız annesiyle kavuşur. Mutluluk, sevinç, gözyaşları… Ancak her mutlu anın bir sonu vardır. Yediği nar tanelerinden bahsedince Persephone, Demeter durumun farkına varır. Kızı, yanında kalamayacaktır. Bu durumdan haberdar olan Zeus, iki tarafı da memnun edecek bir karar alır. Persephone, yılın dört ayı toprak altında ölüler kraliçesi olacak; sekiz ayı toprak üstünde-annesinin yanında- kalacaktır.

Derler ki Demeter, kızının gelişine sevindiğinden mütevellit, toprağı da insanı da sevindirir. Toprağa envaiçeşit çiçek, meyve, sebze ve ekinler bahşeder. Kızı gittiğinde ise üzüntüsünden hem insanı hem toprağı soldurur. Bir döngüdür bu, insanın ölümlü olmadığı bir değişim-dönüşüm hikâyesi. Sonsuzlukta kalabilmek için o dört aylık acı çekilmeli; çekilmeli ki insan var olabilsin. “Hakka yürüdü” derler miydi öyle olmasaydı? Ya “ölümden ne korkarsın/korkma ebedi varsın” diyen Yunus Emre hiç haksız olabilir mi?

“Dem bu demdir…”

***

Bir Demeter hikâyesi değil elbet, ama bir kumpanya hikâyesi vardı bir zamanlar Karlar Ülkesi’nin. Şarkı da bundan mıdır bilinmez, “Gamzedeyim deva bulmam” diyor; hem de Tatyos Efendi’nin o muhteşem notalarına Melihat Gülses eşlik ediyor… Kırık olan tahtadan hiç kumpanya olur mu diye sormuyoruz tabi en başta; o ilk olanın, başlangıcın büyüsüne kapılıyoruz. Öyle de kapılmıştık işte. Her biri kendine has karakteri olan altı kişi. İlk çözülme içlerinden birinin deniz kıyısına gitmesiyle başladı. Deniz kıyıları hep böyledir. Hep bir ayrılık, hep o “kenar etkisi”nin havası. Bir halkadan kopan ilk zincir, bir tespihten kopan ilk tane. Artık hiçbir şey eskisi gibi değildir. “Çürük bir sandalla, kıyısını bulamadığımız uçsuz bucaksız denize açılmak”, böyle tanımlamış Cemil Meriç; aslında bizimki bu kadar bile değildi de galiba benim yaptığım buydu. Sonra diğeri, bozkırın ortasına göç etti. Eh, haliyle ortada çok kimse kalmadı. Daha doğrusu kalanların pek tadı kalmadı. Herkesi ortak bir zamanda buluşturma çabaları da işe yaramadı. Ezcümle, kumpanya görünürde var olsa da aslında tamamen asistanın kafasında var olmuştu. Hakikatte var olmayanın, önünde sonunda yok olması da kaçınılmazdı. Nihayetinde zamanın birinde kubbede hoş bir sada bırakan bu grubun yerinde yeller esiyor artık. En azından asistan için bu böyle. Bundan yedi yıl önce de böyle bir güzelliği vardı asistanın. Orda da benzerini yaşamıştı. Demeter’in döngüsü her daim var sanırım. O şanslı olan, yılın dört ayı bekliyor sadece. Asistanın döngüsü yedi yıl. Bir sonraki yedi, neyi getirir ki?

Sinekli Bakkal’da buna cevaben şöyle bir şey yazar: “İnsanlar karışık işlemelerde birbirine girip çıkan renk renk iplikler gibi. Ucunu, izini tamamen kaybettim zannettiğin biri birdenbire karşına çıkıyor, seninle birleşiyor, haydi yeniden şekil yaratıyorsunuz.”

***

Posta Kutusundaki Mızıka diye bir kitap var, Ali Ural’ın en sevdiğim kitabı. Her kelimesi “Sevgili Dost”a ithafen yazılır. Çok zaman bu kitabı almak istediklerim oldu hep, ama bir türlü denk gelip de alamadım. Bu yaz üç kişiye nasip oldu. Onlardan biri, beni yetiştirendi. Diğeri, bana can olan. Sonuncusu ise kelimelerime sahip çıkmayan. En sonuncusu, en çok can yakan. İnsanların kelimeleri emanet edeceği çağ değilmiş bu çağ, insan üzülerek de olsa öğreniyor. Mektuplar, önemi olmayan kâğıt parçaları; değersiz artık insanların gözünde. Bunları unutmamak gerekiyor. Kâğıda akseden kelimelerimiz bir müge çiçeğinin kokusu kadar zor bulunan cinsten artık. Herkese mektup yazılmayacağı gibi herkesten de mektup alamayacağımız bir çağda yaşıyoruz. Sahi en son kime mektup yazdınız? Ne zaman? Ya size mektup yazan biri var mı?

***

O tatlı kitapta çok sevdiğim bir kısımdan da bahsetmeden edemeyeceğim:

“Sevgili dost,

Bugün yazmak değil, konuşmak istiyordum seninle ama yine yazdım.

Sevgili dost,

O halde sen konuş!”

***

Malum, sonları yazınca, hüzünden hallice bir hâlet-i ruhiye. Mektuplara iliştik biraz. Başlangıç Sinekli Bakkal’ın Rabia’sıydı; bitiriş de onunla olsun. Kitapta çokça sorguluyor, çokça sorgulatıyor. İnsanı, insana dair var oluşu, sonu, sonrayı… Bir yerde şöyle geçiriyor, aslında hiçbir zaman bir “son”un olmayışını:

“Her şey an, an nûr içinde, sonra daimî karanlık… İşte geldi, işte gidiyor… İnsan ömrü, kâinatın hayatı nur içinde bir an görünüp sönen hayal… Bir gölge oyunu.”

***

Bir gölgede, kelimeleri avucunda kalakalmış; üflenen notaları bile artık dinleyecek gücü kalmamışlara umut niyetine, bu da şarkısı olsun.

https://www.youtube.com/watch?v=gEfW7EbmlDo&list=RDTg3Ct-lp3W0&index=9

Yazarın (filhakikas) diğer yazılarına da göz atabilirsiniz.

Bizleri instagram üzerinden de takip edebilirsiniz.

Sinekli Bakkal’ın Rabia’sı, Demeter’in Persephone’si: Bir Son Hikâyesi “Kırık Tahtalar Kumpanyası”

İlginizi Çekebilir
Soran Olursa

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir