Sene Sonu Yazısı: 2022
  1. Anasayfa
  2. Deneme
Trendlerdeki Yazı

Sene Sonu Yazısı: 2022

"İlk defa bir yılın her parçası bu kadar çabuk, bu kadar hızlı aktı; fark etmeden yaşlanıyorum-yaş alıyorum-"

2

Sene Sonu Yazısı: 2022

Başlamak, beste yapmaya benziyor sanırım. Hiç beste yapmamış biri olarak, bir şeyi hiç yapmadığım bir şeye benzetmenin ne ile tarif edileceğini bilmiyorum, ama tanıdık bir hissi var. Beste, “bağ” demekmiş. İnsan bağ kuramadığı hiçbir şeye ait hissedemiyor. Varacağı yere usulünce gidebilmesi için köklerinin bağlı olduğu yeri bilmeli. Bir yolu “bestelemek” de Türk müziği makamlarının oluşum hikâyesi oluyor. Şu an kulağımda dolaşan mesela: Ferahfezâ. Hammâmîzâde İsmail Dede Efendi’nin muazzam eseri. Üzerinden kaç yıl geçse, her yıl yeniden kökleri daha da derine salınacak, aidiyeti bin yıl geçse hatırlatacak. Bir girizgâh için seçilebilecek en güzel makam. Neyin girizgâhı?

“Bilinmediğim zamanın. Gençlik ölümlerinin saklı kaldığı zamanların. Benden bir şey kalmadığı zamanların. Kulağımda büyümeyen nennilerin. Durmadan uzatılan yolların, kısalan yolların. Durmasın geçsin dediğim zamanların. Geçme dur ey zaman denilen zamanların. Sönmüş külün içinde korların. Kumun neyin imgesi olabileceğinin. Güneşin karattıklarının. Bin defa su hak ettiği halde, vermeye üşendiklerimin. Yürüyen ayaklarımı yürütmeyen ellerimin, gözlerimin. Yarattığında yok ettiklerinin.”

Bir şiiri okuduğunuzda duvara çarpma hissi vermesi mi yoksa bin yerinize hançer saplaması mı daha iyi?

***

Geç kalınmışlık hissiyle yazılan bir sene sonu yazısı. Her yılın aynı zamanlarında bir çeşit ritüele dönen güzel işleri, bu yıl biraz geciktirdim. Olsun, geç olsun, güç olmasın.

***

Beyazlar örtünmeden geçirdiğim ilk kış zamanı. Bu yılın bereketi nerdendi bilmiyorum ama hiçbir yaşımın bu kadar çiçek açtığını hatırlamıyorum. Buraya çok yazı yazmışımdır, çok sene eskimiştir, çoğunun esamesi okunmaz, çoğu hafızamdan silinmiş, çoktan çok olanı vardır ama yoktur; ama bu yıl, sanırım Boğaziçi Mehtapları’nın yazıldığı sene kadar güzel bir sene benim için. Boğaziçi Mehtapları, Abdülhak Şinasi Hisar’ın muazzam eseri. İstanbul’un hatırama ilk kaydı, kitaplar. Tam olarak İstanbul bile sayılmaz sanırım, Adalar’da geçen güzel romanlar ve hikâyelerle İstanbul’u uzaktan tanıyan biri için bu şehir bir hayâl perdesi. İlk gidişimin bahanesi Adalar olmasa da rotası Adalar’dı. Bu geziyle tanıdığımı sanıp o kalabalıklığı, kasvetli hali, karmaşıklığı ile “bir daha gitmesem de olur” listeme eklemiştim. Sadece Adalar’dan ibaretti benim için. Tâ ki edebiyat hocamla tanışana kadar. Anlattığı şehri hiç görememişim, bahsettiği yerlere hiç gitmemişim. İstanbul’un kendine ait sesi, rengi, kokusu varmış; hiçbiri ile alâkam olmamış. Sonraki gidişlerimde de hep onun anlattığı yerleri aradım durdum, yoktu çünkü, bulamıyordum o sesleri, o renkleri, o kokuları. Kuzguncuk belki, kısmen Üsküdar ama yok… Hepsi eksik, hepsinde bir kopukluk var… Tâ ki bu yıla kadar. Bu yılın bereketi bundan mıydı, bilmiyorum ama ilk kez bu yaşımda Âşiyan, Bebek sırtları, Emirgân ve elbette ki Boğaziçi taraflarını görme şansım oldu. Meğer bahsi geçen o güzelliklerin tamamı Boğaziçi’nde saklı bir hazineymiş. Tam vapurla Boğaziçi Köprüsü’nü geçerken, üzerinden bir köprü geçtiği için artık eskisi gibi olmayan, yıkık dökük, harabeden hallice bir yalıya denk geldim. Kendimi gördüm orda. Sakince sinmiş; öylece akan zamanı, mavi suları, bu maviye kendini döken akşam sarılarını, kızıl gurubu izliyor. Gelip geçen kayıklara, vapurlara yabancı, şaşkın bir hâli var. Öylece sustum ona; pencerelerine eski zamanın sesleri tünemiş, belki kendi bile hatırlamıyor kimden, nerden, ne zamandan… Tabi bunları yaşayandan okumak ayrı bir zevk ve tam da bu sırada elimdeydi “Boğaziçi Mehtapları”. “Boğaziçi Medeniyeti” bölümünde; “Bahar gelip birçok ağaçlar yeşil, beyaz ve pembe renklere bürününce, erguvanlar kırmızı alevlerini tutuşturunca, Boğaz’ın nazlı çiçekleri kokularını havaya katınca, hayat lezzeti mavimtrak akşamların gözlerinden gönüllere süzülünce, bütün bu cennet diyarı, bütün Boğaziçi Tophane’den, Salıpazarı’ndan, Rumeli Feneri’ne ve Harem İskelesi’nden, Salacık’tan Anadolu Feneri’ne kadar birçok yangın yerleri ve harabeler saklamakla beraber, yine yalı, rıhtım, bahçe, çiçek, yol, ağaç, kayıkhane, kayık, duvar, parmaklık, iskele, merdiven, hulasa saatlerce süren bir mesafede hâlâ bir büyük refah hissini veren, dünyanın belki en geniş olduğu gibi en güzel, demek emsalsiz bir caddesi sayılabilecek muntazam ve muhteşem bir hâldeydi.” (s.17-18) diye tabir ettiği bir zamanın hazırlanışını gördüm. Bu hazırlanışa şahitliğimin, kendi arayışıma denk gelişi neyin hikmeti bilmiyorum ama yine bu kitapta bir yerde yazıyor, insanın kendini bulması için arayışlarının çoğalması lâzım gelirmiş. Bizi, zevkimizi, zamanımızı, sevdiğimizi, sevmediğimizi, velhâsıl kelâm bizi biz yapan, kökleri derinlere saplayanı bulabilmek için ıstıraplara mâl olan nice israflar, nice hisler, nice hayâller ve şiirlerin olması gerekirmiş. Çünkü geçmiş zamanı anlayabilmek için bilgiden ziyade bilgisizliğin verdiği sadelikmiş insanın ihtiyacı olan.

Öğrenilmesi gerekenlerden ziyade unutulması gerekenlerin çok olduğu, hayâl ile hakikât arasında bir yerdeyim. O halde en başa, bu senenin başına dönmek gerek, bir klasik için, tüm yılın panoraması…

Dört yıl önce “her ân her şey değişebilir” diyerek değiştirdiğim sözü, “ne değişen ne değiştirilen, aslolan genişleyen ân” diye değiştiriyorum.

İlk defa bir yılın her parçası bu kadar çabuk, bu kadar hızlı aktı; fark etmeden yaşlanıyorum-yaş alıyorum-

Çok fazla öğrenci grubuna dokundum, çok fazla çocuğu tanıdım ama sanırım ilk defa bu yıl mezun edeceğim dördüncü sınıfları çok özleyeceğim. Özellikle köftelerimi.

Çok zamandır görüşemediğim, görüşemediğim her zamanda eskiye ait zamanlarımızı özlediğim Geyiklim’in annesi, ilk defa bu yıl bu kadar uzak bana. Sadece mekân olarak değil artık, his olarak da. Belki ben de onun için öyleyim, ya da ben ondan daha merhametsizim. Sanırım ikincisi.

Kardeşlerimi çok özlüyorum. Bu yıl, en çok onlarla zaman geçirmeyi özledim.

İlk defa bu kadar çok projenin içinde yer alıyorum. Biri biterken öbürü çoktan yarılanmış, bir sabah başka bir şehirde uyanırken ertesi akşam başka bir şehirde kafamı yastığa koyuyorum. İlk defa bu kadar büyük çapta iki projede teoriyi oluşturan taraf oluyorum. Bunca acizliğimin içinde kelimelerimin bir anlamı olduğuna dair bir yol gösteriyor, bana kelimelerin sırlarını veren. Şükrüm sadece ona.

İki hocamın Samsun’da buluştuğu zaman dilimini buraya bir yere kazımalıyım. İkisine de zaman içinde zaman versin, ömürleri bereketlensin. Beni de onlardan ayırmasın.

Tiyatro, benim ulaşılmazım, hasretle kenardan köşeden izlediğim. Hayâl edip de hep uzaktan bakmayı tercih ettiğim. Artık resmi olarak bir tiyatronun- “EskiYeni Akademi Tiyatrosu”-elemanıyım. Sahnedeyim, üstelik muazzam ustaların öğrencisi olmuş bir yönetmenle. Çoktan iki oyun oynadık, biri daha çıkmak üzere, diğeri de yolda. Biliyorum, bu zaman da gelip geçecek ama sanırım bir ödül verecek olsaydım “ân”lara, o hastane bahçesinde aldığım ferâhlık haberinden sonra bu ân olurdu. Tiyatro için yönetmenin peşinden iyi ki koşmuşum.

Artık gitar kursuna gitmiyorum, onun yerine daha hiç gitar çalamazken sahnelere çıkıp “gitar çalamayarak” gitar çalma etkinlikleri yürütüyorum. Cümlenin saçmalığının farkındayım, nasıl mı oluyor bunlar? Bir “hicâz”la başladı her şey. Dokuzkasımikibinyirmibir. Bu zamanın biraz sonrası. “Kayboldum Kaybolan Yıllar İçinde” diyen bir hanımın eserini, dört duvar iki pencere bir odada ney üfleyerek bana hediye eden başka bir hicâz hanımla. İnsanlara “şimdi ne isteyecek, neden geldi ki” diye bakmaya başladığım zamanların arifesi. Bu yılın bereketi, bu hicâz hanımla tanışmaktan geliyor da olabilir. Elini attığı güzelleşiyor, zoru kolaylaşıyor, sıkıntı dediği de sıkıntısıyla güzelleşiyor. Belki çok zamandır unuttuklarımı hatırlatıyor, ya da artık neyi unutup neyi hatırladığımı bile bilmediklerimi. Nezihe Araz’ın Dertli Dolap’ının “Başlarken” bölümünde “Kendi kendisiyle kavgada insan./Başka insanlarla kavgada insan./Tanrısıyla kavgada insan./Ama ne varsa bu kavgalarda var!” dediği zamanlardan, artık durulduğum zamanlara geçmişken tanıştığım hicâz hanım. İnsan beklemediği zamanda karşısına gelene ne tepki vereceğini bilemiyor. Bilmediğinden korkar insan. Bilmediğine yabancı. O yüzden kafasında döndürüp dolaştırıyor: “Niye? Neden?” Belki tekrar kaybetmekten korkuyor. Düzeninin bozulmasından.

Okuduğum en tatlı kitaptı Kehribar Geçidi, en zor ve en beyin yakanıydı Atlas Silkindi.

Bu yıl dilimden düşürmediğim şarkıydı, dört yıldır saplandığım belki: Dafné Kritharas & Paul Barreyre – La Rosa Enflorece”

En tuhaf yolculuk geçen yıl Ocak ortası zamanlarıydı, umarım o zamanları aratmaz bana bu yılki yollar.

En cesur zamandı, Erzurum’da bir fuarda gitar çalamazken bir neyzene eşlik etmek için sahneye çıktığım zaman.

Maria da yok artık Mihrimah da. Her ikisi de artık çok uzaklarda. Onları özlüyorum.

Nihayet “Prestij”i izledim. Christopher Nolan’ı bir kez daha sevdim, bi daha. Daha daha.

***

Başlangıca dönelim. Duvara çarpana, hançerleyene, saplanılana. Yeni baştan “kavgaya” başlatana, yine kendimle, kendim için. Neden? Bir şiire sebep. 26 yaşında gencecik bir şairin şiiri üstelik, Ebru Özden’in şiiri.

“Neyin imgesi şimdi kum, güneş neyi karattı?

Şu tutuşan ben miyim sönmüş külün içinde

Yok olmalı yarattığı yerde, benden bir şey kalmadı

‘Ya leyteni küntü turab’ döner durur dilimde”

Bir şairi bunca yakan ne ola ki? Neyin içinde kül olmuş, nasıl kavrulmuş ki kağıda düşürdüğü de yakıyor? Şairliğin özü belki bu. Yanmak, kül olmak, küllerinden korları yine kendinden yaratmak. Anka Kuşu’nun kaderine eş mi yaratılmış şairler?

***

Besteyle başladık, ona dönelim. Bu kez sûzidil, ki bir gönül yangınıdır anlattığı. “Sûz”, yakan; “dil”, gönül mânâsında. Bu yılın başlangıcı da böyle olsun. Çok sevdiğim hicâz hanımın armağanı bir neyzenden bu eser.

Neyin geleceğine dair artık bir umut ya da umutsuzluk beslemeyen; ânı, ânıyı, zamanı akması için serbest bırakan fakir için.

 

Yazarın (filhakikas) diğer yazılarına da göz atabilirsiniz.

Korsan Edebiyat’ı instagram üzerinden de takip edebilirsiniz.

Haftalık bültenimize ücretsiz abone olup gelişmelerden haberdar olabilirsiniz.

– Sene Sonu Yazısı: 2022

İlginizi Çekebilir
Ölürken

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yorumlar (2)

  1. 12 Ocak 2023

    Hiç kelimelere lezzet kattığınızı söyleyen oldu mu?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir