Yazamayan Korsan Günlükleri: Coronavirus Part I
0

Yazamayan Korsan Günlükleri: Coronavirus Part I

Yazamayan korsanın bir aylık zaman diliminde yazamadıkları bunlar. Şimdi kulağında müzik varken, bu zamanın kelimelerini teslim etmese olmaz. Muhtemelen yazamadıkça “partlar” da çoğalacak. Destanla başlamalı o vakit. Gogol’ün eserlerine gömülen biri, İlyada’ya muhakkak ulaşıyor. Ulaşmalı da. Klasikleri yazanların tamamı önce İlyada’ya sonra da İncil’e ulaşmaya çalışmışlar.

İlyada’nın dördüncü bölümünde şöyle bir kısım var:

“…
Karlar erir de seller nasıl akarsa dağlardan,
oyuk bir yarın dibinden kaynayan gür suları
iki dağ arasında birleşirlerse nasıl,
uzakta bir çoban uğultuları dinler hani;
işte girdi karıştı böylece birbirine
insanların korkuları, gürültüleri.”

Böyle anlatıyor Ares ve Athene’in kışkırtmalarını Homeros. Troyalılar ile Akhaların büyük savaşının tasvirleri bunlar. M.Ö. yedinci yüzyılda yazılan destan, bilmeden bu dönemin “korkularının” da tasvirini yapmış. Bu kez korkulan Troyalılar ya da Akhalar gibi gözle görülen türden düşmanlar değil. Su ve sabunla yok olabilen, gözle görülemeyen, rengârenk, çok kollu, ahtapotumsu bir şey. Virüs… Tüm dünyayı dize getiren şey. İnsanların, insanlardan çok devletlerin kendilerine zorunlu “hayatın tatil günü” ilan ettikleri bir dönemden geçiyoruz. Tabii bu tatil günü ilan etme mevzusu her devletin ekonomik gücü ile orantılı olarak değişiyor. Sokağa çıkma yasaklarını sadece nüfus sayımlarından hatırlayan biri olarak, bu kavramı eşlediğim tek yer V for Vendetta filminde Evy’nin Deitrich’e gittiği akşam İşaret Adamlar’a yakalanması esnasındaki “sokağa çıkma yasağı başlamıştır” uyarısı.

Şu günler bu kavram için yeni metaforlar oluşturduğum ve “insanlık” kavramının beynimde bir kora dönüştüğü zamanlar. Beynimin içini yakıyor. Herkesin kendini sorguya çektiği zamanlar. “Ne olursa olsun, elinize bir kitap alın; nasıl bir kitap olduğunun önemi yok, okuyun” gibi akıl ötesi tavsiyeleri vermekte hiçbir beis görmeyenlerin zamanları. “Online Eğitim”, “Uzaktan Eğitim”, “Dijital Dönüşüm” gibi kavramların artık kavram olmaktan çıkıp insan hayatında zorunlu olarak yer bulduğu zamanlar. Azla yetinmek, elindekine şükretmek, yetecek kadarı ile idare edip fazlasını paylaşmak. Pinhani “Bir yer bulalım, dünyadan uzak” derken acaba bu dönemleri bilmiş miydi? Bu kadar mı uzaklaşılacak yer oldu dünya? Ne ara? Hep kızıp da bir türlü sırtımızı dönemediğimiz sevgilimizdi ya. Ne oldu?

***

Bütün “en iyi kelimeler” ve “en iyi cümleler”in yazıldığı zamanlarda kendini anlatmak için kendine ait cümleleri bulduğun anlar çok nadir. Bu zamanlar düşünme zamanları. Edebiyatı seven kelimelere sığınıyor, müziği seven notalardan medet umuyor, çizimi/görseli seven renkleri kendine rehber ediniyor. Oysa hepsi de aynı yere çıkıyor. İnsanın hücreleri hangisi ile yoğrulmuşsa orada kaybolmak istiyor. Bir girdap. Ya da beyninin içinde gezen bir kıymık. Necip Fazıl, bir yağmurla anlatmış içindeki delilik vehmini. Kanını boğan bir iplik, teninde acısız yatan bir bıçak olmuş. Ne kadar batmışsan o kadar sancılı, o kadar derin.

***

Bunca sakinlikte çıldırmamak, “düş ile gerçek arasındaki çizgiyi” çizebilmek istiyor. Kim çizebilmiş? Hangisi düş, hangisi gerçek? Kim savunabilir bu okuduklarının düş olmadığını? Gerçek mi peki? Akşam pencereden görünen dağların göğe kavuştuğu yerdeki renk cümbüşü gibi… Zaman ilerledikçe değişen renkler, sanki insanın ömrünün aşamaları. O masmavi gök, sarı damlalarını sırtına yükleyip geceden kaçan güneşe mi üzülüyor bilmem, başlıyor hafiften mor-eflatun karışımı bir hâl almaya. Ne kadar uzaklaşırsa o kadar kararıyor. Koyu mavi, lacivert, en son siyah. “Karanlık siyahındır” diyeni haklı çıkarıyor. Gökçe göğün ağlayışı olsa gerek.

Bir de tersi var. Sabahın beşi. Aynı göğün, aynı dağların zirvesinin doğan güneşle muhabbeti. Önce o siyahtan kurtuluyor gökçe gök. Yavaş yavaş güneşten aldıklarını yansıtmaya başlıyor. Lacivert, derken bir koyu mavi. Hafiften eflatun-mor, biraz kehribar. Güneş kendini tam anlamıyla hissettirdiğindeyse öyle tatlı bir maviye bürünüyor ki, dağlar bile yeşilini farklı gösteriyor. Sonra beyaz. Hepsini içine almış da bulutlar yareni olmuş, kederden yükselen dumanlar. Hikâyelerin anlatılması için en güzel zamanlar. Gün ile güneşin, gece ile yıldızların şahit tutulduğu zamanlarda anlatılan masalların da hikâyelerin de büyüsü farklıdır. İnsanın düş ile gerçek arasındaki çizgiyi ayırmaya en çok yaklaştığı zamanlar. Haliyle anlatılan hikâyelerin de kalbin ta içinde bir sardunya misali çiçeklenmesinin sebebi.

Zühre yıldızının hikâyesi de böyle zamanlarda öğrendiklerimden. Aslında sadece yazdığı kitaplara ait bir panorama yapmak istedim ama şimdilik bu şekilde olsun. Bahsi geçen kişi Kaan Murat Yanık. Kendisi benden bir yıl bir gün geç gelmiş dünyaya, vakti zamanında İskender Pala’nın asistanlığını yapmış yetenekli bir yazarımız. Taa o zamanlarını bilen biri olarak (Kalküta isimli bir şiir kitabı vardı ki içinde en sevdiğim şiiri ‘Kafidir’) uzunca zaman yazılarını okuma fırsatı bulamamıştım. Şimdi böyle zamanları bir daha bulamayacağını bilen biri olarak, tüm kitaplarını okudum ve bir yazarın neden tüm kitaplarını okumadan onunla ilgili yorum yapılmaması gerektiğine bir kez daha şahit oldum. Hikâyelerinin olduğu kitap farklı hikâyeler seven-hele ki Onur Caymaz’ın “Herkes Yalnız” adlı kitabını okuyanlar için-kişiler için çok fazla şey sunmuyor, ancak tatlı masallar, bilindik hikâyelerin (misal kahvenin hikâyesi) tatlı anlatımı için tavsiyedir. Ayrıca kitaplarında sürekli sizi farklı müziklere yönlendiriyor. Onun sayesinde yıllardır aradığım müziği buldum, kendisine bir teşekkür borcum var. Gel gelelim benim favorim “Uzakların Şarkısı”. Her ne kadar “Dünyasızlar” adlı son kitabında bulmuş olsam da şarkımı, Gülbadem ile Şekerbaz’ın hikâyesinin yeri bende farklı. Bir tuti ile arkadaş olduğum, Kars’tan başlayıp Hindistan’a uzandıktan sonra İstanbul’a vardığım bu düş, bana bu günlerde iyi geldi.

Dünyasızlar’ın hikâyesi daha farklı. Masal içinde masal tarzında ilerlediği için az çok tahmin ettiğim bir kurgu, farklı yerlere bağlandı. İçinde sevdiklerim de var sevmediklerim de ama sanırım en sevdiğim, Maral ismi ile Cengiz Aytmatov’a selam göndermesiydi ki Beyaz Gemi romanı muazzamdır. Zühre yıldızının hikâyesi ise bir başka bilmeyi isteyip de bilemediklerim arasında olandı ve sanırım bir diğer en çok hoşuma giden. Göğün yedinci katından öteye gitmesine izin verilmeyen Zühre, başka türlü gökte asılı kalamazdı. Eh, hikâye Babil’den başka bir yerde geçse gök ağlardı. Hikâyeyi burada anlatmayı isterdim lakin yazarın anlatımından okumanızı tavsiye ederim. Elbette kenara köşeye çaktırmadan iliştirdiği müzikler. Ayvaz ile Firuz iyi karakterler ama yine de Gülbadem ve Şekerbaz, yine de Uzakların Şarkısı. Belki bu kitaba düşkünlüğüm, bunca uzak olduğum içindir tüm sevdiklerime, denizin kıyısına, ormanın kuytusuna.

***

İnsan şarkı dinlerken kalbini dinlediğinin içinde eritiyor. Tıpkı sarılmak gibi. Sarılınca kalbin tamamlanıyor, sarıldığının kalbinde eriyorsun. Aynı şarkıyı birine gönderdiğinde, kalbinin içini de gönderiyorsun. Tamamlansın diye. Çünkü gönlünün ormanlarının kuytusu, denizinin kıyısı tamamlanıyor. Bir hitabeti olmadan başladığın mektuplara bir girizgâh bulunuyor nihayet. Ahmet Muhip Dıranas şiirindeki gibi. Kalbinin içi çiçek açıyor o zaman. Şimdilerde sessizlik çoğalıyor, şarkılar da kelimeler de kayıp. Sessizliğin hükmünün sürüldüğü zamanlarda bir varmış bir yok olmuş. Zühre yıldızı sanıyor ya Erkan Oğur, Mecnunum Leylamı Gördüm diyor. Zaman ayna. Bana mı yoksa gönlüme mi bilmem. Bugünü dünden ayıran, her gün bir öncekinden ağır; kederi değişilmeyecek olan hasret.

***

O vakit bir Ahmet Muhip Dıranas’ı bir de Âşık Sümmanî’yi anmak gerek:

“…

Pencerenden bir gül attığın zaman
Işıklarla dolacak kalbimin içi..
Geçiyorum mevsim gibi kapından,
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ. ”

 

Konuklarımızın diğer yazılarına da göz atabilirsiniz.

Bizleri instagram üzerinden de takip edebilirsiniz.

Yazamayan Korsan Günlükleri: Coronavirus Part I

İlginizi Çekebilir
Kadın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir