Playboylar için küçük, Şairler için büyük bir öpücük
  1. Anasayfa
  2. Öykü

Playboylar için küçük, Şairler için büyük bir öpücük

0

Playboylar için küçük, Şairler için büyük bir öpücük

6 ŞUBAT 1992 SAAT 20.30 CİVARLARI

Kararlı duruşumla ikna olmuştun, mucize gibi. Harika bir doğa olayının ortasındayız. Ateşi kibrit ile yaktım. Aslında seni etkilemek için, sopaları birbirlerine sürterek yakmak havalı olurdu. Ama sen etkilenmezdin, çok yaralıydın çünkü. Hiç bir şey konuşmuyordun ve hastaydın. Ben de çok yaralıydım. Hastaydım ama sen bu haldeyken her zamankinden daha güçlü olmalıydım. Baban olmalıydım bir nevi, annen olmalıydım. Öyle bir hisse tutulmuştum. Ateş yandı, battaniyeyi sırtına iyice sardım. Sen çok donuktun, sessizdin. Konuşsa, avcılara yakalanacak olan bir tavşan gibi sessizdin. Ateşe sokup sokup çıkartıyordun gözyaşlarını.

Sana dünyanın ilk ve en lezzeti çayını yaptım. Çin İmparatoru “Shen Nung” halt etmiş bu çayın yanında, öyle güzel bir çay. Yudumlamaya başladın çok şükür ki. Ateşte pişen sucukları ekmeğin arasına koyup yanına bıraktım. O kadar konuşmak istemiyordun ki, o kadar seslere tahammülün kalmamıştı ki, ısrar edeceğimi bildiğinden hemen yemeye başladın. Benimle diyalog kurmamak için hemen bitirmiştin ekmeğini. Sonra sigara paketime uzandı elin. Daha değer değmez öksürmeye başladın. O kadar temiz ciğerlerin vardı ki, daha elini atar atmaz öksürmüştün. Sevdiğin insanlar kirletememişlerdi içini. Bu kirli insanları sevmene rağmen, beyaz kalmıştın hâlâ. Aldım elinden paketi attım ateşe. Sonra ucuz bir kırmızı şarap doldurdum kendime. Aldın elimden ve diktin kafaya. Hâlâ susuyorduk. Ben doldurdukça aldın içtin, aldın içtin. Bu böyle şişe bitene kadar devam etti.

Uyumaya başladın sonra. Yerine yatıracaktım seni ama kendine dokunulmasından hoşlanmazdın. İlk tanıştığın bütün insanlara anlatıyordun sanırım bunu. Bana da anlatmıştın. Sonra yavaş yavaş yağmur başladı. Yapmak zorundayım ama korkuyorum. Uyku tulumu getirmiştin ben çadırda yatmayı sevmem diye. Benimle aynı çadırda kalmamak için demiştin bunu.

Cesaretimi toplayıp kucakladım seni. Götürdüm çadıra yatırdım. Çok derin uyuyordun. Yanaklarında daha kurumamıştı yaşların. Playboylar için küçük ama âşıklar için büyük bir öpücük kondurdum yanağına. Heyecandan tansiyonum çıktı. Çadırın dışına attım kendimi. Doktor tuzu da yasaklamamıştı ama 🙂 heyecanlanmıştım. Dudaklarımda, gözyaşlarının o intihar tadı kalmıştı. Yağmurun bu akşam âşıklara bile merhameti yoktu. Öyle yağıyordu. Çadıra da girip yatamazdım. Sen üzülürdün ve üzerdin. Yaralıydın, yara açardın. Islanmayı seçtim bütün gece. Keşke dedim sigaraları atmasaydım. Saatler geçmedi ve sen çadırımda nefes alıyordun. Gerçi hep çadırımdaydın sen. Gerçi şarabımı da bitirmiştin iyi mi :).

Güneş yavaş yavaş doğuyor. Yağmur da terk etti artık bizi. Ah ağacın şu dalı, süzülmesine engel oluyordu o yumuşak güneş ışınının çadırımıza konuk olmasını kıskanıyordu sanki. Hemen yükseklik korkum olmasına rağmen tırmandım en yükseğe. Dalı kırmak olmazdı. Kazak ören babaanneler gibi bir ters bir düz bağladım dalları. Artık ışık tam çadırımıza denk geliyor. Böyle uyanman harika olur diye düşündüm. O ışık dedim, yüzünü okşarsa belki seversin artık beni. Hayaller, hayaller anlayacağın. Ağaçtan inme meselesi var şimdi. Yavaş yavaş, korka korka iniyorum. Dayanıksız dala basınca ayağımı, can havli ile asıldım kollarımla dallara. Aşırı ağırlıktan dolayı çatırdamaya başladılar. Düşüp ölürsem ne olacak, kız uyandığı zaman bu dehşet gerçekle nasıl devam edecek yoluna? Ona bu yükü vermemeliydim. Yaşamayı sevmesem de pek, onunla yaşamayı seviyordum. Sadece onunla yaşamayı seviyordum.

Dallar koptu. Boşluğa doğru hızla düşerken, ağacın gövdesine hamle yapıp sürünmeye başladım. Hızım kesilmiş yere kapaklanmıştım. Ağacın o sivri köşesi kaburgamı deşmişti. Ellerim ve kollarım kan içindeydi. Bu görüntüde, seninle göz göze gelmek korkunç olurdu. Beni dünyanın en güçlü adamı olarak görmeni istemiştim hep. Ama bunca curcunaya karşı çadırından çıkmaman enteresandı. Sürüklene sürüklene çadırın kapısına yanaştım. Acılar içindeydim ama korkuyordum senden ses seda da çıkmayınca. Çadırı aralamadan önce seslendim bir süre sana. Cevap duymayınca aralayıp içeri baktım, içinde yoktun. Ben hayal mi gördüm, sen gelmedin mi hiç?

Acılar içinde çadırın dışına çıktım. Dışarda inanılmaz bir kar fırtınası koptu. Acılarım hafiflemiş, soğuk iyi gelmişti. Dünyanın en huzurlu uykusu soğukla beraber bana nüfus etti. Gözlerim tam kapandığı anda, kurt seslerini duyar gibi oldum. Sanırım aç kurtlara nasipmiş bu lanet bedenim… Umarım dedim canım acımaz. Etrafımı sardılar. Hepsi yalamaya başlamışlardı beni. Sanırım yemeğin tadına bakıyorlar, diye düşündüm. Sonra çadırın içine çektiler beni. Gözlerim kapanmıştı. Ne kadar süre sonra olduğunu bilmemekle beraber, gözümü açtığımda müthiş bir sıcaklığın içinde olduğumu gördüm. Üstüm battaniye ile örtülü ve altında köpeklerle beraber uyumuşum. Sıcaklıkları beni hayatta tutmuş. Bir tanesi ayakta bana gülümsüyordu. Bunların hepsi kurt değil bildiğin köpekti. Ayakta gülümseyenin ağzında bir kâğıt gördüm. Halıcının demirle saldırdığı köpekti bu. Hayatımı kurtarmışlardı. Sanki bana borçları varmış da hayatımı kurtararak teşekkür etmek istemişlerdi. Bu ne büyük teşekkürdü böyle. Köpeğin ağzından kâğıdı alıp okumaya başladım;

Sevgili Mesudiyeli Murat

“Mesudiyeli mesut… Ne küçük bir dünyan varmış. Gerçek sandığın hiçbir şey gerçek değilmiş. Karının, kızının sevgisi… Beni mesut olarak sevseydiniz be milyarder olarak değil…

Evet ‘Ayten’ belki de sen doğru söylüyorsun. Biz başkasıyız artık. Ne milyarmış ama şu milyar! Bir de cebimizde olduğunu düşünün! İnsan şeffaf bir hal alırdı. Aynada bile göremezdik kendimizi”… diye dün gece tekrarladığın şu film tiradı. Filmlerden etkilenip onlara değer vermen güzel. Bu filmdeki karakteri de içselleştirmen güzel ama filmin sonunda bileti yırtması içten gelmiyor bana. Bileti nasılsa adına tescil ettirdi noterde. Kayboldu der yine alır parayı. O yüzden hayaller âleminde yaşama ve hayata gerçekçi bak.

Hoşça kal …

2 ŞUBAT 1992 SAAT 10.30 CİVARLARI

Yaklaşık seninle buluşmadan bir haftaya yakın bir süre önce;

Canımdan bir parça olan köpeğimle dolaşıyordum. Köpeğim her zamanki gibi işeyerek izler bırakıyordu köşelere. Halı dükkânının önünden geçtik. Dükkânın sahibi kaldırımlara bile halı koymuştu. Kaldırımlar onun değildi ama dükkânı satın alınca dükkânın önünü de sahiplenmişti. Oysa dükkân tapusu kaldırımları kapsamıyordu. Köpeğim, halının birine imza bıraktı. Hızla onu çekip bir an önce oradan uzaklaşmak isterken, arkamdan iğrenç gök gürültüsü gibi bir ses;

“Heyy a.. koydun, halıya bak, heyy”, dedi halıcı. Susmuyordu. Elimle pardon işareti yapınca, vitesi daha da yükseltti.

“Nasıl satıcam lan ben bunu, a… koydu malın” dedi. Köpeğim “değerli” iyice havlamaya başladı. Dünyanın en uysal, en iyi köpeğiydi. Adamın agresif tavrı sinirlendirmişti onu. Adam korktu içeri girdi. “Seni de o itini de şikâyet edeceğim”, dedi.

3 ŞUBAT 1992 SAAT 10.30 CİVARLARI

Ben işteyken polis evi basmıştı. Belediye ekipleri köpeğimi zorla alıp götürmüştü. Babaannem de karşı çıkamamıştı haliyle. Gezmediğim barınak kalmamış, bir türlü bulamamıştım can dostumu. Büyük ihtimalle ilaçla uyutup öldürmüşlerdi köpeğimi.

“Çok yakışıklı bir köpek ya sizin mi”, diye sordukları zamanlarda ben; Hayır, ben onunum derdim. Acayip bir şekilde, her şeyini kaybetmiş bir adam gibi kinlenmiştim.

4 ŞUBAT 1992 SAAT 16.45 CİVARLARI

Günlerce kendime gelememiştim. Halıcının bizi şikâyet ettiği aşikârdı. Karşı caddesine geçip, uzaktan dükkânı kesmeye başladım. “Ülkeroğlu halıcılık Hüseyin Ülker 1954’den beri” yazıyordu. Dükkânın önüne bir köpek yanaştı. Bir deri bir kemik bir köpek… Çok aç ve yorgun bir şekilde kapı önüne uzandı. Adam bağırdı, çağırdı, paspasın sopasıyla da itince, hayvan havlamaya başladı. Sonra sert bir şekilde darbeyi indirdi. Hayvan artık daha da hırlamaya başlayınca, demirle saldırdı köpeğe. Köpek kanlar içinde yerde ağlıyordu. Sonra, yaklaşık yedi tane köpek halıcıya saldırmaya teşebbüs edince, halıcı kapıyı kilitledi. Arkadaşları köpeği kaldırdılar. Köpek topallıyordu. Arkadan dolaşıp yardım etmek istedim ama köpekler bana da havladılar. Sonra bir araba sesi, bütün köpekler hızlıca koşmaya başladılar. Halıcı kaçıyordu. Havlayarak kovaladılar. Ani bir fren yapınca halıcı, köpeğin biri arabanın altında kaldı. Halıcı kaçtı. Can çekişerek öldü zavallı. Arkadaşları hiç başından ayrılmadılar.

5 ŞUBAT 1992 SAAT 10.30 CİVARLARI

Hemen ertesi sabah yola koyuldum. Bütün gece uyumamıştım. Bütün gece yarın sabah olacakları düşündüm. Dükkânın içine girdim bir hışımla ve beni hemen tanıdı. Kavga kıyamet boğuşmaya başladık. O köpeğe vurduğu demiri elinden alıp, vura vura kafasını kırdım. Oracıkta son nefesini verdi pislik. Birden sinirim geçmişti. Yerini panik havasına ve korkuya hapsetti. Hızla dükkândan çıktım. Ne yapacağımı bilmiyordum. Seni aradım. Artık yolun sonuna gelmiştim. Yüzlerce kez seni davet etmeme rağmen gelmemiştin. İlk defa eveleyip gevelemeden davet ettim seni. Öyle bir kararlılıkla söylemiştim ki, kararlı söyleyişim sana evet dedirtmişti. Evet, yarın gelirim demiştin…

7 ŞUBAT 1992 SAAT 17.30 CİVARLARI

Polise teslim olmaya karar vermiştim. Gerçi, sen beni sevseydin de ne olacaktı. Meksika sınırını beraber geçelim mi diyecektim sana! Cebeciye gidecek minibüs param bile yoktu. Bu arada filmle ilgili gördüğün tespit ve bana attığın o mesaj yüzyılın golüydü. Haklı olduğunu söylemem gerekiyor. İşte ilerde de bir polis çevirmesi var. İyi bari karakola kadar yürümeyeceğim. O ara telefonum çaldı. Arayan sendin. Korkunç bir heyecanla açtım telefonu. Önce sesimin tuş kilidini açtım;

“efendim” diyerek açtım telefonu.

“nasılsın,”dedin.

“Pazartesi günü diyete başlayacak bir kuş gibiyim,” dedim.

“Edebiyata mı başlıyoruz gene,” dedin.

“Yok sevindim aramana,”dedim.

“Kırmızı şarap aldım, biraz da sucuk. Çadırın orada bekliyorum. Tabletimden şu filmi bir de beraber izleyelim. Bakalım kim haklıymış,” dedin. (gülümseyerek).

“Tamam geliyorum,” deyip kapattım telefonu.

İnanılmaz bir mutluluk ile kapatmıştım telefonu. İnanılmaz heyecanlıydım. Kalbim bir Ferrari motoru gibi ses çıkartıyordu.

Hemen 360 derece dönüp hızlı adımlarla oradan uzaklaşmaya çalıştım. Sanki bir mayın tarlasında yürüyor gibiydim. Ve koktuğum başıma gelmiş, mayına basmıştım.

Polisler seslenmişti “hey sen” diye. Koşmaya başladım. Bu sefer polisler daha şiddetli bir şekilde arkamdan bağırdılar “kaçma” diye. 3 ihtar hakkım vardı. Sonra havaya bir el ateş, gene durmaz isem, sonra yakınıma bir ateş, gene durmaz isem, bacaklara bir ateş. Hemen hemen 10 15 saniyem vardı kaçmak için. “Cohen” kardeşlerin, “Fargo” adlı filminden bir sahne… Kadın polisimizin, onlarca cinayet işlemiş suçluya uyguladığı tutum tam da buydu.

Ama benimki öyle olmadı. “Kaçma lan” ihtarından sonrası sonsuz bir karanlıktı. Çok kafama kurşun sıkmak istediğim anlar oldu bu hayatta. O hissi hep merak ettim. Kafaya sıkılan kurşundan sonra hissedilen duygu korkunç bir can acısı mıydı, yoksa çaresizliğin ruhla beraber bütünleşmiş hali miydi? Hissettiğim ve canlı kaldığım o son saniyelerde aklıma gelen şey, cahil ve duyarsız, düşüncesiz, insan hayatını hiçe sayan bir polis tarafından öldürülmekti. O sis bulutu yoğunluğunda, belki de son nefesimle bir ateş yanacaktı.

O SAATLER CİVARINDA ÇADIR BÖLGESİ

Bir türlü ateşi yakamamış üşüyordu “Hayriye”. Sonra bir şimşek çaktı. Havada bulut yoktu ama çakmıştı işte. Sonra birden yanmaz denilen o ıslak odunlar bile tutuşmuştu. Artık ısınmıştı. Burnunu silmek için elini peçetesine uzattı. Peçetenin üstünde şu şiir yazılıydı:

Sessizliğinden ölebilir miyim?
Duygumun en ince yerinde kırılırken
Sarmaşıktın sen kendini bana dolayan
Kendi halinde çöllerde bir ağaçkakandım ben,
Her gelişine yeni bir merhamet doğuran
Unuttum nefes alışlarını,
İki oda arası gelişen zamanlarda
Bir ayağı hep uçurumda bir uçurtmayım şimdi…

CEBECİ MEZARLIĞI

Cebeci mezarlığında sıradan bir gündü. Bir ihtiyar yanaştı görevlinin yanına soru sormak için. Korkunç derecede şaşkındı. Bir köpek sürüsü şiddetli bir şekilde bir mezara doğru havlıyorlardı. Sanki lanet okur gibi.

“Evladım bu köpekler neden şu mezarın başında havlıyorlar,” dedi.

“Sen şimdiki cümbüşü gör esas amca,” diye cevap verdi görevli.

Köpekler oradaki çelenkleri alıp başka mezara taşıdılar.

“HÜSEYİN ÜLKEROĞLU” nun mezarından alıp

“MURAT SESLENİŞ” in mezarına koydular.

MURAT SESLENİŞ

DOĞUM TARİHİ. 20.01.1961

ÖLÜM TARİHİ. 07.02.1992

 

DİPNOT 1: Bu hikâye, polisimizin kaçan mülteci “Ali El Hemdan”ı, dur dedikten sonra, kalbinden vurmasına bir tepkidir. Bu hikâye “Ali El Hemdan” ve onun gibi nicelerine ithaf edilmiştir…

DİPNOT 2: Hikaye içinde geçen bu değerli şiiri için ve resim için, şair ablamız ve can dostumuz “Mrs Cherry”e teşekkürler.

DİPNOT 3: Bazen tarihler başka hikâyeleri anımsatır…

Yazarın (iki öpücüklü adam) diğer yazılarına da göz atabilirsiniz.

İnstagram hesabımızı da takip edebilirsiniz.

Playboylar için küçük, Şairler için büyük bir öpücük

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir