Nefes meselesi bu, alamazsan biter hikâye…
  1. Anasayfa
  2. Öykü

Nefes meselesi bu, alamazsan biter hikâye…

1

 

Nefes meselesi bu, alamazsan biter hikâye…

nok2Hiç bir din temizlemez; gönüllerinizdeki kiri… İçinizde yüz yıllık ölüm tohumları besler durursunuz. Kanla çoğalır, can alır ve türlü dolaplarda aklanırsınız! Lağımlarda şişelenir kokularınız. Bedenleriniz anlamsız pırıltılarla süslüdür. Dünyanın her yerinde umarsızca pazarlanır nefesleriniz. Hevesleriniz ciğerlerimi parçalar. Midemi delik deşik eder sesiniz. Bağırsaklarım kopar kokunuzu duyduğumda. Ölüyorum, siz çoğaldıkça adım adım ölüyorum!

Garson günün tüm yorgunluğuyla, masaya bıraktığı iki çayı hesap fişine işlemeyi unuttu. Masadakiler birbirlerini süzdüler. Sonra dünyanın en çirkin gülüşünü sergilerdiler. Öyle iğrenç, öyle tutarsızdılar ki! Masanın üzerindeki cep telefonlarını satsalar o garsonun 2 aylık maaşını rahatlıkla karşılarlardı. Giyimlerinden, deri cüzdanlarından, siyah gözlüklerinden bahsetme gereği bile duymuyorum. Onlar güldükçe tiksindim hayattan. Hayattan tiksindikçe daha beterlerini gördüm. Sonra bulunduğum her yeri terk ettim! Orayı da terk etmeliydim.

O gün orada, karşı masamda oturanlara bakıp insanlık ve vicdan üzerine 20 ciltlik bir ansiklopedi yazabilirdim. Ama yazmadım; sadece yanlarından geçerken çok sağlam tükürdüm yere. Tam yanlarındayken yaptım bunu. Öyle gururla söylüyorum ki şimdi; A Milli Futbol Takımı’nın oyuncuları Dünya Kupası’nı alıp bana ithaf etse bu kadar gurur duymam muhtemelen. Hem niye bana ithaf etsinler? Ki zaten kaç yıldır katılamadığımız bir turnuvanın kupasını nasıl alsın A Milli Futbol Takımı? Benimki de laf!

Tükürmek en büyük günahtı sanki! Herkes iğrenç bir mahlûkat görmüş gibi izledi kasaya giden bu ahlaksız herifi! Oysa ben bir garsonun yorgunluğa bağlı dalgınlığının ırzına geçen iki züppenin suratına tükürmedim diye üzülüyordum tam da o vakit. Kendimce bu adiliğe bir çözüm üretmiştim. Bir cevap vermiştim bu suratsız gülüşlere! Ancak garsonda bir sorun vardı ve yanına yaklaştıkça bu daha da belirginleşiyordu. Yüzüne “Sen üzülme evlat, öcün alındı!” der gibi baktım. O da benim yüzüme “O utanmadan tükürdüğün yeri ben temizleyeceğim ulan!” der gibi baktı. Ben onun ne dermiş gibi baktığını anlamıştım; ki haklıydı. Ama o benim yaptığım eylemin farkına varamamıştı. Çünkü bilmiyordu gerçeği. Gerçeği bilmeyince her şey biraz daha görüldüğü gibiydi. Yani derine inilmeden, oracıkta toplanmış insanların gözlerinin içinde yer alan görüntüydü aslolan! Ve ben her şeyi nasıl elime yüzüme bulaştırdıysam, orada da sıçıp sıvamıştım işte! Bu kadar basitti! Net, apaçık ve su götürmez bir gerçekti bu!

Susmaktan yorgun düşmüştüm artık. Kimsenin beni anlamamasından yorulmuştum. Şehrin ışıklarının yanılttığı hikâyelerdendi benim gibilerin hikâyesi. Mutluluğa ve huzura erişmeye ramak kalmış, yarım yamalak kalmıştık her zaman! Anlatacak bir sürü şey vardı, söyleyecek bir sürü beylik laflar biriktirmiştik içimizde. Ama hep susmuştuk. Söylemek lazım gelirken, biz susup başka türlü tepkiler vermiştik hep. Ondandır şehir otobüslerinin camlarının kırılması. Trenlerin taşlanması. Duvarların manidar sözlerle boyanması… Özene bezene yaşayamadık ve tükürmeden anlatamadık derdimizi! Farkındaydım, kırmalıydım bu zinciri. Bu döngüyü alaşağı etmeliydim.

-Ne bakıyorsunuz be? Benden mi iğreniyorsunuz? İki kuruş çay parasından kaçan zibidiler, beni mi aşağı gördünüz? Ulan hepiniz dokunmatik olmuşsunuz lan! Hepinizi parmaklamak lazım! Yitirmişsiniz vicdanlarınızı. İnsanlık ölmüş!

O an çalan telefon tüm isyanımı bastırdı. Aslına bakılırsa, çevremdeki herkes kahkahaya boğuldu tam o an. Telefonumda bangır bangır Türkiye’m şarkısı çalıyordu. Nokia 3310’da, melodi besteleyicisiyle yapmıştı kardeşim. Zamanında çok iyi telefondu yadigâr. Şimdi iki kuruşluk dokunmatik hayatların çöplüklerinde yerini aldı… Hiç mağlubiyet almamış bir pehlivan o gün görseydi beni, hiç yenilmemek için hemen o vakit bırakırdı pehlivanlığı. Kasap falan olurdu muhtemelen. Etleri kıvama getirmek için döverdi… Kıyma çekerdi 100 gram. Keskin bıçaklarla arada iş kazası yapar, Kurban Bayramı’nda sağlam para kazanırdı. Evlenir et kokan bir hayat sürerdi bir ömür. Karısı ve çocuklarına kanlı canlı hayvanların en kıyak yerlerini yedirirdi. Karısı muhtemelen davul gibi şişer, ama karnı doyan her insan gibi mutlu olduğunu sanırdı. O gün hiç aparkat yememiş olan ben, bir aparkat yemenin daha mantıklı olduğu kanısına vardım. O gün bin kere takla atan bir aracın içinde, on bin darbe alan bir bedenden daha ağır bir hasar aldım. Yenildim. İyilik ve vicdan yenildi. İnsanlık onuru kaybetti o gün…

Sallama çay içe içe bu hale geldi bu millet. Sallantıda şimdi herkesin hayatı. Ve tükettiğimiz, koca bir toplum algısı; tükenen vicdanların temizliği. Her şeyi öyle tutarlı bir şekilde kirlettik ki! Her şeyin canına öyle okuduk ki; var olma mücadelelerinin yerini tükenme algısı aldı. Ve insanlar arasındaki uçurum, her geçen gün daha da arttı. Zamanında el üstünde tutulan her şeyi ayaklar altına aldık. Şimdi iyi aile çocuklarının, dindar nesillerin, temiz gömlekli ak suratlı şebeklerin en büyük eksikliği de vicdanlarının olmamasıdır! Her şeye ışık hızıyla ulaşıp, insanlıklarını yitirdiler! Bu hastalık hiç bitmeyecek ve tüketecek tüm gerçekliği.

Çok yazık, yine kaybettik…

30.09.2014 03.35

Yazarın (KorsanKalem) diğer yazılarına da göz atabilirsiniz.
İnstagram hesabımızı da takip edebilirsiniz. Nefes meselesi

Nefes meselesi bu, alamazsan biter hikâye

İlginizi Çekebilir
Para Mevzuları

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yorumlar (1)

  1. Muhteşem bir yazı olmuş. Kalemine sağlık…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir