Kızım Beni Parka Götürdü
  1. Anasayfa
  2. Öykü

Kızım Beni Parka Götürdü

Yazan: Özlem D. P.

0

Kızım Beni Parka Götürdü

“Anne, ‘Seninle parka gitmek çok güzel’ demiştin, hatırladın mı” dedi. İçime cennetin kokusu doldu. O an ölmek istedim biliyor musunuz? Ben zaten hep ölmek isterim de o gün daha çok istedim. Hani mutluluğum zirvedeyken, acaba daha ne var diye tırnaklarıma kattığım doyumsuzluktansa, verilenin şükrünü eda edeceğim o zamanda ulaşmak isterim Yaratıcı’ya. Saçma mı? Tut elinden çocuğu bir daha parka götür dersiniz belki. Ne güzel daha vaktin varken, daha çok yaşamak o anları, binlerce kez parka gitmeye bin birinciyi katmak neden olmasın ki değil mi? Ben de baktım ölmedim, e hadi gidelim, dedim.

Cümlemi nasıl da tutmuş kalbinde ve dökülüverdi diye düşünüyorum yolda. Bisikletle gidelim, dedim. Kasklarımızı taktık. İnsan hayal ederken bazen ettiğinin bile farkında olmuyor sanki. Şehrin tam da göbeğinde yirmi beş milyonun soluk alıp verdiği alanlarda yaşadık üç yıl. Hafta sonu yeşili görmeye dehlerdik arabamızı. Evlerinin önünde uzun çimen bölümlerinin olduğu, posta kutularının yol kenarında envaiçeşit renge büründüğü sokaklardan geçerdik. Büyük ağaçlar yolun tam ortasında kol kola girer, minik bir bulut olur korurdu bizi güneşten. Lesi diye bir köpek vardı dizinin birinin içinde, ben çok küçükken. Bütün temiz ve uzun tüylü köpekler Lesi’ydi benim için ve ona sahip olan herkes zengin. Sanki Lesi çıkıverecekti evlerin birinin kapısından ve arkasında da niye bilmem sarışın bir oğlan, annesi arkasında kapıdaki sütü alıyor. Bir başka sarı oğlan yolun kenarından bisikletiyle giderken gazeteyi fırlatıyor tam da paspasın üzerine, nazik bir inişle. Kiraladığımız bilmem kaçıncı arabanın, o yeni kokan garip kokusunu daha da içime çekercesine başımı yaslayıp öyle yavaş yavaş sindiriyorum hayatı içime. Üç beş yıl sonra yaşar mıyım böyle bir yerde diye hayal etmedim Allah biliyor. Zira ben şehir çocuğuyum, belki de sıkılıverirdim bu kasabalılıktan. İnsan, ummadıklarını yediği bir sofrada olduğunu unutuveriyor bazen…

“Anne, anne, sana diyorum, stop var” derken uyandım. Durduk. O sakinlikten çıkıp bizim kızın tam da yaşın getirdiği ve gerektirdiği coşkusuyla pedalladık parka. Ben sanki mor bisikletin kucağında değil de Lesi’nin sırtında evlere gazete atıyorum. İçim öyle kıpır, gökyüzü öylesine mavi ve bence güneş, biraz daha sevimli yüzünü gösteriyor zenginlere, yakmıyor. Ilık her şey… Hafif bir rüzgâr getiriyor kavanozdan birer kurabiye. Sonra herkes birbirine selam veriyor. Naber, falan diyorlar. Tanımasalar bile, merhaba diyorlar inanır mısınız bu kasabada insanlar? Ne garip değil mi? Göz göze gelirseniz, nasılsınız bugün diyecekler, bakın göreceksiniz deneyin. Komşunun garajı açılır açılmaz, kıvırcık beyaz bir köpek fırlıyor ayaklarımıza. Bizimkinin üstüne atlıyor, yüzünü yalıyor. Kahkaha atıyor herkes. “Biz de alalım” diyor. “Ben küçükken annem beni hep parka götürürdü, bütün köpekler benim yüzümü öperdi. Ben çok tatlıydım,” diye hikâyesini anlatmaya başlıyor. Dinliyorlar biliyor musunuz? Sadece dinlemiyorlar, üstelik soru da soruyorlar. “Ne renkti köpek hatırladın mı,” dedi biri mesela. Öbürü “hangi parka götürürdü annen,” diye sordu. Küçük oğlanları geldi, “kaç yaşındaydın o zaman,” dedi. İnsan değerli hissediyor. Çocuğuna değer verildiğine şahit oluyor. İnsan. Çok müstesna bir varlık. İnsan…

Sonra devam ediyoruz bisikletle. Biliyor musunuz park hemen evimizin arkasında. Okulun içinde. Bir tane de yolun karşısında var. Birinden sıkılınca diğerine gidiyoruz. Ben, kızımın bana aldığı termosa çay dolduruyorum. Koltuğumun altına da bir kitap sıkıştırıp gidiyorum çoğu zaman. Ancak okuduğum pek vaki değil. Sanki salıncakta küçük bir ben sallanıyor. Kıvırcık saçlarını iki yanından ayırmış annesi. Sarı… Kumral diyelim ya da… Sonra birden atlayıveriyor salıncaktan. Gücünü test etmeyi ne zaman öğreniyor acaba? Hatırlıyorum da beşinci sınıfta öğlenciydim. Eve beş dakikalık bir koşu mesafesindeydi park. Sabah 10 gibi gider 11’i 40 geçince gelirdim. Bir şeyler atıştırıp okula giderdim. İki salıncak ve onlarca kişi olurdu önümde. Demirden kaydırak, fırın tepsisi gibiydi. Etek giyene geçmiş olsun. Birer patates kızartmasına dönmüş olmalıydı çırpı bacakları. Bir de tahterevalli hatırlıyorum. Senden ağır biri gelince karşına nasıl da gülle gibi yere çakardı seni. Güneş, çok acımasızdı bizim parkta. Tam gözüne vurur, karnından çıkarırdı acısını. Ertesi günü kusmadığım bir yaz olmuş muydu? Sebep? Güneş çarpması. Ağaç keşfedilmemiş bir yeşillikti bizim sokakta. Yeşillik deyince maydanoz, yeşil soğan ve kıvırcık bilinirdi en çok. Ama ağaç değil! O sebepten fakir mahallenin güneş yüzlü çocukları çok hastalanırdık. Bakımsızlıktan değil de ağaçsızlıktandı hastalığımız. Ama kimse bilmezdi.

Kaskını çıkarınca, şapkasını almayı unuttuğum için içim biraz buruk. Onun da aklına gelsin istiyorum. Şapkasız çıkmayacağını artık öğrensin. Sonsuz bir zenginliğin içindeyiz aslında. Ya da kim neyle ölçüyor zenginliği bilmiyorum. Ama sanki çok zenginiz işte. Adını koyamadığım bin türlü zenginlik. Ağaçlarını saymadım parkın. Gölge kucağıma düşünce başımı yaslayıp serin serin uyuyasım var rüyalara…

Sitemizdeki diğer öykülere de göz atabilirsiniz.

Bizleri instagram üzerinden de takip edebilirsiniz. Kızım Beni Parka Götürdü öyküsü

Kızım Beni Parka Götürdü

İlginizi Çekebilir
Kahkaha ve Bina

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir