Ah O Yemen – Yemen Günlüğüm
  1. Anasayfa
  2. Deneme

Ah O Yemen – Yemen Günlüğüm

Yazan: Özlem D. P.

0

Ah O Yemen – Yemen Günlüğüm

“Niye bana bakıyorlar,” diye sordum. “Yemen’e onlardan farklı giyinen bir kadın gidiyor, ondandır,” dedi. Başımı tutup omzuna yasladı. Uyumaya çalıştım. İçime içime işliyordu gözleri. Bence gelin, kaynana ve adamdı. Gelin ve kaynananın sadece gözlerini görüyordum. Önlerindeki pirinçten ellerinde küçük toplar yapıp ağızlarına gerili olan örtüyü hafifçe kaldırıp ağızlarına atıyorlardı. Adam da küçük topları hızlı hızlı ağzına atıyor ve bir yandan da bana bakıyordu. Hiç kimse bana öyle uzun ve derin bakmadı. Pirinçler yere dökülmüştü. Küçükken annem, pirinçleri yere dökünce çok kızardı. “İçinde yedi Ayet’ül Kürsi var” derdi. Anlamazdım. Hala tam olarak anladım sayılmaz. Ancak Konya’ya gittiğimde Mevlana Türbesi’nde görmüştüm. Bir pirinç tanesine besmele yazmışlardı. Pirinçlere içim sızladı. Ayakkabılarına yapışmış, sıvanmıştı iyice. Üç saat falan bakıştık. Ne yalan söyleyeyim ben de onlara baktım. Sonuçta yaşayacağım toplumun insanlarıyla etkileşimim başlamıştı. “Galiba, ben ağlayacağım” demiştim. Böylece muhatabıma kendini hazırlaması için zaman da veriyordum. Öyle döküldüler, ülkemden kilometrelerce uzağa gözyaşlarım ve uykum aktı onun kucağına.

Her şey sarımtırak burada. Sanki anneannem kendi annesinden kalma bir sandığı açmış da beni de içine çekivermiş o zamanlara. Hafif küf kokusu… Toprak zeminler. Bütün erkekler uzun fistan giymiş, beyazdan griye dönen. Sandalet var ayaklarında, topukları erozyona dönmüş çorak bir tarla. Acımaz mı hiç canınız? Bütün kadınlar siyah çarşaf giymiş, siyahtan karanlığa dönen. Gözleri var, iri. Tek yaşam belirtisi… İri ve sürmeli. Ve elleri. Her daim ojeli, uzun tırnakları…

Bütün binalar taştan, camları renkli. İçim gıdıklanıyor. İş teknik dersini hatırlıyorum. Cam boyama yaptığımız. Hayatımla buradaki hayatlar arasında bağ kurma çabasındayım. Kendimi iliştirmeye çalışmam bundan. Oysa herkeste silah var ama herkeste… Keleş! Bir çocuk gördüm, bence o daha çocuktu. Yere değiyordu tabancası. Bir çocuk daha gördüm. İnanın dokuzdan fazla değildi yaşı. Nerden mi biliyorum? Daha bu sene üçüncü sınıfları okuttum ben. Bir cipe binmiş, kasılarak sürüyordu arabasını, altına koyduğu yünden tahtıyla meydan okuyordu asfalta. Burada herkes çabuk büyüyor, çabuk doyuyordu sanki. Kaldırımlarda oturulup bir anda bitiriliveren kahvaltılar ve sadece fasulyeden oluşan menü. Sanki hepsi açtı. Hepsi zayıf. Avurtları çöken kara kuru adamlar…

Kuralsızlığın hâkim olup kaostan kavgasız çıkılan bir yer burası. Ya ahiii, deyip yollarına devam edivermelerine hâlâ şaşkın ve bir o kadar sevinçliyim de. Trafik ışığının olmayıp, dikiz aynası yerine pencereden kollar çıkıveriyordu. İple bağlanmış tamponlar, koli bandıyla yapıştırılmış farlar, camı olmayan pencereleriyle nostaljik hayatlarında adrenalin tazeliyorlardı her gün sokaklarda. Bir motosikletin üstünde beşten fazla kişi, sandaletleri saçılmış yola, kimin umurunda? Çıplak yürüyüveren, yadırgamadan…

Akşamları caddeler epey canlı. Ali Abdullah Salih Camii’nin önünden geçiyoruz. Kendimize küçük heyecanlar hediye edip gazın sonunda ilerliyoruz caddede. Cami görkemini, kibir kovasıyla boşaltıyor yeni dökülmüş asfalta. Allah, daha mı yakındır böyle gösterişli yapılara? Sanmıyorum. İçimde topukları yarık çocuklar dua ediyor Allah’a. Beni camiye almadıkları günü hatırlıyorum her seferinde. Bir çaput bulamıyorum kafama geçirecek, şimdi olsa sizin olsun caminiz derdim ama arabaya gidip bir şal bulup bakıyorum köşesinden. İçimde bir eziklik var, dua edilen yerin ne kadar önemi olabilir ki deyip arabada bir Fatiha üç Kulhü okuyorum bütün iyi insanlara sırtımı dayayarak.

Çarşılarında seni içeri çekiveren bir el var. Hasan Şaş, Galatasaray, Murat (Polat) Alemdar deyip bildikleri Türkçe kelimeleri sıralayıveriyorlar. Kendimi Ankara’nın Çıkrıkçılar Yokuşu’ndan Samanpazarı’na iniyor sanıyorum. Sonra başlıyor zaten benim her yeri memleketimden başka bir yere benzetip sevme çabalarım. Her şeyin üzeri açık, sinekler uçuşuyor, konuyor üzerlerine. İlkinde varmıyor elim bir şey almaya. SS kurutulmuş balık yiyor, dükkân sahibiyle konuşurken. Bir çuval balık gözlerini açıp bana bakıyorlar. İçime hapsolmuş bir balık hali. Dolaşıyorum. Yemişler alıyoruz. İçine bademler saklanmış hurmalardan ikram ediyorlar, yiyorum. Şallara buluyorlar beni, rengârenk. Yüzyıllık bir bindallıyı seveceğini bildiğim bir arkadaşıma alıyorum 30 dolara. Her şey çok ucuz, herkes çok tanıdık geliyor. Bayramlarda yaptığımız kısa ziyaretleri Babel Yemen’de (Yemen Kapısı) yapıyormuşum hissine kapılıyorum.

Bir deve görüyorum sonra. Dönüyor da dönüyor kendi etrafında. Susam öğütüyormuş meğer. Gece gündüz dönüyor. İçimde bir şeyler eriyor. Karanlık odadan çıkıp yirmi derecede güneşin sırtımı sıvazlamasını bekliyorum. Kahveler alıyoruz sevdiklerimize. Kendime gümüşten bir kemer alıyorum. 8 yıldır takmamışım. Zamanı gelmeli diyorum. Yemen kadınları gibi değilim ancak birkaç da Yemen işi kıyafet alıyorum kendime. Peçemi takıp aynanın karşısına geçiyorum. Onlar gibi efsunlu bakamıyorum. Alınmış ince kaşları, gözlerini bir çatı gibi sarmalıyor, koruyor sanki. Benimkiler düz ve seyrek. Onlar gibi değilim.

Sürmeli gözlerinden, kimin Dönya, kimin Amani olduğunu ayırabiliyorum ve buna inanamıyorum. Önceleri ayakkabılarına, yüzüklerine bakarken isimlerini söylemek için, şimdi gözlerine bakıyorum. Sen giderken çok üzülürüm diyen Amani’yi unutamıyorum. Bahçede elime tutuşturduğu kolye setini de. Bazen yazıyor. Nasılsın Habibi, diyor. İyiyim, diyorum. Seni çok özledim, diyor. Ben de hepinizi diyorum. Laf bitiyor. İkimiz de olanları bildiğimizden konuşmayı devam ettiremiyoruz. Bir kez keşke gelsen bizde kalırsın demiştim. Gelemem ki havaalanı bile yok demişti. İnsan üzüleceği, üzeceği konuşmaları açmamayı da büyüdükçe öğreniyor. Aylardır maaş almadan çalışan bir başka arkadaşım yazıyor. Kızının fotoğrafını at diyor. Babasına benziyor diyor, öp diyor, eşine selam söylemeyi unutma biliyorsun he is a good man diyor. Buruk bir tebessümle maasselame diyorum.

Evlerine misafir oluyorum. Tanıyamıyorum. Hüda, diyorum sadece. Sen misin? Saçlarında boya olmayanına rastlamadım, ayak tırnakları ojesiz görmedim kimseyi. Derin dekoltelerini erkeksiz ortamlarda sergilemede beklemediğim ve hatta bilmediğim kadar da cesurdular. Kafamdaki bütün olguları yıkıp inşa etmeye başladığım, kendimi keşfedip en başta kendimi sonra da herkesi kabul ettiğim bir yer Yemen. Kaldıkça öğreniyor ve daha fazla kalmadığıma hayıflanıyorum. İçerden büyük bir alışveriş arabasına benzer bir şeyle giriyor evin hanımı. Nedir, diyorum. Parfüm, diyor. Ne kadar çok çeşit, o kadar zenginlik demek. Alıp sıkıyorum bir tanesini. Kolonya gibi, şeker- çikolata ikramı gibi. Parfümleri götürüp elinde üzerinde dumanlar tüten başka bir tepsiyle geliyor. Kalbimde bir kuş kanat çırpıyor. Sen yeni gelinsin diyor, bizde adettir. Adına buhur denilen, taşlardan oluşan tütsüyü saçlarımın arasında dolaştırıyor. Kokusu hacı yağlarından daha ağır, daha yoğun. Gülmeye, azıcık da olsa tebessüm etmeye çalışıyorum. Beklenmedik şeylerle karşılaşmanın sıradan şaşkınlığını ve gerginliğini yaşıyorum. Sabah akşam duş alıp bir haftada gideremiyorum, koku benimle her yerde gezecek haftalarca.

SS ile birinin evine gidiyoruz. Kadınlar ayrı bir odadayız. Upuzun bir masanın etrafındayız. Suyumu içmek içip aldığımda, bardağı geri bırakamayacağım şekilde dolduruluyor sofra. Sol elimde bardak, yemek bitene kadar öksüz çocuk gibi ayrı kalıyor takımından. Devasa bir siniye pilav yapmışlar, ne kadar çok yapmışsınız diyorum. Sadece iki kaşık alabiliyorum. Kızarmış kuzunun yanına tavuk da koyuyorlar. Başka bir tabakta balık geliyor. Klasik yemekleri fasulye de var. Salatalar ve adını bilmediğim başka baharatlarla dolu yemekler. Ve dört-beş çeşit tatlı… Nerede sakladılar, nereye koydular artanları hiç bilemeyecek ve birkaç yıl sonra açlıktan ölecek çocukları görecek, ağlayacak, sinirlenecek ve çaresizliğe gözlerimi kapayacak, ruhumda derin bir kuyu açacaktım. Önümüzdeki bir hafta yine kokacaktık. Yürüdükçe kokacak, terledikçe daha da kokacaktık. Koktukça o yemekleri hatırlayacak ve hangi baharatları kendimizden uzak tutacağımızı öğrenecektik. Her şey zaman alacak ve hayat hızla akıp gidecekti dinmeyen yağmurlarla birlikte.

Sokakta asla birbiriyle konuşmayan kadın ve erkeklerin, biraz lüks ve şık kafelerdeki hali beni yine şaşırtacaktı. Laptoplarını açıp bir konuda tartışanları görmek, her yerde olduğu gibi burada da sınıf farkını, ayrıcalıklı olanın, mali gücünün verdiği özgürlüğü de doğuştan getirdiğini anlayacaktım. Ve gelir dağılımındaki eşitsizliğe daha da isyanım artacaktı. Caddelerde dilenenlere daha çok üzülecek, çocuklarını çalıştıran aileleri görünce arabaya bir kutu çikolata alacak ve yaklaşana verecektim. Taa ki dedesi olduğunu tahmin ettiğim adamın çocuğun elinden kaptığını görene kadar! Birkaç gün dışarı çıkmak istemeyecek ve hayatı yutkunmaya çalışacaktım. Yemen, varlık ve yokluk algılarımı değiştirecek, beni hiç tahmin etmediğim kadar öfkeli ve ağlak yapacaktı ve ben yıllar sonra başka bir ülkede bunu anlayacaktım.

Etiyopya’dan Eritre’den Yemenli ailelere yatılı yardımcı olarak gelenlerin hikâyesini kendi ağzından dinleyecek ve anlatmasan olur mu diyecektim bencilce. Tecrübe ettiği acısını duymaya tahammül edememekle kaçmaya çalıştığım gerçeklerin içine ortamımı kuracaktım. O, on iki yaşında ülkesini terk edip bir aileye geleli altı yıl olmuştu. Her sabah 5’te kaldırıldığını ve akşama kadar hiç oturmadığını söylediğinde onun yerine de ağlayacaktım. Gel yemek yiyelim, dediğimizde mutfakta ayakta bir şeyler atıştırırken bulmuştuk onu. Hiç alışmadım, demişti. Her ay kardeşlerine un, şeker gibi temel ihtiyaçlarını gönderdiğini ve anne-babasının vefatını anlattı. Bir hafta kendime gelememiştim söylediklerine. O, 18 yaşında bense 26’ydım. Keşke dizime yatırıp saçlarını okşasaydım azıcık. Ne büyük bir hüzünsün sen içimde bir bilsen…

Hediye diye aldığımız Yemen kahvesinin yavaş yavaş yok olduğunu tarlalardaki bu rengarenklilikle anlayacaktım. Kat(qat) ağaçlarının dikilmesi ve küçük pembe poşetlere konulan katların uçuşup her dala bir dilek çaputu gibi bağlanması kalbimi delecekti. Saflığıma, onları ağaçların meyveleri, çiçekleri sandığıma acı acı gülecektim. Öğlen kat trafiğine yakalanmamayı öğrenecek, Türkiye’de iftar öncesi trafik gerginliğini burada her gün öğlen 12’de yaşayacaktım. Bahçeyi düzenlemeleri için çağırdığımız işçilerin 8’de gelmesi gerekirken 10’da gelmelerini ve 12’de sessizce gitmelerini kata bağlamayı çok sonra öğrenecektim. Dişçiye gittiğimde katı yumruk gibi ağzına doldurmuş dişçinin, diş temizliğinden nasıl da iştahlı bahsettiğini, küflü aletleri görünce de midemi bastırdığımı ancak eve gittiğimde hatırlayacaktım. Hüsnü ve Hüsniye adında iki tavşanımız için veteriner çağırdığımızda adamı kıyafetiyle yargılayacak ve çok sonra bundan utanacak ancak hâlâ şaşkınlığımı koruyacaktım. Rusya’da okuyup üzerine master yapıp ülkesine dönmüş ve pantolonunu büyükbabamın okçul dediği bir iple bağladığını görecek ve veteriner olmasından büyük şüphe duyacaktım. Konuşurken yüzüne bakmakta zorlanacaktım, benim SS gibi gözlüklerim yoktu, yeşil taneler suratımla buluşsun istemiyor ve kaba davranışlar sergilersem, istemez ama ne bileyim neyle karşılaşacağımı bilmediğim durumun eylemini kestirememe tedirginliği vardı işte. Kaldığım süre boyunca göz teması kuramayacaktım, yüzümü buruşturma durumunda kalıp insanları kötü hissettirmemek için. Sonuçta dışarıdan gelen ben ve alışması beklenen de bendim.

Kısacık zamanda üç ev değiştirerek, göçmenliği evi yapan biri olacağım Yemen’de mayalanmaya başlamıştı. İlk evin ve sonraki üç evin etrafında da sürekli silahlı adamlar, çocuklar görecektim. Şeytan dolduruyordu ve ben hiç bir markete gitmek istemiyordum SS’in koluna sıkıca sarılacaktım. Alışacaktım. Alışmadan önce, hemen önce o işteyken kapı çalınacak ve apartmanın önünde bir sürü insan görecektim. Deli gibi zile basan 3-5 kişilik bir grup, perdenin arkasından bakacak yoklarmış gibi ve zil çalmıyormuş gibi Eyvah Eyvah’ı izleyip gülmeye zorlayacaktım kendimi. Tam da o an olan olacak ve apartman sakinlerinden biri binanın giriş kapısını açacaktı. Daire kapısının hemen önünde Arapça konuşmalar, hepsi anlamsız. Elif, be, te, se’yi konuşmalardan çıkarmaya çalışmanın saflığıyla kendimi sakinleştirmeye çalışacak en arkadaki odaya gidip SS’i arayacaktım. Kapı yumruklanırken kalbim bildiğim Arapça duaları okurken kapıdakilerden ne kadar da başka şeyler dilediğimi fark edecektim. SS çekmecedeki silahı al, yatak odasını kilitle ve beni bekle dediğinde, tıpkı televizyonlardaki o aptal ve bir erkeğin merhametine bağlı kadınlardan da farklı olmadığımı, yargıladıklarımı nasıl da yaşadığımı, daha on beş gün öncesine kadar bir işim olduğunu ve ben ne yapıyorum bu Araplar’ın içinde cümlelerini paragraflara sığdırmaya çalışıyordum. Kapıdaki el ısrarla yumrukluyor, bense tanımadığım dilin sesinden duyduklarıma bir yaş biçemiyordum. Elimde silah ve saçmalama deyip onu yerine koyup kapıyı da kilitlemeden oturup kurtarılmayı bekleyecektim. Ve SS geldiğinde kapıdaki çocuğun bir çocuk ve dilenci olduğunu, buralarda çok yaygın olduğunu bana o gün söyleyecek, hem azar işitecek hem de beni kurtardığı için öpücüklere boğulacaktı. Oradan kısa bir süre sonra güvenlikli bir siteye taşınacaktık ve ben dilencilerle konuşmaya çalışacak ve bir şeyler ikram edecek kıvama gelecektim.

Güvenlikli sitede de her yerde silahlı adamlar olacaktı. Gece yarıları partiler verecekler, alkolün yasak olduğu ülkede, içki içilip içilip kusulan bir eğlenceye dönüşecekti. Akşamüstü gözlerini bile görmediğim kadınların penceremin önünde gece yarısı bikinileriyle kusarken görecek ve ee hani bunlar Müslümandı diyecektim büyük büyük. Kıyafetin inançla olan bağlantısındaki zayıflığı zaten kavramış olan bana, garipsememeyi, şaşkınlığı fırsata çevirip kabullenişi öğretecektim ve bu 26 yaşımda bambaşka bir ülkede başlayacaktı. Alışveriş mağazalarında kadınların peçeli kıyafetleriyle nasıl da iç çamaşırlarını rahatça alabildiklerine hem sevinecek hem de hayretimi yine göklere çıkaracaktım. Zira ben hâlâ, pedlerini markette siyah poşete koyan bir ülkeden geldiğimi hatırlayıp hayıflanacaktım.

Yolda tek başıma yürüyemeyecek ve karşıya geçmenin mümkün olmadığı zamanlarda yoldan es kaza geçen bir erkeğin eliyle arabaları yavaşlatması sonucu kornalar eşliğinde karşıya geçebileceğim çok zaman olacaktı. Kızacak, küfredecek ve hep yardıma muhtaç olmak zorunda bırakılmaya tahammülsüzlüğüm artacaktı. Can sıkıntısından bahçe işleriyle uğraşmaya, deli gibi kitap okumaya, yakın-uzak arayabildiğim herkesle telefon konuşması yapmaya başlayacak ve çatlayacak gibi olduğum bir sırada Amerika’da o kaliteyi bulamadığım bir Arap ülkesinde İngilizce kursuna başlayacaktım.

Arkadaşlıklarım önce göz süzmeyle sonra nereli olduğumla devam edecek ve ortak yemek, dedelerinden Osmanlı’ya dayananlara kadar varacaktı. En çok Müslüman mısın, sorusunu duyacak ve kabul edilme, ortak bir paydada buluşma çabasıyla hemen atlayıp evet diyecektim. Oysa sorular kesilmeyecekti, bitmeyecekti. Oku bakayım, diye Fatiha okutmaya çalışanlar, niye başın açık diyenlere hep azcık tebessüm edecek ve bıçak kemiğe dayandığında ‘ya hu siz niye Türkiye’ye ya da başka bir ülkeye giderken açıyorsunuz’ diyecektim. O andaki sessizlikten intikam almışçasına keyif duyacaktım. Daha yumuşak sormayı tercih edecektim çok sonra, belki anlatmayı falan ama Kıvanç Tatlıtuğ’un delisi olmuşlar ve Bihter gibi yaşamayı hayatlarının tek gayesi edinen insanlar için boşa kürek çekmek olduğunu çok sonra fark edecek ve beni iyi hissettirecek arkadaşlar seçmeyi de zamanla becerebilecektim. Herkes beni kabul etmek zorunda değildi ve ben de tabi.

Cuma namazı kalabalığını görmek isteme heyecanıyla, ilk o gün bir Yemenli gibi giyinecek ve Nike spor ayakkabılarım ele verecek ve namaza gelenlerin Maşallah nidalarını duyacaktım. Oysa gözlerim dâhil hiçbir yer görünmeyecekti. Namaza gelenlerin terliklerini çıkarıp kaldırımda Allahu Ekber deyip başlayıvermelerini garipseyecektim. Yeryüzünü size mescit kıldık ayetini temizlik anlayışımla karşılayacaktım. Toza-küle pis dememeyi öğretecekti bu ülke bana. Sesiz sakin kocasını bekleyen bir zevce olacaktım on dakikalığına. Terliğini kaybeden SS için on kişinin seferber olup bambaşka sandaletlerle eve gelişimize gülecek ve yardımseverliklerine hayran olacaktık. Bir daha Yemenli gibi olmaya çalışmayacaktım.

İlk yurtdışı deneyimimi dokuz ayda noktalayacak ve SS’i bir süreliğine yalnız bırakıp duygularımı nadasa bırakmak için Türkiye’ye dönecek, tozlu bir ülkenin alıştığım ve özleyeceğim kaosunu geride bırakacaktım. Uçaktan inince gökyüzü nur olup üzerime dökülecekti, kısa bir süre de ülkemde konforuma geri döndüğümü sanarak acılarımı, özlemlerimi ve uyanışlarımı geri istediğime şaşacaktım. Bambaşka bir ülkeye yüreğini açacak olan kalbimi neler beklediğini bilmezken bütün hissettiklerimi hissettiğim zamanlara dönerek kaleme almayı ancak yedi yıl sonra yapabilecektim. Deneyimlerken yazsaydım deneyimsizliğimle daha haşin duyguların hâkim olduğu paragraflarla dolu olurdu eminim yazım. Şu an içimde en çok özlem ve bütün o kaosu otuzunu aşmış ve medeniyeti zirve şehirlerde tecrübe eden biri olarak o zamanki benin gözünden yazmaya çalıştım. Merhametim ve hüznümün en yoğun ülkesi olarak kalacaksın Yemen ve sana bir sefer daha yapacağım. Bu sefer ben sana bir sandık sunacağım. Umarım ben gelene kadar iyileşirsin ve bir kez daha kat ikram edersin bana. Bu defa geri çevirmeyeceğim söz…

Yemen

Konuklarımızın diğer yazılarına da göz atabilirsiniz.

Bizleri instagram üzerinden de takip edebilirsiniz. Yemen

Ah O Yemen – Yemen Günlüğüm

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir