Kelimeler, Sesler, Yalnızlar
0

Kelimeler, Sesler, Yalnızlar

Yazılması gerekenler bunlar. Boğazına kadar dolup da söylenemeyen, söylenemedikçe zihnini parçalayan, kalbini kanatan, ruhuna zehrolan kelimeler. Ne bir bestesi var bunların, ne bir rengi. Griden yol alıp, yeşile maviye hiç uğramadan, dile gelmeye korkan. Gelse de çaresi olmayan. Karmakarışık bir ip yumağının, düğüm düğüm olmuş renkleri. Ucu nerde, sonu var mı?.. Belirsiz. Bir kırmızı arabanın yolu… O yolun sağında solunda kümelenmiş kelimeler yığını bunlar. Oysa Cemil Meriç** dil, mûsikîdir diyor. “Mûsikîlerin en manalısı, en az müphemi, ama mûsikî. Her kelime, bir kelimeler dünyasının anahtarıdır; meçhûle açılan bir kapı, her kelime. Meçhûle, yani rüyâlara hâtıralara, anlatılamayanlara, anlatılamayacaklara. Mağaralarından süzülür şuur-altının, şuûrun yedi kat göğünden dökülür. Kelime küfür, kelime duâ, kelime büyü… Zihnin bu esrarlı meyvesini asırlar besler, asırlar olgunlaştırır.”

Benim meçhûlüm, tavanı olmayan yedi kat karanlık bir gök. Şimdi bunu nasıl olur da bir kuyunun umudu, aydınlığa süzerim? Öyle bir mümkünüm olsa keşke. Olmadığı için kırmızı arabanın kenarına köşesine ilişen kelime yığınları diye sıralıyorum. Biraz günlük, biraz mevsimlik. Kim neyi isterse heybesine…

***

Kasım ayının ilk sabahı. Güneş aslında her zamanki gibi ama bu yıl sanki ilk geldiğim zamanlar gibi. Tepeler sarının bin bir tonunu almış, kahverengilere eklemiş de yeni bir harman yaratmış. Soğuk memleket, adına yakışmayan hareketlerde bulunuyor. Hiç olacak iş mi? Şimdi buralarda ne fırtınalar olmalıydı. Ne rüzgârlar… Yol boyu yürürken ağaçların düşündürdüğü, dalından düşmek isteyen hiçbir yaprağı dalında tutamıyorsun. Sen tüm varlığını adasan da, sırf onun o yeşili canlı kalsın diye, ısrarla kahverengileri sarıları seçen o. Yine de the Old Guard’ın Andy’si gibi hissetmemi engellemiyor hiçbiri. Yorgun, “Bu mu?” diye sormaktan, her seferinde de aynı cevabı almaktan yorulmuş bir halde yeniden nefes almaktan.

***

Bir başyazı hazırlıyoruz, kadınlar olarak. Tam da bu sıralarda denk geldiğim ve izlemekten müthiş keyif aldığım bir film oldu. Müsaadenizle kısa kısa bahsedeceğim. Film aslında bir kitap uyarlaması. Gernsey Literary and Potato Peel Pie Society/Edebiyat ve Patates Turtası Derneği. Ben gibi hâlâ mektupların gücüne inananlar için muazzam film. En azından buna inanların yazdığı ve oynadığı bir şeyler var hâlâ. Konuya gelirsek, İkinci Dünya Savaşı’nın bittiği zamanları, onun bıraktığı izleri anlatıyor. Londra’da 1946 yılında, Guernsey Adası’nda – ki İngilizlerin Almanlar tarafından işgal edilen tek toprağı- kurulan Edebiyat ve Patates Turtası Derneği ile bir mektup yoluyla tanışan Juliet Ashton ve onun yolculuğunu anlatıyor. Tabi muazzam bir incelik, zarafet var filmin her köşesine serpilmiş. Galiba en çok da en son yazılan mektubu sevdim, izninizle ufak bir replik paylaşımı yapacağım:

” ‘Dünya, eski tanıdık suratları arayarak geçmek zorunda olduğum bir çöle benziyordur.’ der charles lamb. Yıllardır farkında olmadan, eski tanıdık yüzleri aradığımı fark ettim ve bunların size ait olma nedenini açıklayamıyorum; fakat biliyorum. Daha tanışmadan birine ait olunabileceğine. Ya ben size aitim ya da siz bana. İnanıyor musunuz? Belki de Guersney’deki ruha aitim. Bu bana göre aile tanımına en yakın şey.”

Aidiyet… Ruhun sancısı, bedenin çorak toprağı. Aidiyet duygusu nasıl bir şey? Uzunca zaman bir yerlerde kalıp, sürekli yer değiştiren, sürekli yeni insanlarda yeni mekânların içerisinde kaybolan biri için bu nasıl mümkün olur? Film baştan sona bunun sorgusu, tonlarca imge ile dolu. Bazen bir şarkı oluyor, bazen kitabın içindeki bir kahraman ya da bazen böyle bir filmin içinde, insanı hiç olmadık zamanlara, kokulara, mekânlara ait hissettirebiliyor bazı şeyler.

Kokular demişken… Bu ara Vedat Ozan’ın Kokular Kitabı adlı şahane dörtlemesinde kendimi kaybetmiş durumdayım. Dört cildin ilki “Kokular Kitabı”, ikincisi “Kokular Kitabı-Parfümler”, üçüncüsü “Kokular Kitabı-Kültürler”, dördüncüsü ise “Kokular Kitabı-Lezzetler”. Kendisinin de söylediği üzere insanın ilkel çağlarında popüler olan ama zaman geçtikçe-insan evrime yenik düştükçe- geri plana ittiği koku duyusuna dair şahane anekdotlar, inanılmaz bilgiler var.

***

Bir şarkıda takılıp kaldım. Öylece dinliyorum sadece. Girişi ile başlıyor o hezeyan. Kalbinin tam orta yerinden yakalıyor, sonra inceden alıyor seni. “Ağrısında durur cevabı ama bakmıyor ki gözün”. Daha ne desin? Bunca kelâma da gerek yok aslında. “Göremedin gözyaşımı, silemedin gömleğine…”

İnsanın anlamı, kelimelerinin kavak ağacı gölgesine düştüğü yer gibi, nadide.

Melihat Gülses’in “firar”ında dediği gibi:

“Bir sihir gibiydi şehre inerken gece
Mektubun güvercin oldu vardı gizlice
Gel diyor, geç olmadan gel, geçiyor yıllar
Böyle başladı, dönülmez bu müthiş firar”

***

Tanburi Cemil Bey’in Ferahfeza Saz Semaisi var şimdi. Bir öncesi Refik Fersan’dan Şeddiaraban Peşrevi’ydi. Ama şu anki şarkının anısı var. Refik Fersan’ın acemkürdi şarkısı, “rüzgar uyumuş, ay dalıyor, her taraf ıssız…”. Şimdilerde Beyoğlu Belediyesi her ay için bir saz icrası planlamış. Bekir Ünlüataer’in yorumu ile dinliyorum. Sanki yüreğinizin içerisinde ayrı bir tanbur var, sizin hiç geçmeyen altı aylık yorgunluğunuzun bestesi. Uşşak Saz Semaisi oluyor, Neyzen Aziz Dede’nin.

***

“Kendi devrimini yapamayan kimse, dünyada bir kibrit çöpünün bile yerini değiştiremiyor” diye bir yazı gönderdi bir hocam. Kafamın içine kıymık attı yine. Döndü, dolaştı, kanattı, parçaladı. Ne gece yetti ne gündüz ölçüp biçmeye, çekip çıkarmaya. Bir de bunun üzerine tuzu biberi niyetine bir yazı daha paylaştı. Lars Svendsen’in yazdığı Yalnızlığın Felsefesi adlı kitabın içinde geçen bir yazı. Yazı 1851’de Arthur Schopenhauer tarafından yazılmış. “Parerga ve Paralipomena: Kısa Felsefi Denemeler” adlı eserinin 396. bölümünde soğukta kalan kirpileri anlattığı bir bölümden bahsediyor. Bölüm şöyle: “Soğuk bir kış sabahı çok sayıda oklu kirpi, donmamak için birbirine bir hayli yaklaştı. Az sonra, oklarının farkına vardılar ve ayrıldılar. Üşüyünce, birbirlerine tekrar yaklaştılar. Oklar rahatsız edince yine uzaklaştılar. Soğuktan donmakla, batan okların acısı arasında gidip gelerek yaşadıkları ikilemi, aralarındaki uzaklık, her iki acıya da tahammül edebilecekleri bir noktaya ulaşıncaya kadar sürdü. İnsanları bir araya getiren, iç dünyalarının boşluk ve tekdüzeliğidir. Ters gelen özellikler ve tahammül edemedikleri hatalar onları birbirinden uzaklaştırır. Sonunda, bir arada var olabilecekleri, nezaket ve görgünün belirlediği ortak noktada buluşurlar. Bu uzaklıkta duramayanlara, İngiltere’de ‘keep your distance!/mesafeni koru!’ denir. Bu noktada, çevrenin sıcaklığını hissetme arzusu kısmen karşılanır ama buna karşılık okların acısı hissedilmez. Kendi iç sıcaklığı çok yüksek olanlar ise, ne sıkıntı vermek, ne de sıkıntı çekmek için topluluklardan uzak durmayı tercih ederler.”

Kötü bir çeviri ama ona rağmen anlatılmak istenen çok net. Hele ikisi birleşince… Yani diyor ki, kendi devrimini yapanlar, iç sıcaklığı yüksek olan o yalnızlar. Yani diyor ki, artık bırak o kafanın içindeki kelimeler yığınını. Dök, ters çevir, kalmasın hiçbir şey. Yazmış işte Kaan Murat Yanık da, anlatabilseydik bunca imaya gerek kalır mıydı? Anlatma, artık kelimeleri de bırak. Nefes alsınlar.

***

Şimdi şu halimi anlatacak olan nedir diye düşünüyorum da, yine Yansımalar’ın notaları bana şifa olan. Sonbahar’ı.

**Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa kitabından “Namık Kemal ve Tercümesi” bölümünden alınmıştır.

Yazarın (filhakikas) diğer yazılarına da göz atabilirsiniz.

Bizleri instagram üzerinden de takip edebilirsiniz.

Kelimeler, Sesler, Yalnızlar

İlginizi Çekebilir
Gidemeyen Olmak deneme

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir