Sıradan Günün Güncesi – 2
  1. Anasayfa
  2. Öykü

Sıradan Günün Güncesi – 2

Yazan: Özlem D. P.

0

Sıradan Günün Güncesi – 2

Dolaba kaldırmıştım zaten bamyayı. Ohh, dedim arabayı çalıştırırken. Şimdi bağırtı, çağırtı istemiyorum ya eve gidince. Kızıma ve kocama sarılıp minik, çekirdek ailemle alakasız balık ve bamya ikilisini kare tabaklarımıza yerleştirmek istiyorum. Salata ortada. Beyaz sos altında, göbek salata, bir köşede domates dilimleri, öbür köşede avokado, diğerinde kırmızı biber ve öbüründe de mor lahana. Huzurla yenen akşam yemeğini birkaç hikâye kitabı okuyup duşla kapatmak niyetindeyim. Sonuçta sevap alırım amelim ne olursa olsun değil mi? Niyetlere göreydi ya hani? Allah’ım yardım et.

Anahtarı kapıya nazikçe değdirince, açıldı kapı salona. Kimsecikler yok. Şu kotu çıkarayım diyorum hemen ve mikrofiber krem koltuğa atıyorum kendimi, ayaklarım orta sehpada evet. Yastığa gerek yok bu sefer. Yattım mı, oturdum mu, uyudum mu, uyandım mı anlamadığım bir beş dakikaya kendimi attım. “Five Minutes Peace” diye bir çocuk kitabı var. Türkçe’ye de çevrilmiş. Hah, işte tam o huzuru enjekte ediyor bana koltuk ve sehpa iş birliği ederek. Aslında duygularımı sadece kitap isimleriyle anlatabilirim diye geçiriyorum aklımdan. Bu arada o kitap bütün dillere çevrilmeli. Evrendeki her dil o huzurun nasıl da biz kadınlardan beş dakikalığına bile olsa alındığını ve bizi anlayan birinin tutup yine bizim için yazmış olmasına şahitlik etmeli.

Çay doldurup geldim de. Ve birden hüpletince o dilim, hani nasıl desem işte Allah düşmanlarımın dilini hep öyle yapsın. O nasıl bir histir Ya Rabbim… Dil, hamur oldu sanki. Neyse mesela “Giving Tree” var. Hani “Cömert Ağaç” diye çevrildi. O ağaç anneden başka bir şey değil bence. Her şeyi veriyor. Sonunda elinde kalmayacağını bile bile. Sonra “The Very Hungry Caterpillar” Türkçesi ile “Aç Tırtıl”. Yani o annenin memesine yapışan bebeden başka kim olabilir ki? O kadar emiyor, gece emiyor, gündüz, misafirlikte, alışverişte. Ama hâlâ aç. Çok da yüklenmeyeyim yavrucaklara tamam. Kelebek oluyorlar, sonra biz koşuyoruz arkalarından elimizde bir tas çorbayla. Karma dedikleri ya da eden bulur gibi bir şey mi oluyor bu? Her anne maratona katılmalı ama…

“Havana” hâlâ çalıyor. Spotify’dan açtım susmuyor. Çayım biraz soğumuştur. Bizimkilerin sesi. İşte film kopacak demeden önceki ılık süt gibi yüzüme dökülen “anne” sesi ve kelebek öpücükleri. Sonra mutfağa yöneliş. Allah. Sen koru Ya Rabbim. Olayın gerçekleşmesi. Fasulyenin arzulanması. Tencerenin dolaptan çıkıp kapağının açılmasıyla yüzün buruşmasının sıcak bir karşılaşma yaşaması. Kuru fasulye de var, sözüyle tamam sözcüğünün her bir harfinin bala batırılıp pamuklarla harfe dönüştürülmesi işte o an. Allah’ım sana geliyorum. O kuru fasulye ve yoğurt yiyor, biz de bamya ve balıktan oluşan servis tabaklarını masaya yerleştiriyoruz. Olmasından korktuğum, evet bağırış çağırıştan korkuyorum. Bağıranlardan ve sonra vicdan denilen o köşeye kaç devenin oturduğunu hesap edemediğimden korkularımla O’na sığınıyorum ve o anla beni buluşturmadığı için şükrümü tarif edemem. O gün herkes yemeğini yiyip oyununu oynadı ve yedi-sekiz kitap okunup yatakta öpücük yağmuruna tutuldu. Tamam yedi-sekiz kitap okumak biraz baydı ama eşler de bugünler için var değil mi? Ya da henüz okumayı bilmediği için her sayfadan beşer değil de ikişer cümle okunarak bazı katakullilere gidilebilir. Anneye her şey mubah.

Şimdi annem okusa bunu, “Ana, evlattan korkmamalı” der. Tıpkı ona da komşusunun söylediği gibi zamanında. İstediği her şeyi yapıyorsun, poposuna dokunduruver terliği azıcık, der. Kendini çok yıpratıyorsun, bir gün gelecek unutacak bu yaptıklarını, herkes gidecek, tek başına o televizyona mahkûm olacaksın, der. Sen de perdelerini benim gibi çekmeyecek ve yoldan geçenleri izleyecek, laf atacak, tanımadığın birini görürsen çetelesini tutacaksın geçtiği saatlerin, diyecek. Belki de demeyecek. Torun sevgisi başka diyorlar. Ama annem dokunduracak bana biliyorum ve yine benim iyiliğim için dökülecek o sözler. Benim de diyeceklerim olacak ama susacağım. Sustukça daha çok uzayacak yollar. Oysa o benim “Çay koydum, hadi gel” cümlesinin mesafesinde olmam arzusundayken ben günlerin devraldığı, gecelerin-gündüzlerin yer değiştirdiği saat dilimlerindeyim. Beni yirmi beş yıl tanıdığı ve torunuyla sadece birkaç ay tanışıklığı olduğundan, beni hem kızı hem torunu olarak seviyor.

Ve acıyor bana. Evet acıyor bence. Bir de bize hiç söylemediği ve her annenin ne yaparsa yapsın taşıdığı ve üzerinden atamadığı vicdan azabı, hasreti acıya eviriyor. Hem benim korkularım gibi korkulara zamanında sahip olamamanın eksikliğinden hem annesizliğimin eksikliğinden hem de anneannesizliğinden kızımın. Şimdi olsaydı mesela burada ya da ben orada olsaydım. O kesin elinden tutar sokağın sonuna doğru gezdirirdi hem onu hem benim çocukluğumu. Saçlarını, tıpkı benimkileri tarayıp babaannemin eline tutuşturduğu gibi kendi eline tutuşturmamı beklerdi. Ben yine çayımı elime alıp balkona çıkardım. Yoldan geçen arabalardan güzel olanlarına atlar, bir şehrin kapısından girip korkularımı kilitlerdim oraya. O zaman acısı olduğunu bilmezdim annelerin. Bilsem kesin arabaya kilitleyip atardım denizin dibine. Varlığına şahit olmadığım bir duygunun elemini yaşamak niye ki deyip parmak arası terliklerimle maviliklerin bol olduğu köylere giderdim. Kafenin birinde kola içerdim buz gibi. Eve almıyoruz hiç değilse burada zevkimizi yaşayalım, derdim. Dondurma söylerdim. Vanilyalı ve damlasakızlı. Şekerli diye eve de almıyoruz ya hani. Allah’ım annemsizlik damarlarıma işlemiş olmalı ki. Annemle olduğumu, benim çocukluğumda olduğumu unutuyorum hep. Çünkü biz kolayı su diye içerdik. Ama yine de kızıma vermesin annem. Zaten o hep kızardı babama, kola yerine meyve alın, derdi. İşiyor çocuklar yatağa. Balkonda yünlü yataklar. Desenlerin dansı çarşaflarda bir Broadway Show gibi.

Kolam bitmiş, dondurmam bileklerimden dirseklerime akmış. Ben öyle elim çenemde balkonda mandalları sayıyorum. Renklerine göre ayırıyorum. Oysa faşist değilim. Ah bilinçaltı. Bazen ne kadar okusan da yaşasan da kanına işliyor. Yoldan bir adam geçiyor. Ya da kadın bilmiyorum. Herkes kafasını kaldırıyor. Ben de. İşte o zaman iğreniyorum kendimden. Bir kamyonun arkasına binip kendimi götürüyorum derin bir ormana. Kimsecikler yok. Sonsuza kadar insana muhtaç, kıvrım kıvrım burada yaşamayı diliyorum. Affedilmeyi değil bakın. Çünkü bilerek, bile isteye yapılanın affedilmesi de laubalilikmiş gibi geliyor bana. Bir zamanlar her şeyini vermiş o cömert ağaca yaslanmayı da ar sayıyorum. Öyle yol kenarında sığ bir uykudayım. Annem şeker vermesin yine de kızıma. Bizim için yaşadığı pişmanlıkları da yaşamasın. Ama yaşar biliyorum. Dese de, söz verse de hatta çok kızsa da hiç korkmasa da yaşar.

Zil çalıyor. Nilüfer Abla, “Gelsene kız ne yapıyorsun? Bizim kapının önünde oturalım,” diyor. Olur, diyorum. İnanır mısınız pijamalarımla iniyorum. O kadar özlemişim… Bakıyorum kimse yok. Parmaklarımın uçlarında bir ıslaklık. Elimle gözümü ovuşturuyorum. “Off yaa” diyorum. Banyoya gidip kızı yıkıyorum. Çarşafı değiştiriyorum. Anne diyorum. Anne, bana bunu niye yapıyorsun? Niye hep gelip, götürüp sonra bırakıyorsun? Neden? Bilmiyor musun hiçbir çocuk, hele de kızlar büyüyemiyorlar otuzlarını aşsalar da? Sen de otuzuna varamadan yitirdin anneni. Kaç kişi olmaya çalışıp beni kaça bölüyorsun anne?

Kahvaltıya doğru bir yolculuğa çıkıyoruz maaile. Evet, kahvaltıda da kuru fasulye yiyor. Evet hâlâ “Havana” dinliyorum.

Sitemizdeki diğer öykülere de göz atabilirsiniz. 

Bizleri instagram üzerinden de takip edebilirsiniz.

Sıradan Günün Güncesi – 2

İlginizi Çekebilir
Ağıt

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir