Yaşanmamış Bir Çocukluk
  1. Anasayfa
  2. Öykü

Yaşanmamış Bir Çocukluk

Yazan: Damla Riddle

0

Yaşanmamış Bir Çocukluk

Hayat; insanların kalplerindekinden değil, yüzlerindeki güzellikten dolayı bağışlardı hazinelerini.

Son nefesi de ciğerlerinden çekilirken göğe, tüm geçmişi bir perde gibi savruldu gözlerinin önünden. Yaşadıkları ve yaşayamadıkları. Hayattan ne çok alacağı vardı yolun başındayken, oysa şimdi kurumuş bir ağacın ayaklarının dibinde, terk edilmiş bir köpek gibi veda ediyordu sessizce yaşama. Dudaklarındaki buruk tebessümün sebebi, yalnızca başaramadıkları değil, peşine takıldığı onlarca faydasız aşk, sevgi, tebessüm, parıltıyla bakınan gözleri arayışındandı. Hiçbirini bulamamıştı tek bir şey hariç. Bunları bulamayacağını bulmuştu. Çünkü hayat; insanların kalplerindekinden değil, yüzlerindeki güzellikten dolayı bağışlardı hazinelerini.

&

Ahmet Sarı, hayatın darbesini çok küçük yaşlardayken almıştı sırtına. Babasının ölümü ani ve beklenmedik değildi. Zaten bunu en çok annesi bekliyordu ya… Seksenli yaşlarına basamak dayamış olan adamın haddinden fazla yaşadığını gözleriyle fısıldardı annesi. Çocuklar her zaman göründükleri kadar saf ve temiz kalpli değillerdir. Ahmet bunun hiçbir zaman farkında olmamıştı. Kendisinin o çocuklardan biri olduğunun da… Fakat annesi bunu biliyordu. Anneler, çocuklarını tanır. Ahmet’in annesi onunla daima ilgilenecek türden bir kadın değildi, ama yine de oğlunun gözlerine baktığında derdini yüreğinde hissediyordu. Oğlu, annesizlik çekiyordu.

Bu sorunu ortadan kaldırmak için hiçbir şey yapamadı. Elinden gelen tek şey, o uyurken üzerinden düşmüş yorganının ucunu üst tarafa çekmek ve birkaç dakika yüzüne boş gözlerle bakmaktı. Yüreğinde sevgi yoktu bu kadının, en azından dışa vurulacak bir sevgisi yoktu. Kendisi de annesinden böyle görmüş, ezilerek büyümüştü. Hatta oğluna baktığında iyi bir anne olduğunu düşünme gafletine düşüyordu. Tek bir yorgan, boğazından geçirmek için çaba gösterdiği yemekler, kendisinin iyi bir anne olduğu düşüncesini sokuyordu zihnine. Oysa annelik… Gerçek annelik, yalnızca çocuğunun boğazından geçen sıcak bir yudum çorba değil, onun küçük bedenini sarmalayan sevgi dolu bir kucakta da saklıydı.

İnsan, hiç tanımadığı bir duyguyu diğerleri ile paylaşamaz. Bunu başkalarından görse de anlayamaz. Hatta yadırgar. Eğer yüzyıllardır aynı şekilde yetiştirilmiş bir hayatın içinden geliyorsanız, bu soğukluk ister istemez genlerinize işler ve bunu hayat tarzı olarak kabul etmekten geri duramazsınız. İşte bu yüzden sevgiyi yadırgıyordu Ahmet’in annesi. Sevgiyi anlayamıyor, ondan korkuyordu.

Ve yine de, bir gün oğlunun ayakkabısının içine taş kaçsa ve onun maviş gözlerinde birkaç damla yaş birikecek olsa, bu farkında olmadığı sevgisinin sayesinde kendi yüreğinde hissederdi acıyı.

Ahmet’in hayatı tüm bunlardan ibaretti. Annesi, sevgisizlik ve babasızlık… Babasızlığını çok hissedememişti. Çünkü o yaşarken de gölgesinde olmanın tadına varamamıştı. Yaşlı bir adamın kambur duruşu, git gide kısalan boyu ve yüzündeki yaşanmışlığın derin izleriyle bu adam, karısını bile yanına yaklaştırmazdı çoğu zaman. Hatta ondan söz ederken “Şu karıyı” derdi “Şu karıyı çağır gelsin,” ya da “Şu karıya söyle yemeğimi getirsin.”

Annesi, babasından 35 yaş küçüktü. Ahmet bunu ilk öğrendiğinde, babasının mezar taşına bakıyordu. Orada yazan tarih, annesinin doğduğu tarihten hayli önceydi. Sanki bir başka yüzyılda yaşanmıştı tüm bu hayat. Babasının ailesini düşünürken dudakları birbirine sımsıkı bastırılmış, gözleriyse bir tür kinle bakıyordu toprağına. Annesini hiç sevmiyordu babası, belki babasının annesi de sevilmeyen bir kadın olmuştu. Belki babasını da kimse sevmemişti. Kendisinin bile sevemediği bu adamı, kim sevebilirdi ki zaten dünyada?

Ahmet babasından oldukça uzak bir köşeye kıvrılır, onun parmaklarının arasında sardığı tütünü izlerdi. Babasının bundan daha fazla dikkat ettiği bir şey yoktu hayatında. En sevdiği şey, içmekti. Geberinceye dek de buna devam etti. Hasta yatağında siyah bir çamur boşanırken midesinden, karısına “Tütünümü getir” diye emreder, midesinden vakit bulduğu ilk anda görmeyen gözleriyle tütününü sarardı. Daha 9 yaşlarındayken babası ona tütün uzatmıştı parmaklarının ucuyla. Ahmet, bu tütünün sahiden kendisine ikram edilip edilmediğini anlamak için hayli bekledi. Babasının eli kendine doğru uzanıyordu evet, ama gözleri bambaşka bir gerçeklikteydi. Boş ve sıvası dökülmekte olan duvarı izliyordu dikkatle.

Nihayet yaşlı babası daha fazla katlanamayarak “Al şunu gavurun dölü,” diye bağırdığında, Ahmet titreyen çocuk elleriyle babasının elindeki tütünü kapmış, avuçlarını sımsıkı kapatarak gelecek bir diğer emri beklemeye koyulmuştu. Babasının bir başka emri daha değmedi kulaklarına, zaten adam pek az konuşur, konuştuğundaysa ağzını hayli bozarak zaten olmayan huzuru daha da parçalardı.

Babası o gün konuşmadı evet, fakat cebinden çıkardığı kibriti oğlunun ayaklarının ucuna atarak “İç şu zıkkımı,” der gibiydi. Bu da bir emir sayılacağından, Ahmet hâlâ titreyen parmaklarıyla kibriti yakmış, babasından gördüğü gibi tütünün ucunu ateşe vermişti. Babası gözlerinin ucuyla bu oğlanı izliyor, bir nevi nefretle bakıyordu. Ahmet, babasının ilk kez kendisini izlediğini bildiğinden, daha heyecanlıydı. Belki her şeyi doğru yaparsa, babası onu sevmeye başlardı. Ve eğer bir şeyler ters giderse de, zaten hissettiği nefretini bu kez ensesinde hissederdi.

İçinden “Allah’ım bana yardım et” diye fısıldayarak dudaklarına götürdü tütünü. Bu duayı sık sık annesinden duyardı Ahmet, Allah’ım bana yardım et… Ne güzel sözdü bu böyle, insanın içini huzura boğuyordu.

Ahmet üzerindeki korkuyu bir çarşafmış gibi itti omuzlarından ve ilk dumanını çekti ciğerlerine. Fakat bir çocuk ne kadar başarılı olur ki bu pis işlerde? Ahmet de o kadar başarılı oldu ve önce gözleri yandı, sonra boğazından yukarıya tırmanmak isteyen pis duman onu boğarak iki büklüm etti. Dakikalarca öksürdü küçük çocuk. Elindeki tütün ise pis halının üzerine düşmüş, ardında kötü bir koku bırakarak tavana yükselmekteydi. Babası ağır ağır ayağa kalkmış, halının üzerinde tütmekte olan sigarasının üzerine çıplak ayağı ile basmıştı. Ahmet boğazını tutarak babasına bakmıştı o anda, babası yaşlı olmasına karşın ne de heybetli duruyordu. Acaba yaşlanınca kendi de böylesine güçlü, kuvvetli görünür müydü ki?

Babası tütünü söndürdükten sonra ayağını bir de Ahmet’in karnına geçirmiş ve ona tiksinen bir bakış atarak yüzüne tükürmüştü. Sanki “Sen benim oğlum değilsin” demek istiyordu, sen koskoca bir pişmanlıksın. Ahmet’in başka kardeşleri de var mıydı bilinmez. Fakat babasının bundan önce 2 kez daha evlendiğini, fakat karılarının evliliklerinden birkaç yıl sonra öldüğünü duymuştu. Babasının çok arkadaşı yoktu tabii. Kendi köylüsü yaşlı bir amca vardı ki, onunla bir araya geldiklerinde sabaha dek çay demlerdi annesi. Sürekli bir koşuşturma içinde olur, ardı ardına boşalan bardakları doldurmak için hızlı hareket ederdi.

Evlerinde 1 oda vardı ve küçük de bir mutfak. Bu bol tütün ve çaylı günlerde Ahmet, gece pek de iyi uyuyamaz fakat gözlerini açmadan babasını dinlerdi. Babası kendini dinleten adamlardandı. Oysa onun bu amcadan başka kimseyle konuştuğunu görmemişti Ahmet.

Bazen yukarıdan sözler eder, yanında oturan amcanın derin nefesler almasına sebep olurdu ama, bu iki adam ahbap gibilerdi ve ne olursa olsun iki haftada bir görüşmekten geri kalmıyorlardı. Babasının hiç ibadet ettiğini görmemişti Ahmet. Hatta Allah adını bile almazdı dudaklarından içeriye… Kalbinde de ona yer yoktu anlaşılan. Ama bu adam, ağzını açtığında önce Allah der, sonra konuşmasına devam ederdi. Birkaç kez gözlerini gizliden aralayarak onları dinleyen Ahmet, amcanın ‘Allah’ lafızlarından sonra babasının bakışlarındaki küçümsemeyi yakalar gibi olmuştu. “Adam sen de bırak şu işleri,” demişti bir keresinde babası “Ne hayrını gördün Allah’ın?” Yaşlı adam o anda ayağa kalkmış ve bir tövbe çekerek hızlı adımlarla dışarıya kaçmıştı.

Arkadaşını seviyordu, fakat hayatındaki tek değeri böylesine alaşağı edişine de katlanamazdı. O lafızdan sonra bu yaşlı adam birkaç ay evlerine uğramadı, uğradığındaysa artık arkadaşının yüzüne bir yabancıya bakar gibi bakıyordu. Ziyaretleri git gide azaldı ve sonunda hiç gelmez oldu. Ahmet bu yaşlı adamın yüzüne bakarken sık sık “Ben neden bu adamın oğlu olmadım ki?” diye düşünürdü. “Acaba bu yaşlı adam beni de babam gibi sandığından mı hiç konuşmuyor? Yüzüme bile bakmıyor! Ama yok yok, ben babam gibi değilim. Değilim işte! Ben büsbütün başka biri olacağım, insanlar beni sevecek ve tütün de içmeyeceğim. Annemi de buradan kurtaracağım. Birlikte doğalgazlı bir evde oturacağız annemle. O bana hiç gülmese, oğlum demese de olur. Ben biliyorum ki annem beni seviyor. Hem sevmese ne diye geceleri üstümü örtsün? Sevmeyen insan yapmaz bunları. Bak, babam yapıyor mu? Yapmıyor. Hatta bazı zamanlar tekmeler bile beni. Annem beni seviyor. Hatta öyle ki bu dünyada bir tek, beni bu kadın seviyor.”

Ahmet zamanın nasıl geçtiğine anlam veremeden ilkokula başladı. Fakat bu bir tür süstü, çünkü hiçbir zaman tam anlamıyla okula gitmemişti. İsminin yanındaki artı işareti, yok denecek kadar azdı ve doğrusu kimse onun varlığı ile ilgilenmiyordu. O pis, pasaklı bir ailenin çocuğuydu. Kendisi de öyleydi. Varlığı ile yokluğu bir olan, hayatımızdan gölge misali gelip geçen insanlar vardır; işte Ahmet bu insanlardan yalnızca biriydi ve çoğu zaman ismi bile hatırlanmadı zihinlerde.

Okula gitmek için hazırlandığı bir sabah babası ona “Nereye ulan?” demişti, “Okuyup da başımıza Profesör mü olacaksın şerefsiz? Anan ne ki sen ne olasın? Git bana tütünümü getir, şu kalemi de gözümün önünden çek yoksa kafanı patlatırım it! Ne bakıyorsun yüzüme aval aval anan gibi? Başımın belaları. Ben bir hilkat gaibesi olmasam, sizi boğmaz mıydım çoktan? O inanmadığım Allah var ya, sırf sizin belalarınız yüzünden beni cennetine alır ‘gel, buyur’ diye, Allah’ın belaları.”

Ahmet’in içinde okula karşı büyüyen özlem böylelikle başlamış oldu. Tek bir kalemi vardı ve onu her daim cebinde sakladı. Babasının kırmasından korktuğu kadar, bitmesinden ve onun kendini terk etmesinden de korkuyordu. Annesin kapının önünde konuştuğu bir adam hediye etmişti bu kalemi kendine. “Al.” demişti ve bu “Al” deyiş sanki bir tür “Al da bizi yalnız bırak” demeye benziyordu.

Ahmet onları yalnız bıraktı ama pencerenin önüne dikilip izlemişti dakikalarca bu iki kişiyi. Annesi bir yabancı gibiydi. Uzaklardan gelmiş bir melek. Oysa güzel bir kadın da sayılmazdı, fakat gözlerindeki hasret insanın içine işliyordu. Neye hasreti vardı acaba bu kadının? Neyi böylesine özlüyordu? Uzaklarda bir ailesi mi vardı yoksa özlediği şey gençliği miydi?

Babası Ahmet’in izlediği kişileri görünce “Gel lan buraya,” diye oğlunu yanına çağırmıştı “Gel de şu tütünü sar. Parmaklarım artık o kadar becerikli değil.”

Ahmet pencerenin önünden çekilmeden önce annesi sanki onun varlığını hissetmiş gibi kendisinden yana döndü ve dudağının kenarı çok hafifçe yukarıya kıvrıldı. Ahmet buna pahalı bir tabloya bakar gibi baktı. Çok pahalı bir tablo… Herkesin bildiği fakat tek bir sahibinin olduğu bir tablo… Annesi bu tabloyu çizmiş, yanındaki adam görmüş fakat büsbütün kendisi sahip olmuştu.

Ahmet babasının dizlerinin dibine oturdu ve heyecandan titreyen parmaklarını, annesinin tebessümünü düşünmemeye çalışarak tütünü küçük ellerinin arasına aldı.

&

Babasının mezarındayken her şey huzurluydu. Ölüm döşeğindeyken her şey bu kadar basit değildi oysaki tanıdıkları evi istila etmiyordu. Çünkü burada kimse onları istemiyordu zaten. Onlar da kendileri gibi sessizce bu adamın dünyadan defolup gitmesini bekliyorlardı.

Ama Ahmet, babasının başında otururken ve onun kırış kırış yüzüne bakarken “Neden acaba?” diye düşünüyordu. “Babamı babası sevmediği için mi böyle oldu? Yoksa ben de mi böyle olacağım? Çok uzak zamanlarda karım ve çocuklarım benim de ölmemi bekler mi dört gözle?”

Ahmet okumayı yazmayı çok bilmezdi, çünkü okula gidememişti doğru düzgün. Fakat bir sayfayı 20 dakikada okuyor olsa da, ara sıra çöp kenarında bulduğu o kâğıtları okumaktan geri kalmıyordu. Düşünceleri, bir çocuğunkinden daha farklıydı, çünkü o çocuklarla aynı hayatı yaşamamıştı hiç. Olduğundan daha yaşlıydı. Gözleri de bir yaşlı bakıyordu zaten. İnsanların kendisine dik dik bakmaması bundandı. Onların içini okuyor gibi bakıyordu gözlerine… Sanki “Benim bu halde olmamın sebebi sensin” hissiyatı uyandırıyordu.

Kimsenin gülümsemediği, saçını okşamadığı bir çocuktu o. Kimsenin sevmediği ve umursamadığı. Babasının ölmeden önce bir kez de olsa saçlarına dokunmuş olmasını dilerdi. Ama yaşlı adam, yalnızca gözlerini aralamış ve sanki yanında oturanın oğlu olduğundan emin olmak istercesine gözlerini kısarak kendisine bakmıştı.

Ve dudaklarından zoraki olarak şu kelimeler dökülmüştü “Sen-” İşte bu kadar. Devamı yoktu bu sözcüklerin ve Ahmet, babasını hatırladığında kulaklarında yankılanan kelime de buydu ‘Sen-”… Ne diyecekti acaba devamında babası? Sen kimsin ya da sen çok kötü bir çocuksun mu?

Ahmet, bu sözcüklerin devamını birçok kez hayal etti. Birçok farklı sonla. Ama hiçbiri, babasının diyeceği şekilde tamamlanmadı zihninde. Oysa babası ona “Sen iyi bir çocuksun,” demek istemişti, fakat Ahmet’in aklına gelen son cümle bile olmadı.

Konuklarımızın diğer yazılarına da göz atabilirsiniz. (Yaşanmamış Bir Çocukluk öyküsü)

Bizleri instagram üzerinden de takip edebilirsiniz. (Öykü: Yaşanmamış Bir Çocukluk)

Öykü: Yaşanmamış Bir Çocukluk

Yaşanmamış Bir Çocukluk öyküsü

İlginizi Çekebilir
Buralardayım Dünya

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir