Neden O Tepenin Adı Pierre Loti?
  1. Anasayfa
  2. Deneme

Neden O Tepenin Adı Pierre Loti?

0

Neden O Tepenin Adı Pierre Loti?

Liseyi Eyüp’de okurken sınıfımın penceresinden seyrettiğim bir tepeydi Pierre Loti. Arkadaşlarımla, ailemle ve tek başıma gittiğim bir yerdi. Hâlâ da öyle tabii ama o zaman bir kere bile düşünmemiştim: Bu tepenin adı neden Pierre Loti? Belli ki biriydi bu Pierre Loti ama kimdi? Bunu hiç sorgulamadan bitirdim liseyi.

Üniversiteye başladığım yıl hocamın bir yazısı[1] ve sonrasında okuduğum Pierre Loti’nin Gözüyle Türkiye ve Batı Medeniyeti isimli doktora teziyle[2] yeniden hayatıma girmişti Pierre Loti. Yazının da tezin de her bir satırını şaşırarak ve o zamana kadar ona bu kadar yakın olup onu hiç sorgulamamış olmamın verdiği utançla okumuştum. Evet, biriydi Pierre Loti, büyük biriydi. İnanılanın aksine; ajan, eşcinsel, İslam düşmanı olmaktan çok daha büyük biriydi.

“Türk yazarlardan bile yüksek bir milli his ve zevk taşımaktadır.” diyordu onun için Abdülhak Şinasi Hisar. “Asla unutulmayacaktır.” diyordu. Abdülmecid “Hukukun yiğit savunucusu ve gerçekliğin soylu savaşçısı…” diyordu. Sakarya Savaşı’nın zorlu zamanlarında Atatürk ona minnetini ve şükranını şu sözlerle sunuyordu: “Tarihin en karanlık günlerinde sihrengiz kalemiyle daima Türk milletinin hakkını teyit ve müdafaa etmiş büyük üstad…” Atatürk bu sözlerinin ardından İstiklal Savaşı zamanında eşleri şehit olmuş kadınların, yetim kalan çocukların el emekleriyle dokudukları bir halıyı da Loti’ye armağan ettiğini ifade ediyor, kabul etmesini rica ediyordu.

Ölmek üzereyken artık Türkiye’ye hizmet edemeyecek olmaktan yakınıyordu Loti. Arzu ediyordu ki “Yaşasın diri Türkiye!”

Çünkü o, gün batımıyla pembeye boyanan Haliç manzaralı İstanbul siluetini seviyordu. Kubbeleri, minareleriyle, yaşamın oldukça içinde mezarlarıyla, tahta evleri, dar sokakları, kedileriyle ve rüyalar gören, düşleri olan insanlarıyla Osmanlı ve Türkiye topraklarını, bu topraklara has değerleri seviyordu. İstanbul onun için “Köhne Bizanslılar üzerine asil turan atlılarının diktikleri muhteşem mızrak ormanı” idi. Hıristiyan dostumuza bu topraklarda günde beş defa farklı tonlarda okunan ezan dikkat çekici geliyordu ve dostumuz şahit olduğu ramazan gecelerinin ona hissettirdiğini de şu sözlerle ifade ediyordu: “İslamın yoğun duygusu iliklerime kadar beni titretiyor.” Günlüğünde “Yakından ya da uzaktan İslam ile ilgili her şey beni çekiyor.” yazıyordu. Türk dilini de önemseyip her fırsatta konuşmaya çalışıyordu. Fransız ve Hıristiyan dostumuz Loti taraf tutuyor; Trablusgarp’ta, Balkan Savaşları’nda, Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında adil kalemiyle Türklerin yanında duruyordu.

“Kendisini boynundan yakalamış olan düşmanından kurtulmak için zavallı mandanın can havliyle sıçraması şaşırtıcı idi. Fakat tarafların gücü birbirine eşit değildi. Önce, parsın saldırısı ani olmuştu; sonra da mandanın pençeleri yoktu. Pars keskin ve uzun pençelerini ansızın avının etine batırarak seller gibi kan akıtıyordu. Manda ise bu kan dökücü düşmanına karşı yalnız kendini savunmakla yetiniyordu.”

Pierre Loti, Trablusgarp’ta Türklerle İtalyanların hallerini bir mandanın, sırtına atlayan bir parsla mücadelesine benzettiği, Türk- İtalyan Savaşı başlıklı, 3 Ocak 1912 tarihinde Le Figaro’da yayımladığı bu yazısına şöyle devam ediyordu:

“Aynı apansız hücum… Saldırganda aynı gaye… Silahlarda aynı eşitsizlik… Aynı yiğitçe savunma…

Hayvanlar arasında seyrettiğim bu durumu bugün insanlar arasında görüyorum. Her katliam olayında, Avrupa rahat bir seyirci konumunda kalıyor. Medeniyet, barışseverlik, konferans, hakem gibi büyük fakat boş kelimelerin gerçek anlamları nerede kalıyor?

Bu sözlerimi çürütmek için İtalyanların, bizim önce Cezayir sonra da Tunus’taki fetihlerimizden söz açacaklarını bilirim. Evet! Heyhat! Başımızı öne eğmek zorundayız. Gerçi bu seferler hiçbir şekilde Trablusgarp olayı kadar kanlı olmamıştı. Fakat her şeye ve her duruma rağmen bu olaylarda da tarihimizi lekeleyecek bir cinayet izi kalmıştır.

Bu üzüntü itirazlarım yalnız İtalyanlara karşı değildir. Sözlerim hepimizi, Avrupa’nın bütün Hıristiyan halkını içine almaktadır. Yeryüzünde en fazla insan öldüren bizleriz. Dudaklarımızda kardeşlik kelimesi olduğu halde, her yıl daha da çoğalan yakıp yıkıcı maddeler icat ederek, Afrika’da, Asya’da yağma ve çapul düşüncesiyle kan ve ateş saçanlar bizleriz. Esmer ve aşağı ırktan insanlara hayvanmış gibi davrananlar bizleriz. Kendi medeniyetimize uymayanları, bizim kadar pratik, bizim kadar çıkarcı, bizim kadar silahlanmış olmadıkları için, hiçbir şeyi umursamadan, incelemeden hor görüyor, top gülleleriyle eziyoruz. Öldürebildiğimiz kadar öldürdükten sonra oraları gayemize uygun şekilde işletmeye başlıyoruz. Küçük sanayiyi öldüren büyük fabrikalarımızı, işçi güruhumuzu, heyecanımızı, hırs ve açgözlülüğümüzü, kötümserliklerimizi, velhasıl bütün bayağılığımızı oralara taşıyoruz.

Bizi, dostluk ve kardeşlik nutukları atılan ülkemizde uzakta iş başında görenler, ta Hunlardan günümüze kadar insanoğluna, acıma ve şefkate doğru on adım bile atmamış olduğumuza inanırlar.

Fransız gazetelerinin büyük kısmı, kapalı bir şekilde İtalya’yı tutmaktadırlar. İtalyanların kuvvetli topları sebebiyle savaş meydanında ancak üç-dört ölü bıraktıklarını, Türklerin ise yüzlercesinin yere serildiğini ve ayaklanmakta olan savaş esiri Arapların asılarak teşhir edildiklerini pervasızca yazıp yayınlamaktan çekinmiyorlar. Yağma ediyorlar, yakıyorlar, yıkıyorlar, öldürüyorlar… Ve bunun adına da meydanı açmak, temizlemek diyorlar. İnsan bunları duyunca vahşi hayvan avına çıkılmış sanıyor.

Bütün bunlar, insanı şaşırtacak kadar temelsizce yazılmış şeylerdir. Olayın gerçek yüzü şudur: Fransız gazete muhabirleri, İtalyan ordusunun konakladığı yerde bulunduklarından kendilerine gösterilen misafirperverliğin tesirine kapılıyorlar ve yanlarında misafir bulundukları subaylar gibi, her gün barut kokusuyla kendilerinden geçiyorlar. Sözü geçen muhabirler, kendi kendilerini dinledikleri sessizlik ve düşünce anlarında, sanırım ki bu teşebbüsün insanlığa aykırı ve kullanılan usullerin pek merhametsiz olduğunu ruh ve vicdanlarının derinliklerinden duyacaklardır.

Gerçi Fransız gazeteleri İtalya’ya temayül etmektedirler. Oysa yazdıkları yazılar Fransa’nın milli hislerine asla uygun değildir. Bu konuda, her sınıftan halkın fikirlerini yokladım. Hatta köylüleri bile sorguya çektim. İtalya’nın bu tür davranışlarını çoğunlukla suçladıklarını ve garip karşıladıklarını gördüm.

Kuzey Afrika’da yaşayan yedi sekiz milyon kadar Arap uyruklumuz da Fransız basınının bu şekilde yayınından dolayı üzülmüş ve gücenmişlerdir. Bunlar hakkında bazı gereksiz davranışlarımız da utanılacak gibidir. Böyle hareket etmekle zavallıları boşuna yoruyoruz.

Cezayir’de Tunus’ta sayıları yüzleri bulan öyle düşüncesiz küçük memurlarımız var ki, Müslümanlara karşı olan davranışları, aptalca bir gururdan ve büyüklük taslamaktan ileri gidemiyor. Bunlar, bize karşı, sessiz sedasız bir düşmanlığın doğmasına yardımcı oluyorlar. Böylece Suriye’ye, Fas’a veya herhangi bir İslam ülkesine yönelecek göçleri hazırlıyorlar.

Kendine Hıristiyan denilen Avrupalının gözünde, bütün dünya Müslümanları, avlanması suç olmayan bir av sanılıyor ve Avrupa bu avcılıkta, bir anda büyük ve kızıl ölüm meydanları, adam öldürücü silahları dolayısıyla başarıya ulaşıyor. Afrika’da bu yaman av, ağır bir esaret altında inleyen Mısır’dan geçerek Zengibar’dan Kuzey Afrika’ya kadar hemen hemen tamamlanmış gibidir. Aynı şekilde Hindistan’ın bütün Müslümanları da esaret altına alınmıştır. Şimdi de İran’a doğru iki müthiş avcı biri güneyden biri kuzeyden ilerlemektedir.

Geriye sadece Türkiye kalıyor. Fakat bu millet kendini öyle kolayca çiğnetmiyor. Çocuklarını kemirmekten geri kalmayan “yenileşme” hastalığına rağmen hâlâ o korkulu savaşçı niteliğini koruyor. Türkiye kahraman ve övülmeye değer ordusuyla, kendini kanının son damlasına kadar savunacaktır.”

“Bugün aynı adalet duygusuyla kendimizi yargılayabilecek kaç dünya insanıyız?” diye sormaktan alamıyorum kendimi. Kaç insanız; “Suçlusun, suçlu…” derken “Suçluyum” diyebilecek? Kaç insanız, gerçeklerin milliyetten tarafsız insandan taraf gözlemcisi? Bütün sınırların ötesinde yalnız insani doğruları müdafaa edecek kaç insanız?

Loti daha nice yazısında Türklerin savunucusuydu. Adil yargılamayı bilen, inandığı değerlerin arkasında durabilen biriydi. Osmanlı ve Türkiye toprakları, bu topraklara mensup bizler onun inandığı ve arkasında durduğu değerlere dâhildik. Atatürk, Abdülmecid, Adnan Adıvar, Hamdullah Suphi, Tanpınar, Süleyman Nafiz… Bunların hepsi birden yanılıyor olamazlardı. Bizim Loti’ye bir vefa borcumuz olmalıydı. Ödenmeliydi bu borç. Bu sebeple 1920 senesinde 23 Ocak günü Pierre Loti günü ilan edilmişti. Dönemin önde gelen isimleri onu güzel sıfatlarla yüceltiyor, bu milletin dünya durdukça onu unutmayacağına dair sözler veriyorlardı.

İşte bu sebeple o tepenin adı Pierre Loti’ydi. Dünya döndükçe de o tepenin adı Pierre Loti olmalı…

[1] https://www.acikgazete.com/unuttuumuz-bir-isim/

[2] http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/TEZ/46996.pdf

Yazarın (eceeskiköy) diğer yazılarına da göz atabilirsiniz.

Bizleri instagram üzerinden de takip edebilirsiniz.

Neden O Tepenin Adı Pierre Loti?

Yazar-Çevirmen Fransızca Öğretmeni

Yazarın Profili

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir