Sarı Fincanlarla İçildi Aşk!
  1. Anasayfa
  2. Öykü

Sarı Fincanlarla İçildi Aşk!

Yazan: Aycadısı

5

Sarı Fincanlarla İçildi Aşk!

Sabaha karşı…

Selam arkadaşım!

İçinde bulunduğumuz zor ve  dağ gibi sorunlardan, acılardan uzaklaşmak ve uzaklaştırmak için bol ekşınlı ve komik  bir yazı yazayım dedim bugün. Ne de olsa nefes almaya devam etmemiz gerekiyor. Biliyor musun, insan okuyup bir şeylerin derinine indikçe  amaç da, araç da değişiveriyor. Ben de öyle oldu örneğin!? Dolayısıyla fazla ümitlenme!

Ve fakaaatttt… Senden aşağıda yazdıklarımı okuduğunda minicik de olsa bir gülümseme koparabilmişsem, ne mutlu bana. Hadi gel şöyle yanı başıma. Çay da yaptım.. Şeker?

Bugün çok naif bir aşk masalı anlatayım sana ne dersin?

Bir varmışşş, bir yokmuş.

Zamanlardan epeyce eski bir zamanda gencecik, karagözlü, kara perçemli, zarif mi zarif, içi sanat aşkıyla yanıp tutuşan bir genç kız varmış. Henüz 19 yaşında olmasına rağmen aldığı Tiyatro eğitimini tamamlamadan, büyük senaristlerin, yönetmenlerin ve tabii hocalarının ilgisini çekmiş. O kadar yetenekli, idealist  ve o kadar çalışkanmış ki onu kıskanan sınıf arkadaşları bile kendisini görmezden gelemezler, içten içe onu örnek alırlarmış.

Tepebaşı’nda küçücük bir apartman dairesinde anneannesi ve teyzesi ile yaşarmış. Kendini bildi bileli anası yokmuş.. Yıllar önce toprağa geri dönmüş. Babası ise bu acılara dayanamayarak uzaklaşmayı seçmiş ve onu hayatta en güvendiği iki kadına emanet etmiş.

İçi hayat dolu, gülmeyi, yardım etmeyi, çalışmayı, paylaşmayı ve en önemlisi sevmeyi bilirmiş kız. İçindeki insan sevgisi kalbine  sığmaz, çevresindeki hemen herkese ışıl ışıl yansırmış. Heyecanlı, az biraz deli, üretkenlik sevdasına düşmüş gencecik bir çılgınmış. Kabına sığmadığında hayatındaki iki kadından öğrendikleriyle şiirler yazar, resimler, tablolar yapar, ödevi olmadığı halde uzun tiyatro tiratları ezberler ve fırtınalı deli dolu gençliğini sakinleştirmeye çalışırmış.

Günlerden bir gün, konservatuvardaki hocaların hocası  sınıfından kendisini çağırtmış. Şehir Tiyatroları’nda sergilenecek önemli bir oyunun, önemli bir rolü için  deneneceğini anlamış kız. Hocasının kapısını tıklatarak içeri girmiş. Bir bakmış ki, oyunun yazarı da aynı odada ve meraklı, beklenti dolu gözlerle ona bakıyor. Heyecandan buz kesmiş eli ayağı. Hem karşısında sakince oturan yazarın isminin büyüklüğünden hem de genç adamın, insanın içini görür gibi bakan mavi gözlerinden ürküp, çekinmiş önceleri. Beklentiyle yutkunmuş ve derin derin soluklanmış.

Durumu kısaca özetleyen Hoca, kız ile  yazarı kısaca  tanıştırmış ve eline oyundaki rolün tekstini tutuşturarak prova okuması yapmasını rica etmiş. Tir tir titreyerek, eline aldığı tekse şöyle bir göz gezdirip hafifçe boğazını temizleyerek başlamış okumaya.

Okumasına okuyormuş ama heyecandan kalbi yerinden çıkacakmış gibi atıyor, kendine hakim olamıyormuş bir türlü. Dili sürçerek ilk okumayı atlatmış ve kara gözlerini, mavi gözlere dikmeye cesaret  ederek, ‘Nasıl buldunuz efendim?’  diye sormuş.

O ana dek koltuğunda hiç istifini bozmadan oturan Yazar, açık sözlülükle ‘İyi değildi. Anlıyorum… Heyecanlandınız. Dilerseniz bir okuma da sınıflardan birinde yapalım.’ demiş. Kendisine ikinci şansı verdiği için ona minnetle bakmış kız. Birlikte sessiz bir sınıf seçmişler ve karşılıklı oturmuşlar. Heyecanlı kız, yeniden başlamış yüksek sesle teksti okumaya. Olmamış yine. Bu kez ayağa fırlamış. Bir daha okumuş, bir daha, bir daha… Yazar, onun deli gibi çarpan gencecik yüreğinin sesini duyar gibi bakıyor ve sakince gülümsüyormuş. ‘Tamamdır!’ demiş. ‘Bu kez oldu. İstediğim tonlama ve ağdalı tarzı yansıttınız. Rol sizindir.’

İlk kalp çarpıntısını ve rolünün yazılı olduğu oyun tekstini alarak, boğazında kocaman bir yumru ile okuldan eve dönmüş kız. Sevinçten kahkahalar atması gerekirken, o gece yatağında evdekilerden gizli  deliler gibi ağlamış, ağlamış, ağlamış… İçinden taşıp gelen bu ağlamaklı hali ne anlayabilmiş ne de kimselere sorabilmiş. Ne tarafa dönerse dönsün, karşısında o sakin deniz gözlü adamı görüyor, gencecik kalbi, ağzından fırlayacakmış gibi atıyormuş. Güneş ilk ışıklarıyla kendisini anımsatırken, anlamış kız…

Sabah olduğunda, içindeki kıpırtıları ve o garip hüznü susturmaya çalışarak, bir gün önce bıraktığı yerden soluklanmaya ve kaldığı yerden devam etmeye karar vererek, önünde açılan yeni umutların yolunu tutmuş.

Provalar, sahne çalışmaları, dramatizasyon vs. derken, günler günleri kovalamış. Her çalışma öncesi ve sonrası kaçamak bakışlarla yazarın oralarda bir yerlerde olup olmadığını kontrol ediyor, onun dikkatini çekebilmek için, her zaman en yüksek performansı göstermeye çalışıyor ve bol bol okuyor, oyunculuk açısından kendini aşmaya çalışıyormuş.

Haberinin olmadığı şey ise, yazarın hemen her gün provalara geldiği ve kendini gizleyerek, karanlık bir köşeden kızı izlediğiymiş. Yazar, onun içindeki delişmenliği, çılgınlığı, kabına sığmazlığı, deli fişekliği ve güzelliği keşfetmekten o kadar memnunmuş ki, ilk gençliğini yeniden yaşıyormuşçasına heyecanlanıyormuş. Çok önceden verilmiş  kendisine ait bağlılık sözlerini duymaz, başka bir kadına ardına kadar açtığı kalbinin sesini dinlemez olmuş. ‘Uzaklaşmalıyım.’ demiş iç sesi. ‘Yoksa bu ona da bana da zarar verecek.’

Derken, oyun sahnelenmiş. Alkış kıyamet… Zamanın tüm politik baskılarına karşın, muhteşem bir başarı elde edilmiş. Kız bir güneş gibi doğmuş o gece. Adı dilden dile dolanmaya, hakkında araştırmalar yapılmaya ve yeni rol teklifleri  sunulmaya başlanmış. Görevini layıkıyla yerine getirdiğini düşünen yazarsa, aldığı kararı uygulamış ve uzaklaşmış kızdan. İlk işi, sevdiği ve söz verdiği kadına evlenme teklif etmek olacakmış. Etmiş de!

Bir süre sonra, sessiz  sedasız, çarpıntılar kelimelere dökülmeden herkes yoluna dönmüş. Kız, kendisine evlilik teklifi yapan bir genci  düşüneceğine söz vermiş, yazarsa kabul edilen teklifini bir nişanla kutlamış. Unuttuk, zannetmişler… Taa ki, Beşiktaş-Kadıköy vapurunda tesadüfen karşılaşana kadar!

Kız tüm cesaretini toplayarak ve yüreğinin emrine itaat ederek  kara gözlerini yazara dikmiş ve onu, evine, çaya davet etmiş. Kızın cesareti, yeteneğiyle bezediği güzelliği, yazarın aklını başından almış ve mavilerini kızdan ayırmadan bu teklifi kabul etmiş. Sarı kuşlarla bezeli desendeki fincanlarda içmişler çayı hiç konuşmadan. Sözsüzce anlaşmışlar. Çay, aşka bahane olmuş. Can olmuş, kan olmuş her ikisine de.

Adam, ‘Evleneceğim  ben… Sana söz veremem. Ama…’ demiş çekinerek.

Kız, ‘Önemi yok. Buradasınız ya…’ demiş, tüm engelleri göğüsleyerek.

Kimselere söylemeden yaşamaya başlamışlar sevdalarını. Yalnız ikisi varmış bu dünyada. Gündüzleri hayatlarını yaşıyorlar, üretiyorlar, paylaşıyorlarmış. Akşamları ise buldukları ilk fırsatta Tepebaşı’ndaki evde buluşuyor, birlikte yemek yiyor, şakalaşıyor ve kalplerinin çılgınlığını yatıştırmaya çalışıyorlarmış. Adam, masumiyetin tüm güzelliğini yüklemiş kıza. Kız ise, içindeki kara sevdanın büyüsünü içmiş kana kana…. Kızın minicik odası, evcilik oyunlarına kucak açmış.

‘Sen, benim şiir tarafımsın.’ demiş adam.

‘Sen, benim sanatımsın…’ demiş kız.

Çok önceleri sevmeye başladığı ve halen sevdiği diğer kadını düşünerek, ‘Bir yürekte iki sevda olmaz…demesinler! Oluyor..’ demiş adam, hiç bir duygusunu gizlemeden.

‘Kim bilir? Senden razıyım ama… Belki günün birinde, sadece benim adımla çarpar yüreğin…’ demiş kız.

İnişli çıkışlı, bol kasırgalı hayatının dışında tutmaya çalışmış adam kızı. Onun önünde uzanan sanat yolunu nasıl aydınlatırım diye düşünmüş. Ve bir gün ilk Türk müzikalini yazmaya karar vermiş. İsmini, ‘Alabanda‘ koymuş müzikalin. Alabanda’yı, ‘Bu bir Rüyadır‘ opereti takip etmiş. Yaşadıkları rüyanın sahneye yansımasıymış müzikli oyun. Başrol, kızın olmuş. Her ikisinin de elde ettiği büyük başarılar ardı ardına gelmeye başlamış. Adam, politik baskılardan dolayı her eserinde takma isimlerle  gizlenmiş, kız ise sahnede ışıl ışıl parlayarak ikisinin yerine gözleri kamaştırmış.

Kızın sanatından gözleri kamaşan zamanın baş vekili, kızı Almanya’daki Berlin Devlet Yüksek Müzik Akademisi’nde burslu olarak okutmak için kolları sıvamış. Önce kızla konuşmuşlar. Burs, kabul edilmiş büyük bir sevinçle. Resmi işlemleri başlatmış, kızın pasaportunu çıkartmışlar. Şimdi tek gereken şey, zamanın geçmesiymiş.

Gelişmelerden haberdar olan adam, biraz hüzün, biraz özlem, çokça da kıskançlıkla, ‘ Ben istemezsem, gidemezsin!’ demiş.

‘Bu yolu bana sen açtın. Sen, masal içinde yaşamaya yemin etmiş bir adamsın… Bırak sana olan kara sevdamı, sanat aşkına çevirebileyim. Yoksa yok olacağım ben!’ diyerek karşılamış kız onu zarifçe.

Kızın Almanya’ya gitmesine çok az bir zaman kala, adamın senaryosunu yazdığı,  Hocaların Hocası’nın yönettiği ‘Aysel,Bataklı Damın Kızı’  filminin dublajından, el ele, birlikte çıktıkları bir gün, kız adama takılmış,

‘Ne cesaretle benimle yürüyorsunuz?’ Gülüşmüşler. Adam içini çekmiş derinden. ‘Asıl, benimle yürümek sizin için büyük cesaret!’ demiş hüzünle.

Çok geçmeden, istemeden de olsa idealleri uğruna yolları ayrılmış. Kız, Berlin’e gitmiş. Adam ise iyice bunaldığı politik baskılardan öç almak istercesine kağıda kaleme sarılmış. Başkaldırmış adam, daha da keskinleşmiş kalemi, sanatı. Uğruna tüm hayatını feda ettiği ideolojisi için dönmemiş yolundan. Yazmış… Yazmış… Yazmış…

Kız, aldığı her derste, öğrendiği her yeni bilgide, okuduğu her eserde adamı görmüş. Her yenilenmede daha yakın olmuş adama. Araya giren kilometreler umurunda değilmiş. Gece gündüz haber beklemiş adamdan. Gözleri kapıda, kulağı seste, ortak tanıdıklardan haber sormuş. Aramadığı, sormadığı kişi kalmadığı sıralarda, eğitimi tamamlanmak üzereyken, kuzeninden almış acı haberi.

Adam cezaevindeymiş… Uçarcasına düşmüş yollara. Onu görmek, sağlığından emin olmak istiyormuş.

Adam, kızın döndüğünü ve kendisiyle görüşmek istediğini öğrendiğinde ilk önceleri kabul etmek istememiş. Onun önünde uzanan haklı şöhret basamaklarını, kendi doğrularının içine çekmek, kızın deyimiyle onu yok etmek istememiş. Ama içindeki o masum ve güler yüzlü çocuğa laf anlatamamış. Kızın sonsuz ısrarına daha fazla dayanamayarak, görüşme teklifini kabul etmiş çaresizce.

Adamın yaşamaya devam edebilmesi için, soluklanması, gülümsemesi, heyecanlanması gerekirken derdinin devası olan kız, çıkıp gelivermiş tüm ışığıyla o karanlık zindana. Tepelerinde yanıp sönen soluk lambada bakmışlar birbirlerinin gözlerine. Sessiz… Sözsüzlermiş.

‘Nasıl… Nasılsın?’ demiş kız ilk kez çağıldamayarak.

‘Bu dünyada beş kişiye iyilik ettimse… Biri sensin.. Gurur duyuyorum seninle. Büyüyorum… yetiyorum her şeye. Uzun bir yol benimkisi. Yalnız yürüyeceğim… Git şimdi.. Meraklanma iyiyim ben.’ diye yanıtlamış adam o her zamanki sakin, içe kapanık gülümsemesi ve parlayan mavileriyle…

Susmuşlar.

Birbirlerine son kez sevdayla bakmışlar. Biliyorlarmış asla kavuşamayacaklarını…

Biri sanatından, söylediği opera şarkılarından, çizdiği tablolardan çıkarmış sevdasının karalığını, diğeri memleketini içi yanarak terk etmek zorunda kalmış usulca, kalemini kağıdını daha da kuşanarak.

Adama…Nazım Hikmet RAN demişler.

Kıza………Semiha CENAP BERKSOY!

Hamiş1 :  Masalda adı geçen Hocaların Hocası ise, Muhsin Ertuğrul’dan başkası değil…

Hamiş2:  03 Haziran 1963. Nazım Hikmet’i  anıyorum.. Sevgim, saygım ve kalemimle.

Sevgiyleveaşklakalın.

Sitemizdeki diğer öykülere de göz atabilirsiniz. 

Bizleri instagram üzerinden de takip edebilirsiniz.

Sarı Fincanlarla İçildi Aşk

İlginizi Çekebilir
Gece

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yorumlar (5)

  1. Bir çırpıda okudum bitirdim. Eskiden her şey daha bir incelik doluymuş, daha karın tokluğuyla yaşanıyormuş… Nazım’dan bahsedince, zaten insan bir soluğunu tutuyor. Öyle dolu, öyle büyükmüş ki… Acaba o dönemde yaşasam, şiir yazar mıydım diye soruyorum kendime… Ya da yazdıklarımı okuması için Ona verebilir miydim? Çok şey kaçırmışız gibi geliyor. O dönemlerde yaşamak lazımmış… Çok yaşa Nazım!

    • Epey uzun bir yazı yazdım..evet! ahahahaaa…Nazım’ın annesi Celile Hanım’dan başlayarak Vera’sına kadar gelip,aşka aşık bir adamı ve kadınlarını işlemek istemiştim aslında..Ama gel gör ki, Semiha ile ilişkisi beni çok etkiledi.Üstelik aralarında geçen her şey hep buram buram sanat kokuyordu.Kaygıları hep üretmek,hep yenilik ve ilericilik olduğundan aynı senin gibi ne çok şey kaçırmışız hissi ben de var.
      Ve evet dostum.O dönemlerde yaşasaydın sen de tıpkı Nazım Baba gibi,şiir,makale,deneme,senaryo…vs yazardın.Ben eminim…

  2. Aycadısı yapmış yapacağını yine.. Geç okudum ama muhteşemdi. Kalemine sağlık Aycadısı, ne güzel duyguları çiçeklendirmişsin… Daha nicelerine ilham olsun, umut olsun… İyi ki.. 🙂

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir