‘Şüpheli Şarkının Şairi’ne
  1. Anasayfa
  2. Anı

‘Şüpheli Şarkının Şairi’ne

Yazan: Amelie

0

‘Şüpheli Şarkının Şairi ‘ne

Yıl 2011. İlk albümü çıktığında “bu ne ya, sesi yok, şarkıda ne dediğini anlamıyoruz” diyordu herkes. Hatta müzik zevki çokça sorgulanıyordu onu dinleyenlerin. Bilmiyorlardı ki mutlu olduğunda melodileri dinler insan, canı yandığında şarkıların sözlerinde yanar. Bu çocuk farklıydı. Albümünün bütün şarkıları, kendi emeği… Konserine gitsek diye kaç arkadaşımın başının etini yemişliğim vardır kim bilir. Ankara’da, sene 2013, ikinci albümünü çıkarmış, her sahne aldığı mekânı takip ediyorum. O zaman “Kül Hece” şarkısı dillerdeydi, çok da tatlış bir klibi vardı, herkes de bilmiyor; sadece bir arkadaşım vardı, o desteklerdi; tamam dedi, bul konseri gidelim. Konseri buluyoruz, o gün ya sınav oluyor çalışmamız gereken ya da bir iş yapmamız gereken. Bir de İngilizce dil sınavı vardı geçmemiz gereken. Gidemedik tabi. O dönem bir radyo programı yapıyorken-adı da İnziva’ydı- bir sürü şarkısını çalardım; programı birlikte yaptığımız arkadaşım da pek hazzetmezdi bu şarkılardan, garibim kim bilir ne çekmiştir de söylememiştir.

Çok sonra, 2015, üçüncü albümü çıkardığı zamanlar. Samsun’a gelmişti ve bu kez işi şansa bırakmamıştım. Yazan ve okuyan biriydi. Ben de en sevdiğim kitabı ona hediye etmek için sipariş verdim-ki her yerde bulunmuyor o kitap, baskısı yok-; kendime ait olan kitabı da vermek istememiştim, kıyamamıştım, içinde bir sürü hatıra, kelime, anı. İnsan kendine ait olanı-hele bu bir kitapsa- vermeye kıyamıyor (çoktan da çok sonra kıydı; ama kendine de kıydı). Velhasıl, kitap geldi, içine minnoş bir not iliştirdim. Şimdilerde hatırlamıyorum ne yazdığımı ama şarkıları bana iyi geliyordu ve ona bir hediye vermek istemiştim. Ona da kitap iyi gelsin istedim. Yazdıklarından hissediyordum, canı yanmıştı. Hırpalanmıştı. Kimin yanmıyor ki? Kim acı çekmiyor? Bu soruları sorabilirsiniz tabi canım okur, ama işte bağ kurunca-Fringe’teki gibi-benim hatlar karışıyor. Böyle onun canı yanınca ben de hissediyorum. Kimi? Kimse kim.

Şimdilerde kendine has bir kitlesi var; ama en azından eskisi kadar çok eleştirmiyorlar. Şimdi de ben o zamanları özlüyorum. Çünkü o vakitlerde yaptığı kendi adını taşıyan “Mabel Matiz” adlı albümü vardı ve tüm amatörlüğüyle çiçek gibiydi. Kimsenin bilmediğiydi, belki buna sebep özeldi. “di’li geçmiş zaman”. Onca senenin hatırına, bu zamanlarda yine o albüme sığınmama sebep o saflığı. İsminin hikâyesi her yerde mevcut. Benim derdim bir şarkı, şarkısına bir güzelleme. Her dönemde farklı şarkıları çaldı kafamın içerisinde. Bu şarkısının vakti de bu zamanaymış demek. Çok zaman olmuştu ilk albümünü dinlemeyeli. Onur Hoca’nın deyimiyle ‘köşeye sıkışmış insanın can havliyle yaptığı şey; yazmak…’ benim yaptığım. Denizin kıyısında, albümün saflığını hatırlatıp kederlere gark edene de selam olsun.

***

Çeşmim, çarem, çarmıhım/cümlen kopkoyu bir bıçak sırtında/yana yana sevişmeye benzer

İnsanın kurduğu cümleler, kalbinin içinden çiçekleniyorsa, gideceği yer de aynı yer oluyor. Bıçak sırtında cümleler kurunca, haliyle kalbe de bıçak saplıyor. Bile isteye. Hem kendi kalbine saplıyor o bıçağı, hem de karşısındakine. Kelimeler keskin uçlu. Çeşmisini çaresinden kopartmaya gücü yetmiyor, yara bere içinde aldığı yolun sonunda bir çarmıha geriyor kendini de kalbini de.

Sihrim, sahim, sarhoşluğum/hücren kan kırmızı bir güneş batımında/ üşüyerek sevişmeye benzer

Kelimeler, büyü. Bir gün batımında bir dua ediyorsun, denize karşı. Dua da sevginin geldiği yerden. İlahi. İlahi olanın kötü olması mümkün mü? İnanıyorsun ‘soğuk mevsimin başlangıcına’. Bu da senin ‘sahi’n oluyor. Sahir olanından. Gecen, güne karışıyor. En sarı yazlarını feda edebilecek kadar. Sarhoşluğunun sebebi üflenen notalar oluyor.

Gel yetimimden bir kez ısır beni/gel yittiğimden savur, tekrar bul beni

Kim bulmuş kendini? Kayıp. Savruluyor. Bir zamanın birinde insan yolcu demişti biri, kâmil olma arzusunda olan. O halde gidecek yol çok. Yürünecek zamanlar bol. Keşke yola çıktığı vakit insan aslolanı unutmasa. “Ne ki bu?” diye sorarak çıkılan yolun hüzünden, yittiği yerden savurup kederden denizleri karıştıran anıları oluyor. Keşke cevabı verilse.

Ben mahremimden bir cam çoçuk yontmuştum sana

Cevabı verilse de mahrem olanı bilmek yasak. Canından can kopuyor da sesin çıkamıyor, “sen benim zarar görmemi ister misin” diye sorulan soruya ne cevap verilir? Verilemiyor. Cevabı verse o zarar görecek, vermeyince sen. O seni seçemiyor, sana kıyıyor; sen onu seçiyorsun, gönlün elvermiyor. Cevabın yerine akan yaş değil, alevden parçalar; kalbindekini söndürecek sanıyorsun oysa daha çok yakıyor, kavuruyor; ta ki nefessiz kalıncaya dek. Küle dönmek kâfi gelmiyor. Bir bulut olsam karışsam dağa, taşa, toprağa. Tüm bunlardan sonra tekrar nefes alıyorsun. Aldığına nefes der misin? Orasını bilmem.

Bir bahar vaktiydi, hamdım/titredim dalında duysana

Bir bahar değil, kış vaktiydi aslında. Mecburiyet caddesinin kısa olan yolu boyunca yanında yürümüştü. Sen onu duymuştun, o seni duymuştu. Ses ile değil, sükuttan. Öyle olmasa o akşam vakti, bakamadığın bir çift siyah karanfilin titreyişini de duymazdın, oradan içeri seni götürdüğü yolları da bilemezdin. Kanatları senindi, sen ona yemyeşil ormanların kuytusu, çağlayan nehirlerin mavisi. Kimsenin bilmediği. Öyle sanmıştın. “Öyle miymiş?” diyen Şule Gürbüz’ün sorusunun cevabı: Öyleymiş ama sonu öyle değilmiş.

Şimdi yürekte kuyu kuyuda et kemik/ve yaralı yamalı bir çıkrık sesi

Kuyu. O kuyudan görünen dolunay. Bir Kırgız hikâyesindeki güzeller güzeli kızın dileğine karşılık veren dolunay. Çileyle perişan olduğu hayatında konuşamayıp sustukları ile bir gece vakti, gökyüzünün bulutsuz, milyonlarca yıldızın seçildiği bir vakitte, ona hiç acımadan kalbini ezenlerin onu hor gördüğü bir zaman. Yara bere içinde kalan kalbinden öyle bir dökmüş ki içini, anlattıkça gök kararmış, yıldızlar utanmış; en son tüm anlattıklarından sonra, gönlünün ta içinden “Beni de yanına alır mısın?” diye sormuş dolunaya. O zaman dolunay “Gece boyunca yıldızlardan başka bir şey görmüyorum. Şu kızın yüzü benim kadar beyaz ve parlak. Bu aydınlığı dünyanın çileleri karartmasın.” demiş ve kolunu uzatıp kızı yanına almış. Kız ne şanslıymış.

Benim kuyum var ama bir dolunayım kalmadı artık. Yıldızlı olan bir atlasın da yol göstereceğine olan inancımı sorguluyorum. Yara bere içinde perperişan bir çıkrığın sesine nazire yaparcasına, bir bülbül ötüyor dışarda. Hikâyesini anlatamadığım, hiç anlatamayacağım; hep yarım kalacak olan. O kız kadar şanslı olmayı dilerdim.

Seni ağladık aynı kahvenin köşesinde/günlerden pazartesi

Günlerden pazartesiydi, bu yazı yazılmaya başlandığında; başka bir haftanın başka bir zamanında. Şimdi dünkü pazartesinin yarınındayım. Kulağımdaki şarkıda “Kekik kokan dağlarım yok, bülbül öten bağlarım yok, tutunacak dallarım yok” diye sıralıyor olmayanları. Belki olmaması daha güzel. Yanında olmak zarar veriyorsa, olmamak daha iyi. Ona kıymaktansa kendine kıymak daha iyi.

***

Gözlerin konuştuğunu dilin tercüme edemedikleri bunlar. Bir de derler ki kendi kalbine bakamayanın yaşamı bulanıkmış, kendi yüreğine bakabilme cesareti gösterenler gönlünün muradını keşfedenlermiş. Emrah Ece derler, çok şey öğrendim ondan, bir sürü masallar, hikâyeler; “Bozkır Hikâyeleri” diye de kitabı var. Dolunayın yanına giden kızı da ondan öğrendim. Son bir yazısı daha kaldı Amelie’nin. Çiğdem Talu’dan Melih Kibar’dan aldıklarıyla. Yazısı sonraya, şarkısı şimdiye olsun:

Diğer yazılara da okuyabilirsiniz.

İnstagram hesabımızı da takip edebilirsiniz.

‘Şüpheli Şarkının Şairi ‘ne

İlginizi Çekebilir

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir