Lisân-ı Âyan
  1. Anasayfa
  2. Deneme

Lisân-ı Âyan

Yazan: Amelie

0

Lisân-ı Âyan

Sonu denize varmayan yolların, tren garlarına ilişen anıları oluyor. Başını göğe vermiş çam ağaçları, geceden nasiplenemedikleri yıldızlara nazire yapıp, beyazdan pamukları koyuyorlar yüreklerine. Yürek. Gönle dönüşebilmesi için, sevmek gerekmiş. Beşerisi, ilâhisi yokmuş bunun. Peki, hiç olmayacak olanı? Cevabını bilmediğim soru. Bir yazar, ışık zamanın su sesi diyor; asıl çözülmesi gerekenin var olmak değil yok olmak olduğunu “şifre” kelimesiyle anlatıyor. Sifr, sıfır, yok; hepsi aynı yere çıkıyor; hiç.

***

“…fakirâne bir kulübede, miskinâne bir hanede muzdarip ve inleyen bir halde bulunmak isterdim…”

Bu cümlede bin çiçek var aslında. “Lisân-ı Ezhâr” demişler adına. İşte o çiçeklerin manzarasıyla sevinebilen, râyihasıyla kendinden geçebilen; nihayetinde pervanenin derdine çare araması misali ışıkta erimeye razı, çare arayanın çaresini yine o çiçeklerde bulduğu renk cümbüşü. Ancak ruhların duyduğu bir koku. Çiçeklerin dili varmış, adına da “Gizli Lisân” demişler. “Bir çiçek ya güzel açmalı, ya güzel kokmalı” diyor Kumral Dede de.

***

Rengârenk gök. Gökte ay, insanın kalbiyle ilgili olan. Efsunlu gecenin içinde bir beyaz gonca, yüreği pâre pâre eden. Kamer. Hilâl olanı var, ismiyle müsemma. Kapkaranlık bir yuvarlağın aydınlığı bir yay. Karanlığı yürekte, rengi gönülde pinhân. Var olmak, hep güneşe bakanların derdiymiş ya, gözleri kamaştıran güneşe; ay ki gözlerin tutulmasına sebep, gönlü inceden yakan, yok olmak değil hiç olmamış olmayı dileten.

***

Neyzen Aziz Dede’nin Uşşak Saz Semâî’si var şimdi, buralara şifa. Buralar neresi? Gökte asılı bir süt damlası ile yerde yine beyazları hareli bir karlar ülkesi. Şaire “Gözkapaklarımı da yaktım” dedirten cinsten bir beyazlık. Kör eden. Neden diye başlayan silsilenin devamına eklenen sorulardan mürekkep; kim, neresinde, neler var, kaç zaman daha? Sonra bu üşüşenler kayboluyor, Refik Fersan’ın Hicaz Peşrev’ini duyuyorum. Sanki sırçadan kalelere misafirim. Kanadı sırmadan kuş, çam ağacına tünüyor; oturmuşum gölgesinde serinliyorum, dinleniyorum, verdiği kederi hiçbir şeye değişmeyeceğim hasret. Yedi ay önce kızıl-kehribar karışımı bir gün batımında, bir deniz kıyısında denize karşı edilen duaların kabulü.

***

İnsanın içinde hiç bilmediği bir gizli bahçe varmış. Kendi de bilmezmiş ya. Zamanın bir vaktinde, ilk defa hayalleri sorulduğunda, “hep bir yere varmak istediğini” kendine bile itiraf edememişken daha, o sorana söylediğinde açılırmış o bahçenin kapısı. Çünkü gecenin bir yarısı, bir gölün kenarında “rüzgâr mı denizden gelir yoksa dalgalar mı rüzgârı oluşturur”u sorandan başkasına söylenmezmiş bu. İnsanın kendinin bile bilmediği sırmış. Kelimeyi teslim etmeyi de teslim almayı da bilen olmak gerekmiş çünkü. Şarkıların rayihâlar getirdiği zamanlar bağışlanırmış o vakit. Bahar mı desem, Karadeniz’in ormanlarında yetişen ormangülleri; erguvan rengi biraz, pembeler, beyazlar… Sonra bir yola çıkarırmış. Uzun, hiç bitmeyecek, buselik saz semâî gelirmiş bir yandan kulağa. Yürürken, notaların arasında kâh hüzün, kâh keder. Eli ayağa dolaştıran. Anlam verilemeyen bir dinginlik, huzur, aidiyet. Varamasa da insana “bir aynam varmış bu dünyada” dedirten. Vakti geldiğinde uğurlanacak olan. Sırrına erilemeyen muamma.

***

Bir karakter olsam, kim olurdum diye çok düşündüm. Nihade ile Mansur var mesela. Mansur’un vesveselerinde kavrulmak yetmiyor; “Yanarak var olmayı kabullenmekle, sönerek yok olmak arasında yapılacak seçimden ibaretti bütün hikâye.” diye bir güzel okuyanı da yakıyor. Ya Zeyd? Şair’in kahramanı. Benim âşık olduğum Zeyd. Çöllerde beni de kavuran Zeyd. “Zaman eşiğimiz üzere aram olmuştur/Mesuduz ki bize sevmek haram olmuştur.” diye yüreğinden saçıyor kelimelerini. Onun da bir gururu var, bir de kavuşamadığı Sara. Başta sorduğum sorunun da cevabını veriyor bir yandan da.

Romandaki Nur olmayı diledim, ilk defa. Çok kişi var, çok fazla âşık olduğum, hayran olduğum; kafamın içinde dolaşıp duruyorlar; ama ilk defa Nur olmak istedim. “Kurtulmak için kurtarmak gerek” diyerek her şeyi bırakan Nur. Her daim arayışta olan, ama bir türlü bulamayan; en sonunda bambaşka bir kavuşma ile bulan. Benim için vuslat hiç olmayacak olan bu dünyada; tıpkı o “gül kokulu şafağa uyanmak”ın mümkün olamayacağı gibi. Bir bileklik, üç kitap, bir mektup, iki çay altlığı. Bunlarla birlikte teslim alınan onca kelime. Onca kelimeyle ne yapılır, tek başına nasıl yol alınır bilmiyorum; hep varmak istedim ya, varamayınca hep bir gölgeye sığınmak istiyor insan. Bir sese, bir ağaca; hiç olmaz ya denk geliyor bazen de bir kuşun kanadına. İnsan işte. Onlara da sığınmaktan ziyade “misafir” oluyor, olsa olsa. Misafirlik de kısa sürer ya. O yüzden yine Amelie’ye sığınmak gerek, deftere, Korsan Edebiyat’a. Yol uzun, yine kendi başına. Reşat Aysu’ya sığınarak başlamak en iyisi sanırım. Şimdilik.

Konuklarımızın diğer yazılarına da göz atabilirsiniz.

Bizleri instagram üzerinden de takip edebilirsiniz.

Lisân-ı Âyan

İlginizi Çekebilir

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir