Al Rengin Hükümdarlığı, Baharın Müjdesi: Lâleli Zümrüt Diyarı
2

Al Rengin Hükümdarlığı, Baharın Müjdesi: Lâleli Zümrüt Diyarı

Bozkırın ortasında Karlar Ülkesi’nin Bahar Sultanı’na yenik düştüğü zamanlardayız. Kış Şehriyarı’nın zaferi anca bu zamana kadarmış. Hükümdarlık sonsuz değil ya, hele ki savaşı çiçeklerin sultanıyla olunca. Yeşilden askerleri var yollarının kenarlarında; kavak ağaçları, çınarlar, dişbudaklar; dalları mavi göğe uzanmış, o bembeyaz örtüyü atıvereli çok oldu, yeşilden elbiselerini giyinmiş, rengarenk çiçekleri de takmış takıştırmış gerdanına… Az zamanı var, al rengin yeşilin üzerine kendini bırakmasına. O zaman lâlezârı seyir vakti. Kitapta “gülün alımlı rakibi” diye geçer; Bâki, “Jalelerden takınur tacını gevher lâle/Şâh olupdur çemen iklimine benze lâle” diye başlıyor onun için methiyeler dizdiği gazeline. Gül bahçesini ateşe veren, onunla rekabeti ilelebet devam eden eşi benzeri olmayan çiçek. Hikâyeye göre bir yaprağın yeşiline karışmış çiy tanesinin üzerine yıldırım düşmüş ve alev alan yaprak bir anda buza kesip lâle oluvermiş. Derler ki bu an silinmemiş; lâlenin üzerinde bir ömür kalmış. Lâlenin ortasındaki o siyahlık, bu yıldırımdan hatıra bir yanık iziymiş. Kalbin ortasındaki süveyda gibi… O siyahlık dağılırsa, vah ki ne vah…Ne isimlerde, ne çoklarının kalbini fethetmiş. Bir de utangaçlığın sembolü derler onun için.

Kimsenin çiğdemi ya da sümbülü gördüğü yok. Varsa yoksa al rengin sevdası, onun hükümranlığı… Oysa bir çiğdem var ki “çiğdemde dervişlik var” diyen boşa dememiş… Gülşenâbâd’da gülün meclisinde muhabbetin demi alınmışken, gül sırlarını ayan etmekte, diğer çiçekler de biçâre dinlemekte. Herkes alımlı elbet bu mecliste, çiğdem hariç. Kimse sarılarıyla bezenmiş, solgun yüzlü gözleri yaşlı çiğdemi görmüyor. Oysa Karlar Ülkesi gibi koca dağların ardında, ovaların ortasında “bahar geldi” diyen tek cesur çiçek o. Başkaldırır o sarı, soluk haliyle bembeyaz ağır örtüleri yırtar, göğün mavisine uzattığı başıyla herkesi ayağa kaldırır, isyanın en güzel hâlidir; “dem bu dem” der. Ama işte bir kokusu vardır, “gönüllere hasret veren”. Kendi anlatır bu kez, vaktiyle cennetin o eşi benzeri olmayan bağında kendi halinde, kendi kendineyken; rengi kokusu Tanrı’dan bir lütuf suyu içermiş. O eşsiz mekanın havasını soludukça da güzelleşirmiş. Lâkin her güzelliğin bir sonu varmış ya, bir gün aniden bu gurbet ellerine gönderilmiş, kendi diyarından ayrı düşmüş. Derler ki o sebeptendir yüzü gözü solgun, sarılarla bezeli; gözünde yaş, gönlünün içinde keder, gam. Derdine dermanı da yok, nasıl olsun? Hasretin dermanı var mıdır? Gül meclisinde bile çaresi bulunmayan dermansız tek dert; hasret.

Ya sümbül? Onun hâlinin de çiğdemden aşağı kalır yanı yok. Bugün lâlezarın ortasında ortak oldum onun derdine. Yeşilden bir deniz, üzeri al al, sanki nardan hareler; zümrüt ile yakutun kavuştuğu, tasvire muhayyilenin kifayetsiz kaldığı bir hâl. Kimseler yok, gelen de zaten lâlelere geliyor. Yeşil denize bırakıyorlar kendilerini, al rengin güzelliği baştan çıkarıyor. Basıp geçiyorlar üzerine hiç bakmadan. Oysa göğün renginden aldığı maviyi toprağının kahvesi, yaprağının yeşiline harman edip morlardan bukle bukle canını hiçe sayan bir gözü yaşlı sümbül var o al rengin yanında. Niye baksınlar? Kim bilecek sümbülün hicranını? Bir rüzgâr var derdine ortak olan, bir de başının üzerinde dönüp dolaşan kanatları sırmadan kuşlar. Her bir nağmesi başka bir hâlin tasviri. Sanki aralarında gizli bir muhabbetleri var, kendileri arasında anlaştıkları, kendilerine has lisanları var. Rüzgârın her ikisini de kucakladığı, aralarına başka kimseyi almadıkları bir diyarın iki sahibi onlar. Biz de bugün o diyarı izinsiz ziyaret eden zamansız misafirler. Gölgesi olmayan göğün altında yanıp kavrulmayı göze almışlardı, biz de gölge etmeye gitmiştik. Oysa o morların hicranında erimekti niyetim; hicranı olanın dilinden anlayandı sümbül, bilen için. O lâlenin al renginin de içinde eridiği, morlarıyla içinde hem göğü hem lâlezârı harman eden.

***

“Nazende sevdiğim yadıma düştü” diyeni konuşturmak isterdim. Kim bilir neyi/kimi düşünüp de yazmış bu şarkıyı? “Aysız gecelerde kumrular ağlar içimde” diyor bir başkası… O nasıl bir yürek haykırmasıdır? Nasıl bir perişanlık… Gezinip duran erguvan havası, içine hapsolduğum kuyunun etrafından bana renk cümbüşü olan hanımeliler, petunyalar, begonviller. Şarkısı olan çiçeklerin tamamının kokularının da ayrı bir rengi var.

***

Zaman geçtikçe her şey değişiyor, değişmeyen tek şey bu çiçekler, melodiler ve kokular. Yüklenen anlamlar değişiyor. Herkesin bir zamanı var, benim toprak altı zamanlarım bunlar. Çok da üzerine çıkmaya niyetli değilim. Karanlığını sevdim bu toprağın, kahverengisine saklanmak şifa bana. Susmak ne güzelmiş, yıldızlı göğün duası gibi susmak. Günlük tutanların yaptığı şeylerden, bu günün bu vaktinin geçmişteki karşılığı nasıl yansımış o zamanlarda? Geçmişte bu zamanlarda ne yapıyormuşum? Bu soruya bakar durur benim gibi takıntılılar. Her birine de ayrı anı ilişmiştir, her anıyı tel tel alır, sıra sıra dizer önüne. Bir de üzerine bir kahve içer; bol köpüklü. Acısından anılarsa önüne dizdiği, bir parça nefese ihtiyacı olabilir.

***

Ofisimin penceresinden bana yoldaş ağacın çiçekleri açmaya başladı şimdilerde. Bu üçüncü şahitliğim onun baharı müjdeleyen, yeşil beyaz renk cümbüşüne. Göğe durup da o dallarını maviye karıştırınca hele, öyle bir güzelleşiyor ki dünya, o an diyorum ki evet, şimdi ölebilirim çünkü dünyanın en güzel manzarasını gördüm. Kimi için “gül parmaklı şafak” bu dünyanın en güzel manzarası; benim hiç öyle bir şafağım olmadı, olmayacak. O yüzden şimdilik benim için o yeşil, mavi ve beyaz.

***

Bir Cevdet Karal şiirinde “Benimse/Dokunuyorlar yüzüme/Bir körün parmakları gibi/Sevdiğimiz şarkıları dinledim/Tanınmaz haldeyim, duymak istemezsin” diyor. Halide Edib’in “Kârbanı aşk ıssız bir beyabandan geçer” dedirttiği Aliye, ıssız hayatında karanlıklarına alışmışken gece geçerken gördüğü gemilerin ışığına inanmıştı; ama nafileydi elbet, gece; kalbe sağlanan hançer. “Fikirlerimiz, onları taşıyacak kudrette olduğumuz nispette bizimdirler” diyen Tanpınar bir hayalden kurtulmanın, onunla baş başa yaşanmış zamanın izlerini içimizden silmekle aynı şey olmadığını da ekler. En iyisini en sona sakladım. İsmi koyulmamış bir hâle düşmenin nasıl can yaktığını anlatan yazar diyor ki “…Ve enkaz altında çığlığını duyuramayıp da ses vermekten henüz sağken vazgeçen kazazedenin ümitsizlik sükûnetinde. Yitirecek hiçbir şeyi kalmamış olanlara mahsus baş eğişle baş eğdim. Acıyan yerlerimin daha az acıyacağına dair ümidimi tümden yitirdim. Kaçmadım artık yaralarımdan. Yanarak var olmayı kabullenmekle sönerek yok olmak arasında yapılacak seçimden ibaretti bütün hikâye…”

Al Rengin Hükümdarlığı, Baharın Müjdesi: Lâleli Zümrüt Diyarı

Yazarın (filhakikas) diğer yazılarına da göz atabilirsiniz. Al Rengin Hükümdarlığı

Bizleri instagram üzerinden de takip edebilirsiniz.

Al Rengin Hükümdarlığı, Baharın Müjdesi: Lâleli Zümrüt Diyarı

İlginizi Çekebilir
"Nasılsın?"

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yorumlar (2)

  1. masanın başında birkaç sigara yaktırıp şu yürüyen cesetler ordusunun keşmekeşliğini bana bir an olsa da unutturan okudukça okunası, üzerine saatlerce tahayyül edilesi pek müstesna keşke daha uzun olsa dediğim bir yazı oldu. yüreğinize sağlık..

  2. Derler ki yazı aslında okuyanın marifeti. Okudukça her kelimeye başka bir sır saklarmış insan. O sebeple okuyanın, böyle güzelleştirip içine sırlar saklayanın; sizin yüreğinize sağlık…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir