Sene Sonu Güzellemesi – 2021’e Veda
  1. Anasayfa
  2. Deneme
Trendlerdeki Yazı

Sene Sonu Güzellemesi – 2021’e Veda

"Yaşadığım çağın tanığı olmaktan yorgunum. Geçen on yılda yazdığım on ciltlik günlük destesini yaktım; ama ondan sonrakileri saklıyorum."

0

Sene Sonu Güzellemesi – 2021’e Veda

Bir rüya ile uyandım bugün. Aslında uyanmak istediğim o rüyanın gerçekliğiydi. Olmadı tabi. Rüyalarımı anlatmak gibi bir adetim yok, 2019 Nisan’ından bu yana. Anlattığının yolu, benzi soluyor. Bana anlatılsın da istemem. En son dinlediğim rüya, bana ayrılık hediyesiydi. Üzümcü hikayesinin başlangıcı gibi: “Gökten dökülen sıcak yanakları yakıyor, göğüsleri eziyor, nefesleri tıkıyor.” Ferhan Şensoy olamam; bir ölünün hatırasına şiiri de, “orta yerimize ince ilmiklerle bir gönül dokundu/dokunmayınız”dan daha iyisini de yazamam. Asıl vuranı ise başta: “üşümüş bademleri getirir çok üşümüş adam/yıllar sonra erdim ki işte buydu aşk”.

***

Yaşadığım çağın tanığı olmaktan yorgunum. Geçen on yılda yazdığım on ciltlik günlük destesini yaktım; ama ondan sonrakileri saklıyorum. Ne de olsa benden sonraya bırakacağım bir gül parmaklı şafağım yok, zaten onlardan da değilim. En azından kelimelerim kalsın, emanet etmeye kıyamadığım.

***

Bir yeni yılın daha şafağındayız. Klasik panoramayı yapmazsak olmaz. Geçen bir yılda geride bıraktıklarımın haddi hesabı yok ama önümde umacılar, abasılar, demirkıynaklar. Yılın ilk yarısı toprağın altına emanet ettiğimin gerçekliğini sorgulamakla geçti; ikinci yarısında hatırladığım ise bir hastane odasının gördüğü: Denize dökülen sabah güneşinin sarıları, onun verdiği ferahlık hissi. İnsanlar eski zamanlarda -rivayete göre- hislerini anlatabilmek için çiçekleri ulak eder, lisan-ı hâli ayan edermiş. Ayan dediysek öyle herkese değil, melâli anlayana. O halde bu ferahlıklara nazar eden çiçeklerle yol alalım…

Hatminin hürmeti bol, gönlü zengin, kelamı ise “güzelsiniz”. Benim senemin hatmilerinin başında Rum şarkıları çalan mekânda işittiğim renkler, tattığım sesler, içime çektiğim anlar. Baktığımız bir karanlıktı; yine de bir karanlığın en güzel yanı, etrafını saran dost sıcaklığı.

Akdiken derler nam-ı diğer alıç. Romanlar kutsal olan cumartesilerinde her hanenin pencerelerinin altına bu çiçeğin bir dalını koyarlarmış. Evlenip yuva kurduklarında bu bitkinin dalları yakılır, yeni doğan bebeklerin beşiklerinin yanında bulundurulurmuş. Bir çeşit “ümit”. Benim ümidim de bir burstu, olmayan; hiç olmayacak olan. Olmayan da içinde bir ümit yeşertirmiş, belki öğrettiği budur. Bilmiyorum.

Krizantem diyor onlar, ben en çok “kasım çiçeği” denildiği zaman seviyorum onu. Çocukluğun hatıralarını sardığı, dili ona çözüldüğü için belki. Hepsini geride bırakalı çok oldu ama hatıraları yaşıyordu hiç değilse, bir zamandır ölü canlar. Bu senenin aldıkları içinde, hepsi bir suya yazılı mürekkep. Ne kadar uğraşsam da dibi camdan su.

“Servi, endamlı servi” diye bahseder şair ondan. Benim lügatımda bir hastane odasının penceresine sığınmış, korkusunu iki kahve çekirdeğine saklamış, doğan güneşe hasret bir gölge. Gözyaşı ile matemle akraba oluşundan olsa gerek. Bir baba ile kız çocuğu hikâyesi.

Seyf’ül-Gurab. “Kuzgun kılıcı” diyen de varmış, soğukkanlı, sâkit dedikleri. Susan, hiç konuşmayan. Kelimesi bittiğinden değil, artık kelimelerini emanet etmeye değer biri bulmadığından. Bulmaya dair ümidi de kalmadığından. Günü geldiğinde emanetini teslim etmek için yaşayan. Son iki senenin özeti bu çiçek. Bu sene tuzu biberi.

Süsen; iyi havadislerin, müjdelerin kapı önü çiçeği. Müjdesi, bir hastane bahçesinin kamelyasında aldığı telefon konuşması. Bir ebegümeci ile merzengüşün kucaklaşması, birbirilerine ilân-ı âşkı.

Bir şarkıda geçer, “hercai menekşe”; daima içinde taşıdığın, gönlüne yük, kendine eza, ömrüne cefa. Yakardığı dualara gülibrişimi ortak etmedi diye mi acaba? Niyazı: “zülfünün teline bağlanmayı/kırşehir’den gelen bir sazdan öğrendim/güzel söylemeyi, güzel bakmayı öğrendim/seni bir kez daha görsem/ belki yeniden doğmam/ama bir hatmi çiçeği yeniden büyür/ellerin o zaman da güzeldir/ama sen beni kırma yine”

Çiçeklerimin yolu, Dante’nin I. Kanto’su: “Hayat yolumuzun tam ortasında/Buldum kendimi karanlık bir ormanda, /Yitip gitmişti doğru yol da.” İnsan ömrünün kemale erme zamanı için otuz beş yaşı sınır koyar; çünkü bu yaş, nefes henüz bedene azıkken ölümü de gördüğü yaştır. Bir çeşit Evliya Çelebisi, ölüler diyarının.

***

Her sene izlemeye değer “sene sonu filmi” mutlaka oluyor, tam da yıl bitecekken. Bu seneninki Sandra Bullock’un The Unforgivable’dı. Neden? Bilmiyorum. Çok da detaylı bir alt metni var mı, ondan da emin değilim. Kardeşine en sevdiği pastayı söyleyip yüzünü kendini göremeyeceği bir yere döndürerek polislere teslim olan bir ablayı görmek içimi ezdi. Ya ben kardeşlerimi çok özledim ya da film çok iyiydi.

Bu senenin son şarkısı bir şehnaz. Bestesi Hammâmîzâde İsmâil Dede Efendi’den, sözleri yazan meçhul: “Gönül durmaz su gibi çağlar/Nârı hasret ciğerim dağlar/Aramızda karlı dağlar yâr gelip ağlar/Sînemdeki yâreleri kim gelip bağlar”

Haldun Taner senesiydi bu yıl benim için. Tüm hikâyelerine sarıldım. Şu an elimdeki ‘Ayışığında “Çalışkur”‘. Bir cevhere sonradan rastlamanın verdiği mahcubiyet, yine de daha fazla geç kalmamış olmanın verdiği o şükür hali. Hepsi sırada. Bakalım. Yol alıyoruz. Nereye? Bilmem.

Bir de Nurettin Topçu’nun “İsyan Ahlâkı” var. Dönemin en ünlü filozoflarından Louis Massignon ve Maurice Blondel’in öğrencisi. Sorbonne’da felsefe alanında doktorasını tamamlayan ilk Türk öğrenci. Doktorasını tamamladıktan sonra Türkiye’ye dönüp Galatasaray Lisesi’nde felsefe öğretmeni olarak çalışmaya başlıyor. Yazdıklarını anlamakta zorlanıyorum; onun bunları yazdığı yaşın çok ötesindeyim. Anlayabildiklerimden biri: “Evrensel nizamın dışında gerçek ahlâklılık yoktur (…)Hareketini evrensel ölçüye vurarak ve kendi hareketiyle evreni kucaklayarak orada kendi bilgisini araması, işte insanın ahlâkî davranışı bu şekilde olmalıdır.”

Bozcaada’dan ayrılırken arkamdan bana bir günün batışını hediye eden güzel manzara; bu manzaranın dönüşünde Ankara’da Aşti’nin hemen yanındaki ağaçlar içinde saklı kalmış, ismini bilmediğim parkta el emeği sabahın 7.30’u kahvaltısı ile günü güzelleştiren dostlar…

Denize kıyı bir şehirde şarkıların etrafı sardığı bir akşamda dodi, yönetmen ve iki yabancı ile mekânı da zamanı da genişletmiş, içinde erimiştik. Yazılmadan olmaz dediklerimden.

Bir de bu yıl tanıştığımız, aslında çok zaman önce ismini bildiğim ama kendini yeni tanıdığım bir şair vardı: Şeyh Gâlib Dede. 18. yüzyılın son hediyesi. Beşir Ayvazoğlu’ nun ifadesi sanırım, bir kuğu en güzel şarkısını en son söylermiş; bir mum sönmeden önce en büyük ışığını verirmiş. Şeyh Gâlib Dede de 18. yüzyılın son büyük şairi, en büyük şairi. Söylediklerini herkes anlayamazmış; daha kapalı, anlaması zor şiirler. Sebk-i Hindi derlermiş, şairin kendini ifade ederken kapalı bir yol seçmesiymiş. Hem söyleyişin hem de içeriğin önem kazandığı ama içeriğin bir adım daha öne çıktığı şiirleri var. Madde ve mânânın iç içe geçtiği, aktarımın oldukça zor olduğu şiirler. En güzel şiiriydi bu yıl tahlil ettiğimiz, bu yazıyı da onunla bitirmek isterim ki bizim çokça konuştuğumuz kelimelerin de geldiği yerdir:

“Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen”

Zat, saygı duyulacak kişi. Kendi değerini bilmeli insan, önce o”zat”ın bir şeyin cevheri olduğunu bilmeli. Cevhere muamele anca o zaman hakkıyla mümkün.

Bir sonraki sene de bunu gerçekten yapabileceğimiz zamanlara kapı açsın.

Şeyh Gâlib Dede’ye bin hasretle. 

 

Yazarın (filhakikas) diğer yazılarına da göz atabilirsiniz.

Bizleri instagram üzerinden de takip edebilirsiniz.

Sene Sonu Güzellemesi – 2021’e Veda

İlginizi Çekebilir
Veda

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir