İnciniyor(um)
  1. Anasayfa
  2. Deneme

İnciniyor(um)

Yazan: Özlem D. P.

0

İnciniyor(um)

Alo, nasılsın? İyiyim. Siz nasılsınız? İyiyiz biz de çok şükür. Ne var ne çok başka? İyi, işte herkes… Ben de evdeyim. Arayayım dedim. Siz ne yapıyorsunuz? Biz de iyiyiz. Yeni uyandık, kahvaltı yaptık. Kızla oğlan odada oynuyor. Çağır da bir göreyim. Çocuklar salona gelin bakın kim var? Napıyorsunuz yavrum? İyi. Okulda gösterileri var heyecanlılar bu aralar. Aa öyle mi? Şarkı mı söyleyeceksiniz? Evet. Söyle bakalım ben biliyor muyum? Sen İngilizce biliyor musun ya da Fransızca? Bilmiyorum. Söyle sen ben anlarım. Anlar mı anne? Evet, kızım, bazen şarkıların sözlerini anlamasak da melodisi kalbimizi ısıtır. Şarkı söylenir. Çocuklar odalarına dönerler. Ee başka ne yapıyorsunuz? İyiyiz işte, birazdan çocukları dışarı çıkaracağım, sonra da alışveriş falan. İyi bakalım, ben sizi tutmayayım. Selam söyle herkese. Hadi görüşürüz. Bye. Bye.

Sanırım 4 dakika sürdü. İlişkilerin en çok acıttığı evre işte tam da bu evre benim hayatımda. Monotonlaşan diyaloglara taç gibi iliştirilen kan bağının ekşimesi, bozulması, yıpranması… Artık adı neyse işte, o örselenme. Her şey zorunda olmalıktan kaynaklanan o zoraki üç beş dakikalık seni düşünüyorum(z) görüşememesi. Eski bir tablo gibi asılı duvarda cümleler, ağır. Ekranın gerisinde duranların acaba bizi soracak mı, bizden bahsedecek mi hisleri salt bir merak duygusu değil de bir öfkeye bürünecek saygısızlık ve dahası bitmeye yüz tutmuş ve belki de gerçek anlamda oluşamamış bir sevgi yetimliği olarak muhataba dönecek ve bir duygusuzluk seline dönüşecek. Bütün bunları bilip de artık insanların ayyukta olan egolarının yerle bir edilme zamanının gelip de geçtiğinin farkındalığında aslında kasıt da olmadan, olduğu gibi olmanın sonucu olarak yüzlerde o gerginliği okumanın vermiş olduğu haklılık gururuydu incinenin taşıdığı. Ya da “ben çözdüm sizi” hali. Ancak daha çok acınmalık bir halin de içinde bulunulduğunun gün gibi ortada olması. Sonra kimseler için çabalamanın, insanlardan değişmelerini beklemenin yersiz beklentisine, zamanında oluşamamış insan olmanın şartı olan hislerin eksikliklerine üzülmek. Onlar adına, kendi adına ve insanlık adına. Ve çok açık söylenebilir ki Allah adına. Olduğu gibi kabul edilen insanların olunan hali değişime zorlamaya çalışmaları, vücudu yormaya başlayınca onların affedilmeyeceğini ve buna pek tabi de hak görülmesini, affetmeden de ilişkilerin sürdürülebildiği ve kişiyi kendine ve dâhilinde bulunduklarına karşı daha da iyi yapacağına inandırabilir. Seçemediğin kişilerin hayatının merkezinde yer almamalarını atlatabilir incinen.

O değil de hani şu, “ya hiç takmıyorum kimin ne düşündüğünü” meselesinden sıdkım sıyrılmıştır bir kere. Nasıl olur da bu kadar iç içeyken benliğine etkisi olanları takmayacaktın, bu mümkün müdür? Öyleyse incinen yapmalıydı, yapabilmeliydi bunu. İlişkiler artık her gün görüp aynı atmosferi paylaşmak değil ki günümüzde. Salonun tam ortasına düşüveren bir görüntü… Kapıyı açmayıvereyim diyorsun da, bazen telefonun yeşil tuşuna basmamayı kolay erteleyemiyorsun. İşte o sebepten, takılıyor ağızdan çıkanlar: Demeyip ima ettiklerinizi… Demeye çalışıp aklınızdan bile geçirmemiş gibi yaptıklarınızı… Bir şey söylerse diye gardınızı aldığınızı ve hatta hazırlık yaptığınız konuşmalarınıza verilecek cevaplara göre laf yapıştırmalarınızdan bile haberdar o. İranlı bir hocası, sınıfta biraz heyecan olup sesini yükseltenleri yerlerine oturtmak için kanımda diktatörlük var dermiş şakayla karışık. Herkes güler ama o derin düşüncelere dalardı. Kabul edilemeyecek gerçeklerin ortasında büyütüldüğünde bilinçaltına o yargılanan düşünceler, huylar yerleşiyordu işte. Ve hiç de umulmayan bir anda çıkarıveriyordu dişlerini. Seçemediği kişilerin ürünüydü herkes ve armut tam da dibine düşüyordu. Bastırılan duygular, başkaları etrafta yokken sarıp sarmalıyor ve belki de bir günaha çağırıyordu. Usul usul… Hızlıca, çarçabuk belki de. Kimsenin fark etmeyeceği çeviklikle… Ve evet tam da bu noktada, ben öyle düşünmedim ki, cümlesini parıltılı bir ambalaja döndürüp buyurun afiyet olsun denilecekti muhataba. Hatta “sen de amma fesatsın,” cümlesi savruluverecekti, şakanın şaha çıktığı muhabbetlerde. Onlar inanacaktı belki, ya da mış gibi yapacaklardı ama incineni yine en iyi incinen tanırdı. Çünkü daha geçen arkadaşına “ben senin kişiliğine saldırsam, üç yıl geçer de şimdi bu ne demek istedi diye düşünürsün,” demişti. El altından cümlelerini insanların eteklerine dökmeyi çok küçük yaşta öğrenmişti. Nasıl da lafı yapıştırdım ama ve iyi dememiş miyim, diye savrulan cümlelerinin onaylandığı salonların çocuğuydu o. Alttan almak, merhamet ve biraz şefkat hepsinden sonra geldiği için birinin üzerini örtmek bile burnunu yere düşüren bir eylem olurdu. Görmediğin mütebessim çehrelerin gölgesinde yetiştirdiği ruhunu tamir etmek ancak bu nimetlerin bolluğunda büyüyenleri görünce kısmet olacaktı.

Oldu mu ki? Daha hırçınlaştı? Neden dedi? Sevmek eylemini fiil çekimlerinde bırakmış olduğun günlere yandı. Saygının, korku postuna bürünmüş olduğunu kabul etti. Ve evet sevmeden de saygı duymuş olduğunu ancak ne sevip ne de saygı duymadığını da fark etti. İyileştirdin demeyi kabul etmedi. Tamir etmeye çalıştı. Onarılan şeyler, olması gerektiği gibi olmuyorlar işte, arabası olan bilir, bir kez sanayiye gidince değerinden düşer. Daha nasıl anlatılır ki, değerinden düşmüş duyguların sahibi oldu, değerini bilemeden… Sonra ne mi oldu? İşte büyüyorsun, büyütüyorsun, darılıyorsun, konuşuyorsun. Hepsi gönülsüz… Gizli bir el tarafından verilmiş görevleri farkında olmadan, alelade bir şekilde o postu yırtıp atmış olduğun halde yine mış gibi yaparak ekranın karşısına geçiyorsun. Tek bir farkla: Tuşa ilk basan sen değilsin. Şimdi niye söylemiş ki söyleyen, “kemal de eksik imiş incinen, incitenden” diye? Oysa incinen Yunus’un dediğini vird ediniyor, bir kez gönül kırdın ise bu kıldığın namaz değil, yetmiş iki millet dahi elin yüzin yumaz değil. Ve incinen, zorunlu bağların arasındaki minik ilmek… Boğazdaki geçmeyen lokma… Laf olsun diye, nasılsın sorusunun muhatabı. Ayıp olmasın diye bayramda ayaküstü uğranılan uzak akraba. Araya mesafelerin ve yılların çullandığı bir tanıdık. Açılan muhabbete dâhil olamayan, oldurulmayan ve olması istenmeyen bilmem kaçıncı kişi. İncinen… İncittiğiniz, bilmeyerek ama en çok da kasten!

İnciniyor(um)

Diğer yazılara da okuyabilirsiniz.

İnstagram hesabımızı da takip edebilirsiniz.

İnciniyor(um)

İlginizi Çekebilir
YazıResim

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir