Kaldırımda
  1. Anasayfa
  2. Öykü

Kaldırımda

Yazan: Aysim Demiröz Göral

0

Kaldırımda

Hepimiz onu Kadirşinas Nejat diye bilirdik. Boylu boslu, ağzında bir araba lafla gezen, tüm mahallenin kedilerini günde üç öğün doyuran garibanın tekiydi. Ne mi oldu ona? Daha ne olsun…

Ben kurumuş yufkaları tezgâha seriyordum, usta yenilerini hazırlıyordu. Hemen yanımızdaki farkını anlayamadığım süperden hipere bir gecede dönüşen marketin deposunun önünde kamyonun asap bozan park sinyal sesi sabahın sersemliğini bölüyordu. Önce boş boş park eden kamyonetin manevralarını izledim, sonra dükkânın önündeki kedilerin kalabalığı aklımı karıştırdı. Sabahın o vaktinde aç dolaşmazdı bu garibanlar. Ah be Nejat abi oldu mu böyle?

“Şu kediler ne bahtiyar mahlûklar, yiyecek tek lokman kalsa bile aklın fikrin hep onlarda,’’ bıyıklarının üzerindeki unları üfleyerek söylendi Hüsnü usta… Ustanın elleri mayasını bir türlü tutturamadığı hamurunda benim ise aklım bu saatte kedilerini aç bırakan Nejat abideydi.

Kimi kimsesi de yoktu. Ev demeye şahit isteyecek kadar çukurda bir dairede yaşardı. Kızardı çok, kapıcı dairesi diyenlere. “Memur dairesi ya da tüccar dairesi deniyor mu diğerlerine sanki,” diye sorgulatırdı. Mevsimlerin yazında, kışında, sabahların ayazında, sıcağında önce merdivenleri yıkar, tüm pencereleri açıp içeriyi havalandırır sonra her dairenin önüne ihtiyaçlarına göre ekmek ve gazetelerini bırakırdı. Bir gün aklına esmiş sabah servisine çıktığında her dairenin kapısına sevdiği şiirlerden bölümler yazıp bırakmış, yönetici akşamına kapısına dayanmış, sağlam giydirmişti Nejat abiye. “Üzülme abi, boş ver,” demiştim çorbacıda ezogelinlerimizi içerken. Gülmüş, “İçine girdiğin kabın şeklini almak mı yoksa bunca eğilip bükülmek mi daha fenası Ufuk?” diye sormuştu elindeki ekmek kırıntılarını kuşlara pay ederken. Yetmiyordu aldığı para, gel bizim dükkâna, konuşalım Hüsnü Usta ile demek isterdim ama ustanın kurumlu bakışları engellerdi beni. Kâğıt toplamaya çıktığını söyledi bir iki kez. Yetiremiyordu. Sadece kendi için olsa hallederdi ama sanırım parayı yolladığı bir yerler vardı. Sorsam da söylemedi. Baktım sıkılıyor ikiletmedim ben de.

İyi adamdı Nejat abi. Canım sıkıldı…

Dedikoduyu, sabahın kör karanlığında ilk taze ekmeği almaya ayağında terlikler, kafasında kelebek tokasıyla fırına gelen mahallenin çarıklılarından biri yaymış. Nefesleri boş tencere kokar ama ağızları da durmaz böylelerinin, yalan yanlış patlatmış bombayı. Ekmeklerden daha hızlı yayılmış Nejat abinin dedikodusu.

“Yahu usta yalandır, yalan değilse bile bir yanlışlık ya da eksiklik vardır,” desem de elinde tutmayan hamuru tezgâha vururken avurtlarının içinden ters ters bana baktı Hüsnü usta.

“He milletin de derdi yok, oturacaklar Nejat’ı aklayacaklar, öyle mi? Onca zaman sessizliğinden anlamalıydık, hem Nejat’a kız mı kalmadıydı sanki. Gitti en olmayacak yere, namussuz bir karıya sevdalandı. Kaçmış işte, beraber mi kaçtılar artık neyse…”

Sustum…

Tabağında kalan son lokmayı hep paylaşan, aç yatıp tok kalkan, sabah servislerinde naylon torbaların içine şiir yazıp bırakan, kimseyi yormayan, bıkmadan mücadele eden Nejat abi çakır gözlerinin ardına mı saklamıştı büyük sevdasını?

İçim bulanıyordu…

Elimdeki yufkaları sermeyi bitirince, önlüğümü kasanın yanındaki sandalyenin arkalığına astım, izin istedim çıktım.

Nereyi gittiğimi bilmeden bir zaman Nejat abinin görevli olarak çalıştığı apartmanın önünde dolandım durdum.

Nejat abi ile bir iki kez de apartmanın önündeki kedilerini de beslerken ayaküstü sohbet etmiştik. Cümlesi hiç bitmesin istemiştim. Kitap gibi konuşurdu. Böyle boylu poslu, kafasının içi zehir gibi bir adam olmasına hiç şaşırmadan dinlemiştim. “Zor değil mi abi böyle bunca iş?” diye utana sıkıla sormuştum. “Zor dediğin kafanın içinde yiğidim. Ya nasip ya kısmet derim her sabah. “Zorda değilim az biraz zorundayım belki de,” diye şaşırtmıştı beni.

Soramamıştım. Susup bakmıştım gözlerinin mavisine.

Mahallelerde gittikçe azalan kahvelerden hâlâ direnmekte olan dostlar kıraathanesine bir haber alırım umuduyla hızlı adımlarla ilerdim. Masalar henüz boştu. Çay ocağına en yakın masaya oturmuştu tekel bayiinin getir götürü Mete. Birkaç kez Mete, ben ve Nejat abi beraber içmiştik çorbalarımızı aş evinde. Molamın bitmesine çok az kalmıştı, başlardı telefonum susmadan çalmaya.

Hiç vakit kaybetmeden Mete’nin masaya oturdum. Hiç yüzüme bakmadı. Yüzü küllenmişti. Yeşil masa örtüsünün üzerindeki sigara yanıklarının yaptığı deliklere elini sokup çıkarıyordu. Yutkunurken tükürüğü boğazında takılıyor, kafasını sağa sola sallayınca yutkunabiliyordu.

“Abi bize iki demli çay,”

“İstemez. İşim çok,” dedi Mete ayakkabılarına bakarak.

“Doğru mu abi duyduklarım?” dedim çayımı attığım yarım şekerin erimesini izlerken.

“Cenazeyi öğlene kaldıracağız, bir sen bir de ben varız. Bir de bir karı varmış. Tanımam etmem. Bir iki duydum ismini bizim mahallenin hıyarlarının ağzında. Nereden ulaşacağımı da bilemedim, hoş zaten gelir mi onu da bilemedim,” dedi yağ gibi donmuş bir ses ile.

Çaydanlığın demliğindeki suyu sırtımdan içime akıttılar sanki. Ne cenazesi, ne ölmesiydi bu? Kapı gibi adamlar ölmezdi, kocaman elleri vardı Nejat Abi’nin, buz mavisi gözleri. Neden ölsündü şimdi? Bomboş soru işaretleriyle baktım Mete’nin yüzüne.

“Ya pavyonda masalara dolananlardan mıymış neymiş işte o karının sevdasına yemiş bıçağı dalağına dün akşam pavyonun önünde, bırakıp kaçmışlar öylece kuytuda, gece yarısı kâğıt toplayıcılar getirmiş Taksim İlkyardım’a. Cebinde taşıdığı fihristte benim adımı bulmuşlar bir de bu karının. Açmamış tabii namussuz, sızmıştır da kim bilir kimin koynunda! Sabaha karşı aldım haberi, ölmüş işte. Oracıkta kaldırımda yatmış sabaha kadar…”

Telefonumun sesi Mete’nin cümlelerini kesti.

“Tamam ustam. Geliyorum, beş dakikaya ordayım. Nasıl? Hâlâ mı tutmadı maya? Uğrarım markete, tamam. Nasıl? Şimdi mi lazım? Tamam ustam.”

Mete’ye baktım. Parmağını sigara yanığının olduğu yere geçirmiş, kumaşta kocaman bir delik açmıştı. “Gelemem, öğlen paydosu hakkımı da kullandım. Sen kaldırırsın cenazeyi artık. Ben sonra uğrarım mezarlığa,” diyerek ayağa kalktım.

Elini delikten çıkardı, yüzüme baktı. “Bas git. Koş ustana, yetiştir mayanı, geç kalma!” dedi yüzümü yırtan bir bakışla.

Hüsnü usta küçük plastik taburesinde oturmuş, kasaptan aldığı ciğeri kedilerin önüne atıyordu. Sarılı mavili tenteyi açmış, güneşin inatçı ışıklarını dükkânın içine girmesini engellemişti.

“Gel gel,” dedi. “Nejat için söylenilenler doğru değil eksikmiş. Üzüldüm Hakk’ın rahmetine yürümüş gariban. Öğlene kaldırıyorlarmış cenazeyi, ben gideyim sen dükkânı bekle, müşteri çok olur o saatte.”

“Olur usta. Ya bu arada maya ne oldu?”

“Hallettim ben onu yahu. Sen yoldayken mayalandı hamur. Yarının yufkaları çoktan hazır.”

Sustum. Kedilerden biri ciğerin verdiği huzurla önce süründü, sonra kıvrıldı ayaklarımın dibine, uykunun sıcak kollarına bıraktı kendini. Usta gitti. Ben dükkânı kapamadım.

Herkes hakkını helal etti mi acaba Nejat abiye?

Kaldırımda

Konuklarımızın diğer yazılarına da göz atabilirsiniz.

Bizleri instagram üzerinden de takip edebilirsiniz.

Kaldırımda

İlginizi Çekebilir

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir