Yağ Satarım Bal Satarım
  1. Anasayfa
  2. Öykü

Yağ Satarım Bal Satarım

Yazan: Zeynep K.

2

Yağ Satarım Bal Satarım

“Bu aralar hasta olmayı umduğum sabahlar, hasta olmamayı umduğum sabahlardan daha fazla” diye yazmıştı. Hangi aralardı o zamanlar,  hafızası hatırlamayı reddetse de ara sıra içine sızan kalp ağrısı ona nasıl bir insan olduğunu anımsatacakken sanki her defasında yılmadan vazgeçiyordu.

Her gün ona yarenlik eden asma sandalyesinde, bir o yana bir bu yana salınırken “bir şeyler olmalıydı, hissetmeliydim, bir bardak kırılmalıydı mesela, içimde bir sıkıntı var demeliydim. Tutmalıydım yüreğimin üzerinde o inceden sızıyı, bir şey oldu diyebilmeliydim.” Yoksa hiç sevmedim mi? Diye geçirirken içinden, ipek mendiline daha da sıkı sarıldığını hiç kimse görmemişti.

Düşünmek sağlıklı insanların ve aklın eylemiydi. Bazıları düşünüp dururken yitirirdi onu, bazıları az kullanmaktan batarken, bazıları ise iyi kullanıp köşeyi dönerdi. Kimileriyse benim gibi kullanmaktan korkardı. Belki yeterince cesur olmayı seçemediğim için oldu bütün bunlar. Bu karmaşalar, yitirilenlere ağlayamayışım beni daha güçlü yapmadı aslında ve kötü oluşum bu yüzden değil. Bir tek yazabiliyorum, bu olanlar bir başkasının yaşamıymış gibi. Cümle yazarlar öyle yapmadı mı, yalan değil miydi bütün kavgalar. İhtiyaçları olduğu için yazdı hepsi; kiminin ruhunu beslemeye ihtiyacı vardı, kiminin zil çalan midesine lokmaları dizmeye. Mutlu bir aile yaşamı yoktu benim okuduklarımın. Üzerinde satırların o yanına bu yanına sinmiş intikam, aldanma, aldatılma horlanma kokuları vardı.  Kimsesizlikti kiminin derdi, kırık dökük masaları, ömürlerini çürüten ve ona eşlik eden rutubetli bekâr odalarında vakitler geçiyor geçiyordu. Ahkâm kesmek değil niyetim. Düşünmemek için harfleri diziyorum bu ak sayfalara. Yukarıdaki kim mi, o benim! Senin gibi, onun gibi, sizin gibi…

Kötü zamanlar kapımı çaldığında sınandığımı düşündüğüm zamanlar olurdu. Çünkü o zamanlar düşünürdüm. Düşünmeyi bırakalı hayli rahatım. Gün ağarmışsa sabah olmuş diyor içimden günaydın melekleri, hava kararmışsa yalnızlık çöktü diyor kalbimin ağrısı. Sizin kalbiniz ağrımış mıydı hiç? Düşünmeden cevaplayın desem yapamazsınız. Hatırlamak düşünmeyi gerektirir. Sadece unutmamışsanız hatırlamazsınız. Çünkü o sizin gölgeniz gibidir artık; sizinle eğilir, bükülür, beslenir. Beni bu hale bir salı akşamı getirdi. Oysaki herhangi bir gündü benim için herkes gibi, herkes kadar… Yo yo hala düşünmeyin, lütfen bırakın bu işleri. Çünkü bilemezsiniz, anlayamazsınız.. Düşünmek sağlıklı insanların eylemidir…

Kendimden bahsetmek, kendime ihanet gibi geliyor bazen. Konuşabilseydim böyle olmazdı bundan eminim. Gerçi insan, eğer anlaşılabilecekse konuşmalı. Salı akşamı demiştim değil mi? Eskiden hiç aklımda tutmazdım günleri, hatta çoğu zaman hafta içi, hafta sonu hep karışmıştır kafamda. Şimdi her gün salıymış gibi…

Ben küçük bir mahallede büyüdüm. Burada herkes birbirini tanır. Son zamanlarda işleri düştüğünde çalarlardı kapımı orası ayrı fakat sanki dünya artık böyle bir yer! Şikâyetim yoktu yine de savrulup giderdim hayli zaman daha böyle, kalbimdeki bu ağrı olmasaydı. Biz öyle çok kalabalık bir aile değiliz. Gönül öyle isterdi ya, her zaman isteğin gibi olmuyor işte. Genç yaşımda tanıdım burada birçokları gibi dünya evi dedikleri yeri. Bizim evde reis yoktur. Herkes işini, görevini, yerini bilir. İki göz odada kesik suları, mühürlenmiş elektriği ile tanıştım ben aile denen kavramla, yani kendi kurduğum aileyle. Yemek yemeyi unuttuğum akşamlarım da olmuştur. Mükellefiyetinden geçilmeyecek kuş sütü bile eksik olmayan sofralar görmüşlüğüm de vardır. Burada gündelik derler, canın çıkana kadar çalışırsın öğlenin kavurucu sıcağında. Pancardan bozma bir surat kalır geriye avucunda üç beş kuruşla… Ondan bahsetmedim değil mi? Öyle ya tek başına aile olunur mu? Yastığımın diğer ucu herkesin başına ev konduran, kendi evini bir türlü konduramayan garip bir âdemoğludur. Evimiz olsun diye biz para biriktirelim deriz, ama o pek birikmez. Hakkını yemeyeyim bir saçımı süpürge ettirmişliği de yoktur. Hep ben derim bir işin ucundan tutayım diye. O ise “sen evin direği ol, bacası doğru tütsün yeter” derdi. Çok zaman ısınmayı unutsak da yaşamayı unutmadık hiç…

Yaren’im, size ondan bahsetmiştim. Hep bahsederim aslında; hani bu hayatta kendimize bir yol arkadaşı ediniriz ya, benimki de kızımdı. İkinci yol arkadaşım, nasıl anlatacağımı bilemediğim. Altın sarısı doğuştan bukleliydi saçları. Boyu kadar uzamış ama kesmemiştik. Hafif tombuldu yanakları, hani hep şeker varmış gibi içinde… Okumayı altı yaşında sökmüştü. Sanki bir şeylere acelesi varmış gibi her şey hemen olsun isterdi. Tipik bir kız çocuğu demeyin; hele, şımarıkmış biraz galiba cümlesi yoklamasın dimağınızı. Çünkü herkes öyle değildir. Yakıştırmak hoşumuza gitse de bazıları hakkında yanılabiliriz. Yanılgılarımız olgunlaştırır, doğrudur da düşünebilseydim birazcık olsun, ya da konuşabilseydim eskisi gibi insanlarla yahut seninle bari konuşabilseydim. İkimizin boğazını buran, yumru olan bu şey aramıza girmeseydi. Ağlayabilseydim; göre göre, göstere göstere…

Yaren demiştim ben değil mi? Yaren bisiklete binmeyi çok sever. Benim bisikleti öğrenmeme pek vakit olmadı. Denge sorunum var. Direksiyon benim elime geçti mi, ne yana gideceğini hiç bilemez çoğu zaman yere kapaklanırız. Tekerlekler döne döne sayar bütün geçmişime. Onu da duyar gibi olurum. Yaren hiç canını yakmaz eşyalarının. Hatta çoğu zaman kendi yağlar bisikletinin zincirlerini. Temiz kullanır, elleri kirliyse saçlarına hiç dokunmaz, bitlenmekten ödü kopar. Bir gün okulda, başında kendini alamadığı bir kaşıntı sürüsüyle karşılaşınca çığlık çığlığa buldu evin yolunu. “Hâlbuki bilse bunun kötü bir şey olmadığını, bu kadar yaygara koparmaz mıydı?” dediniz. Benim kızım koparırdı. Ben bunu bir başka gün, ellerindeki sapanın ucundaki taşla kuş avlayan çocukların sapanlarındaki taşları onlara iade ettiği gün anladım. Okuldan çıkınca, doğru eve gelmek gibi bir huyu da yoktur. Çok kızarım buna, ama ne çare hiç bir şey değişmez.

Ayak sesleri çalınıyor kulağıma. Öyle sert mizaçlı basışlar değil bunlar. Bana göre insanın karakterini belli eden şeylerden biri de bu seslerdir. Kimine göre rahatsız edici, kimine göre sevinç çarpıntısı… Tabii hepsi bekleyen için önemli… Yaren gelecekti okuldan. Hani küçükken oynadığımız; “Yağ satarım, bal satarım, ustam öldü ben satarım.” oyunundaki gibi koşarak… Sonra ben yine “Benim ustam öldü, ben kime ne satayım.” diye düşünürüm. Bazen yaşarken ölür ya insanlar… Bu akşam hasta olmayı umuyorum. Hasta olmak umulacak bir şey mi? Tartışmaya açamam. Gerçek şu ki; ben bu durumdan kaçınmıyorum. Ah; o salı akşamı burnumda tüten dolma kokuları, parmak uçlarımda yağlı pirinç taneleri vardı. Kısık ateşte altına biraz su ekleyip bekleyecektim. Suyunu çekip biberi dürten çatal piştiğini haber verinceye kadar. Sonrası pek yok aklımda. Nasıl olsun? Akıl denen şey, öyle bir şey ki; seni terk edecek oldu mu, gözünün yaşına bakmaz. Mesela benim gözümün yaşına bakmadı. Bir karaltı kapladı ruhumu, korkularım şaha kalktı. İnsanın korktuğu şeyi, başına kendi kendine getirdiğini bilmek istemezdim. Bana çok uzak olduğunu sandığım felaketler, bir ahizenin ucu kadar yakınmış. Hani söyleseler yalnızca tahtalara vurabilirdim. Her zaman akasya kokan mahalle, o gün kandan başka bir şey kokmuyordu. Yalınayak daha önce hiç olmadığı kadar sert, taşları eze eze canımı sürüyerek, koştum her bir sokağı… Dünya başıma yıkılırken ben de yıkıldım. Boynumdan boğazıma kadar gittikçe sıkan o şey olmasaydı… Dönen tekerlekler yine girmemiş olsaydı hayatıma ya da ben yine eğlenebilseydim beceriksizliğimle… O an sadece bunu istedim. Yara bere içinde iki çift bacak gördüm, ayağında bağcıkları çözülmüş biri başka yere fırlamış, biri olduğu yerde sarkan ayakkabılar…

Zordu biliyorum. Onlara göre kolaymış gibi görünürken, acılara yalnız göğüs germek, yaşamayan bir kalbi yaşamaya çalışan bir kalple takas etmek istiyor muyum diye sana değil bana sormaları lazımdı. Veda etmek, o kadar önemliymiş ki…

Akşam rüzgârı esmeye başladığında, bir omzu aşağı sarkmış gri hırkası, dağılmış saçlarıyla bankta oturan onlarca insandan biriydi. Hasta olmayı umuyor, yemek yemiyor, belki biraz zorla su içiyordu. Diğerlerinin aksine, ağzını bıçak açmıyordu. İçindeki ağıdı susarak beslemeyi seçeli; saatler, aylar, yıllar olmuştu. Boşluğa bakan iki çift gözden ibaret olmayı seçerek insanlardan uzak duran, her fırsatta onları suçlayan, eğer yeniden konuşursa başına başka bir felaket gelmesinden korkan, küçük bir çocuğu gördüğünde buğulu gözleriyle ona kucak açıp sonra çekip giden bir insana dönüşmüştü.

“Kalbimi söküp atmak geliyor içimden. Beni çok zorluyor. Hâlbuki ben yaşlandım, o çok genç… Koşabilmeliyim, konuşabilmeli. En önemlisi hasta olabilmeliyim. Yaren’i tekrar görebilmem için bu şart. Ben Onun için bu kadar üzülüyorum. O bir kere bile beni görmeye gelmiyor. Rüyalarımı süslüyorum, Onun için rengârenk taçlar hazırlıyorum, yüzüne bakmıyor. Aslında biliyorum benim Ona gitmem gerek. Bugün yine ilacımı almak niyetinde değilim. İşe yaramıyor işte. Düşünmek sağlıklı insanların eylemi, ben yapamıyorum. Ne bana geliyor, ne benden gidiyor. ‘Kalp ağrısı’ yalnızca hissettiğim. İçerimin ağı dolu olması hep bu yüzden. Yaren yine gelmedi. Okul kapanmıştır, karnı da acıkmıştır. Sahi ben şimdi Ona ne yapsam mutlu olur..?”

Cevabını bilmediği sorular hayatını kuşatalı çok olmuştu. Dizlerinin üzerine defterini bıraktı. Sürekli sallanan asma sandalyesi, yalnızlığını her sallanışında gıcırdayarak gideriyordu dışarıda bembeyaz karlar birbirini kovalarken. Bir gıcırtı daha girdi hayatına, dönüp bakma ihtiyacı hissetmedi. Bir avuç ona doğru doğrulacak, ona her şeyi unutturduğunu sandıkları küçük bir halkayı ağzına götürüp içine sindirene kadar bekleyecek, sonra yine kapı gıcırdayarak kapanınca yalnızlığı gelip başucuna konacaktı. Ayak seslerinin kesildiğinden emin olduğunda, pencereden gelen serin havayla o beyaz halka toprağı boylamaya mahkûm olacaktı. Hem onun mahkûmluğu yanında bu neydi ki, lafı bile olmazdı.

O gece açılan pencereden içeri dolan serin hava hiç dinmedi. Yorgun bir beden artık yatağı değil yeri seçmişti uyumak için. Yaren de öyle uyumuş, bir daha uyanmamıştı. Ne de olsa birileri gelip alana kadar, hastalıklı bir ruhla dört duvar arasındaki nöbeti nihayete ermişti. Gözlerindeki mor halkalarla, sararmış benzi üzerinden uçuşup gidiyordu artık. Ağıtları, kalp ağrısı onu terk etmeye başladığında onu tek uğurlayan bir damla gözyaşı idi. Ağlayabiliyordu artık sessizce, tuttuğu yasa veda ederken ve duyabiliyordu yıllar sonra ilk kez onun sesini yeniden; “Yağ satarım, bal satarım ustam ölmüş ben satarım“…

Sitemizdeki diğer öykülere de göz atabilirsiniz. 

Bizleri instagram üzerinden de takip edebilirsiniz.

Yağ Satarım Bal Satarım

İlginizi Çekebilir
Hisli ya da Hissiz

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yorumlar (2)

  1. Bayram telaşındaydım yazını gördüğümde…Hala içimdeki çocuğun bayram için hevesi var! Soluklanayım ve Zeynep’in yazısını okuyayım bir güzel dedim…Ayaktaydım sayfayı açtığımda.Meğer oturmalıymışım be Zeynep!İkinci okumamı oturarak yaptım….Naptın sen? Dağıttın beni…Boğazımda düğüm var şimdi.Oğluma bakıyorum usulca.Mavi bisikleti geliyor gözümün önüne…
    Leo Buscaglia demiş ki,’Bir Dişi ne zaman ANNE olmaya karar verirse,aslında göze aldığı şey ,yüreğinin ömür boyunca karanlık dehlizlerde gezme riskidir!’
    Kalemin dert görmesin emi!

  2. İzmir’deydik o zamanlar, daha çocuktum inşaat tepelerinde oyunlar oynardık. Bir gün bir gürültü koptu. Havada bir kasvet, küçük bir yürek acıyla tanıştı. Hiç tanımadığı başka bir çocuğun geçirdiği kazada hem de. Bilinçaltım onu hep saklamış sonra da yaz artık demiş galiba ve daha ne sebepler var… Bir annenin yüreğine dokunabilmek kadar kıymetlisi yok sen de yorumun ile beni dağıttın sevgili Nil, umarım hiç bir anne böyle acılar yaşamasın. Kalemimizde de bir miktar umut yine de her daim olsun, güzel yorumun için çok teşekkürler…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir