Geçen Cumartesi
  1. Anasayfa
  2. Deneme
Trendlerdeki Yazı

Geçen Cumartesi

0

Geçen Cumartesi

Oturup öylece, uzaktan seyretmek istiyorum şu hayatı… Hiçbir şeye müdahale etmeden, sessizce… Anlamak için değil; çünkü anlıyorum, anladım çoktan. Değişmesini beklemeden, iyileşmesini düşlemeden bir filmi seyreder gibi. Görmezden gelinen gerçeğe tepkisiz kalmak istiyorum. Dünya denilen bu kürenin dört bir yanına serpilmiş insancıkların girdiği halleri kıpırtısız seyretmek istiyorum…

Evde yapılması gereken ve uzunca zamandır ertelediğimiz işlerle geçirilmiş günün sonunda yağmurlu bir cumartesi gecesindeyiz. Herkesin karnı doymuş, Korsan’ın bile… Benim oturduğum yerde huzurlu bir uykuya dalmış çoktan. Bense ikinci el bir masanın başköşesinde bu satırları yazıyorum. Biraz buruk, biraz uyumsuz, biraz da çaresiz… Evet, bir süredir böyle hissediyorum. Kimsenin bana böyle hissettirdiği de yok aslında. Bir suçlu arayacak olsam; kendi çıkmazlarım, zamanın akışı, sokakların düzensizliği, kafamın içindeki karmaşa gibi pek çok sebep sayabilirim. Yani bahanelerle sebepler karmaşasında bir başımıza kalabiliriz. Çok mühim değil hiçbiri. Çünkü yağmurlu bir cumartesi gecesi ikinci el bir masada klavyemin tuşlarıyla zihnimden kayıp giden cümleleri bir bütün haline getirmekle meşgulüm…

Bence haberdar olmak çağımızın en büyük hayal kırıklığı… Her şeyden haberdar olunca, insana dair olan ümidi yitiyor insanın. En azından benim böyle oldu. Bir taksi şoförü iyi niyetle ya da tamamen maddi amaçla bir yolcuyu bir yere götürmesinin bedelini canıyla ödediğini gördük. En ufak vicdan kırıntısı kalmamış bir caninin silahını ateşleyişini ve sonrasında yaptıklarını birçok insan gibi hüzünle izledim. Bir yandan da bu eylemi gerçekleştiren caniye karşı daha canice hisler doğdu içimde, içimden korktum. Kendimden korktum… Kendinizden korktuğunuz oluyor mu hiç? Benim oluyor, kendime yakıştıramıyorum bu korkutucu hali…

Yazmak, yazarın kendisi ve insanlık için yaptığı bir eylemdir. İnsana dair, insanı daha iyiye, daha ileriye taşımanın derdiyle yola çıkar yazar. Eksikleri, abartıları, algıları, kötülükleri hedef alır. Onlarla bir şekilde savaşmak gerektiğini, onları yenebileceğimizi göstermek için sayfaları doldurur. Yazılanlar içimizdeki kötülüğü öldürmek içindir. Fakat kötülerin de yazdığını biliriz. İyiyle kötünün mücadelesi her yerde olduğu gibi yazın dünyasında da vardır. İyiyi seçmek, kötüyü bilmek biraz şans biraz da zamanla gelişir. İdeolojiler işi sulandırır. İdeolojilerin saflarında silah çatanlar iyi ve kötü ayrımı yapamaz. Çünkü ideolojiler kendi doğru ve yanlışlarına istinaden iyi ve kötüyü çoktan renklere ayırmışlardır…

Kafamın içindeki karmaşa buraya da yansıyor. Nerelerden nerelere geldim… Tehlikeli sulara geldiğimi fark edip yine kendime doğru bir yolculuk yapmaya karar verdim. Pek çok şey değişti, değişiyor. Eski isteklerimiz, eski büyük düşlerimiz yerini yeni isteklere, yeni düşlere bırakıyor. Tutkunu olduğumuz şeyler birer anıya dönüşüp unutuluyor. Yeni tutkular, yeni zirveler buluyoruz. Yazmak, en büyük tutkum… Bir süredir günlüğüm dışında pek bir şey yazmıyorum. Günlüğüm de alelade yaşamımın bir özeti niteliğinde. Yeni bir şey yok. Şaşılacak, heyecan duyulacak, kızılacak hiçbir şey yok. İş ve ev arasında kaybedilenler… Romanımı düşlüyorum. Uzun süre yazıp nihayete erdiremediğim ve bir köşeye bıraktığım ilk romanımla şu an düşlediğim roman arasında bir takım kesişmeler olacak. Küçük birkaç ayrıntı…

Son zamanlarda Orhan Pamuk’un “Manzaradan Parçalar” adlı kitabını okuyorum. Yazarlık tutkusunu hayli hissettim Pamuk’un… İşin garip yanı kitaplığımda birçok eseri olan yazarın okuduğum ilk kitabı bu kitap. Bazı yazarları okumayı erteliyorum sebepsiz yere. Pamuk da onlardan… İlk okuduğum kitabı “Manzaradan Parçalar” olduğunu öğrense ne düşünürdü acaba? Umurunda olacağını sanmıyorum. Merak etmesin yakın zamanda bir romanına başlayacağım. Çünkü okumakta olduğum kitabında beni etkileyen pek çok metin oldu. Romanlarını da deneyimlemek, yazarı tanımak iyi gelecektir diye düşünüyorum. “İlk romanı yazmak, insanın kendi hikâyesini bir başkasının hikâyesi gibi anlatmayı öğrenmesi değildir yalnızca. Aynı zamanda insanın kendini bir romanı baştan sona tutarlı bir şekilde hayal edebilecek ve bu hayal ettiği şeyi de kelimelere, cümlelere geçirebilecek bir kişiye dönüştürmesidir…” (Sf.:218 – Manzaradan Parçalar)

Dostlarım mesafelerce uzaklıkta ve birbirimizden bihaber yaşamaktayız. Telefonun ucundaki sesler yabancı bir tınıyla sesleniyor. Konuşulacak her şey biraz farklı geliyor. Anlamsız bir şeye dönüşüyor. İnsan kendine bile bu kadar vefasızken, bir zamanlar birlikte vakit geçirdiklerine karşı vefasız olması yanlış gelmiyor bana. Zamanın birinde edilen sözler şu âna dair bir şeyden bahsetmiyor. “Her şey aynı” ile geçiştirilen kısa sohbetlerin dostluğa bir şey katması, dostluğun sıcaklığını diri tutması imkânsız gibi bir şey. Eskiden mektuplar vardı. Sesin dışında bir anlamı vardı mektupların. Düşünülerek, ayrıntılar katarak yazılan mektuplar bir özlem, bir yakınsama hissettirirdi. Fakat artık telefonun ucunda olur olmadık zamanlarda ulaşılan -özlenilmesi gereken- kişi için sıradan sohbetlere dönüşen bu bağlanma aracı işlevsiz bir hale dönüştü. Mesafeler aşılıp bir araya gelişler ise tam bir hayal kırıklığı yaratıyor. Çünkü iki kişi de değişmiş, farklı yollarda farklı deneyimler yaşamış oluyor. Eskilerden bahsetmek zorunluluğu da bu noktada başlıyor. Bundandır çoğu masa başında geçmişin o silik anılarının canlanması… Günümüz çekilmez bir şeydir o vakit. Geçmişte yaşadıklarımız -en kötü günler dahi- daha anlamlı, daha anılası…

Kendime hiçbir sıfatı yakıştıramıyorum. Bu dönemde sıfatlar hunharca paylaşılırken ve bu kadar kolay kabulleniliyorken ben, yaptığım her şeyi az yapıyormuş gibi geçiriyorum günlerimi… Cesaretim, gençliğimin o en ateşli yaşlarımdaki kadar deli değil artık. Kaybettiğim her şeyi neden kaybettiğimi biliyorum. Hadsiz bir cesaretle kapıldığım rüzgârların dinip haddimi bildiğim durgun denizlerde sırt üstü uzanmış gökyüzünü seyrediyorum. Heyecanlarım ve büyük düşlerim ihtiyar bir denizci gibi durulmuş. Anlamaya çalışmıyorum, çünkü anlıyorum, anlamışım çoktan… Herkes gibi idrak ettiğim bu hayatın içinden ağır aksak ilerlerken, kitaplar; daktilolar; eski fotoğraflar; göndereni ve alıcısını tanımadığım mektuplar; sevgili eşim ve Korsan’la bir hayat sürüyorum. Küçük, samimi, sıcak bir hayatın içinde yazı yazmanın, üretmenin istek ve arzusuyla varlığımı sürdürüyorum. Yağmurlu bir cumartesi gecesi içimden akıp giden cümlelerin bir kısmını uzunca bir süredir yapmadığım içtenlikle yazdım. Aksattığım bu sitenin (Korsan Edebiyat) varlığını daha ne kadar sürdüreceğinden emin bile değilim. Ama biliyorum ki her şeyin hayatla direkt bir bağı var. Hayatın da bir sonu olduğuna göre, her şeyin de bir sonu var…

Hadi bu yazıya romanımın yazdığım ilk cümleleriyle veda edeyim:

“Oyunu kurallarına göre oynamayı öğrenememişti. Kuralları bilmiyor, daha kötüsü önemsemiyordu. Derin manalar ararken kurulu düzene bir türlü ayak uyduramıyordu.”

 

Yazarın (KorsanKalem) diğer yazılarına da göz atabilirsiniz.

Korsan Edebiyat’ı instagram üzerinden de takip edebilirsiniz.

Haftalık bültenimize ücretsiz abone olup gelişmelerden haberdar olabilirsiniz.

Okumaya Devam Et
İlginizi Çekebilir
Özür Dilerim

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir