Hatıra
  1. Anasayfa
  2. Öykü

Hatıra

0

Hatıra

Ne kadar koşsan da geçmişi insanın hayatına bir yerinden dokunuveriyor. Siz ne olduğunu anlamadan kapılıyorsunuz içine.

“Geriye dönüp baktığımda tüm bu yaşananların beni olgunlaştırdığını düşünüyorum”. Babamın hatıra defterinin son sayfasından bir cümleydi bu. 32 yaşında, yolun henüz çok başında yitip giden bir adamın ardında bıraktığı bir hatıra defteri. Şimdiye kadar açıp okumamıştım, neden bilmiyorum aklıma gelmemişti hiç. Zaten evde babamın bahsi de çok geçmezdi. Babama dair hatırladığım anlar öyle bulanık ve azdı ki. Bana göz kırpışı, benim karşılık olarak iki gözümü birden kırpışım, elinden tutuşum, akşamları bana çok sevdiğim napoliten çikolata getirmesi gibi çok da özel olmayan ama hatırımda kalan nadir anlar… Sesine ya da kokusuna dair hiçbir şey yok hafızamda.

Hayatın ne garip olduğunu düşünüyorum hatıra defterini kurcalarken. Hiçbir üzüntü duymadığımı fark ediyorum. Sadece merak hissi dolduruyor içimi. Babam ben beş yaşındayken ölmeseydi ne değişirdi? Şimdi babamın öldüğü yaşta ilk kez elime alıyorum bu defteri. İçindeki bir şiire gözüm takılıyor:

“Gün doğuyor yine, bulutların arkasında

Ve ben yine, oturuyorum aynı yerimde

Umudumun son damlalarını kullanıyorum.

Yüreğim paramparça.”

Her gün azimle günlük tutan, anneme deliler gibi âşık olan bu adamı bu kadar yoran neydi gerçekten merak ediyorum. Şu an karşımda olsa ona neler sorardım diye geçiriyorum içimden. Babasını, annesini kaybettiğinde ne hissetmişti mesela? Ya da annemi ilk gördüğünde kalbi yerinden çıkacak gibi atmış mıydı? Hayatının en mutlu günü benim doğduğum gün müydü? Tüm bu soruların içinde kaybolurken sayfaları karıştırmaya devam ettim. Yine gelişigüzel bir sayfada durdum. Tarih, 11 Mart 1991.

“Sevgi ile bugün şahane bir gün geçirdik. Önce Asude’yi Nişantaşı’na annemlere bıraktık. Ardından Beyoğlu sokaklarına attık kendimizi. Nicedir böyle keyifli gezememiştik İstanbul’u. İstiklal’i boylu boyunca yürüdük. Çok kalabalıktı tabii her yer. Yürürken İstanbul’un kalabalığının bile ne güzel hissettirdiğini konuştuk Sevgiyle. Mis sokağa girip ilk buluşma yerimiz olan İnci Pastanesi’ne doğru yol aldık. Oturduk bir güzel eskiyi yâd ettik, profiterollerimizi yerken. Limonatayı da içtik mi keyfimize diyecek yoktu gerçekten. Tatları hep aynı güzellikteydi.”

Gülümsedim. Babam iyi ki görmemişti, birkaç sene evvel İnci Pastanesi’nin başına gelenleri. Kim bilir ne çok üzülürdü şimdi.

“Pastaneden kalkınca Galata Kulesi’ne doğru çevirdik adımlarımızı. Bu dar sokaklar, Arnavut kaldırımları, Pera… Ah Pera. Öyle güzeldi ki yine. Yürüdükçe yürüdük. Etrafın güzelliğinden yorulma hissi aklımıza dahi gelmiyordu. Galata Kulesi’nin heybetli gölgesinde çaylarımızı içtik. Sevgi’yi de İstanbul’u da öyle çok seviyordum ki. “

Babam şimdi yaşasa, ağaçsız Taksim’i de sever miydi acaba? Öfkelenir küserdi kesin İstanbul’a. Adım dahi atmak istemezdi bana kalırsa. Sayfaları karıştırmaya devam ettim. Asıl merakım benimle ilgili bir şey yazıp yazmamış olmasıydı aslında. Başka bir sayfada bir şiir daha takıldı gözüme, bu kez Nazım Hikmet’ten:

“Büyük insanlığın toprağında gölge yok

sokağında fener

penceresinde cam

ama umudu var büyük insanlığın

umutsuz yaşanmıyor.”

Hayatın hırslarına kapılmadan, bütün bir hayatı penceresine sığdırarak yaşayıp giden bir adamı bu denli umutsuz kılan, kanserden öldüren sebebi merak ediyordum. Merakım yerini öfkeye bırakırken, ismimin geçtiği bir sayfada durdum bu kez. İçimde ufak bir heyecan kıpırtısı. Okumaya başladım:

“O kadar küçük ki Asude’nin elleri. Dokunmaya korkuyorum yanlışlıkla zarar vereceğim diye. Öyle masum, öyle içten gülüşü. Öte yandan hala daha varlığına alışamadım. Yakında 2 yaşına basacak olmasına rağmen bazen çok yabancı hissediyorum ona karşı. Sevgi’ye çok kıskançlık besliyorum bu hususta. Nasıl öyle hemen alıştı, kucağına alır almaz? Nasıl da sanki hep hayatındaymış gibi benimsedi öyle? Ben neden hala kendimi yabancı hissediyorum ona karşı. Neden bu kadar korkuyorum? İçimde sonsuz bir sevgi hissederken neden omuzlarımda ağır bir yük taşıyormuşum gibi geliyor? İçten içe onu mu suçluyorum? Özgürlüğüme pranga vurulmuş hissi beni içten içe yiyip bitiriyor. “

Devamını okuyamadım. Defteri kapattım. Merakım önce yerini öfkeye şimdi de hüzne bıraktı. Babamdan kalan son eşyaları doldurdum koliye. Gardıroptan atmaya kıyamadığımız yeşil ceketini çıkartıp özenle katladım, eşyaların arasına yerleştirdim. Son bir göz attım, eksik bir şey kalmış mı diye. Ardından annemi de öpüp çıktım evden.

Belki bunca yıl bu hissi yaşarım diye kaçtım babamın hatıralarından. Ne kadar koşsan da geçmişi insanın hayatına bir yerinden dokunuveriyor. Siz ne olduğunu anlamadan kapılıyorsunuz içine. Babamı suçlamıyorum hiç. Ne de olsa yetişkinler çocukların biraz daha büyümüş halleri değil mi? İçimde oluşan derin bir boşluk hissiyle yürürken Beyoğlu’nda buluyorum kendimi. Etrafta babamdan bir iz bulurum belki.

Yazarın (Zeynep Çelebi) diğer yazılarına da göz atabilirsiniz.

Korsan Edebiyat’ı instagram üzerinden de takip edebilirsiniz.

İlginizi Çekebilir
infaz

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir