İnsanlığın Kalemiyle Yazmak
  1. Anasayfa
  2. Öykü
Trendlerdeki Yazı

İnsanlığın Kalemiyle Yazmak

“Bugüne kadar yaşamış insanların, şu an yaşayanlara ve ileride yaşayacaklara mirası var burada.”

0

İnsanlığın Kalemiyle Yazmak

Sekizinci doğum gününde babası Ayşe’ye ‘büsbüyük’ bir kitaplık yapmıştı. Kitaplığı yaptıktan sonra da onu kitaplarla doldurmuş ve Ayşe’den bir söz almıştı: Sadece boyunun yetiştiği yerdeki kitapları okuyacaktı. Kitaplığın büyüklüğünden gözü korkan ve yaşlanıp gözleri görmeyene kadar okusa da hepsini bitiremeyeceğini düşünen Ayşe, bu sözü duyar duymaz gözünü kitaplığın en tepesinde duran kalın kitaba dikmişti. O kitabın ne olduğunu öğrenmek her şeyden önemliydi artık.

Birkaç gün sonra babası işe gittiğinde çalışma masasını kitaplığın önüne kadar çekti ve üzerine çıkarak ulaştı o kitaba. Sonra da heyecanla karıştırmaya başladı sayfalarını. Ancak hayal kırıklığına uğradı. Bu bir kitap bile değil, bir defterdi. En arka sayfasında yazan bir adres dışında tüm sayfaları bomboş olan, çizgisiz bir defter… Hayal kırıklığıyla defteri eski yerine koyduktan ve ortalığı toparladıktan sonra bir vicdan azabı kapladı Ayşe’nin içini. Her şeyden çok sevdiği babasına bir söz vermiş ve sözünü tutmamıştı. Önce, babası işten gelince ona yaptığını anlatmayı düşündü. Ama babasının ona küsme ihtimali onu kararsız bıraktı ve bu konuyu babası eve geldiğinde düşünmeye karar verdi. O akşam babası eve gelmedi. Bir daha hiç gelmedi. Ayşe, kendisinin özel bir insan olmadığını ve ölümün onun da başına gelebileceğini anlayana kadar her akşam bekledi babasının işten dönüşünü. Sonra ise babasından kalan tek miras olan kitaplara sarıldı.

Artık hemen hemen en üst raflara yetişebildiği yaşlara geldiğinde kitapların çoğunu bitirmişti. Bir gün o en üst raftaki defter tekrar aklına geldi. Bu kez zor da olsa masa veya sandalye olmadan aldı defteri. Bir kez daha tek tek çevirdi sayfalarını. Yine en son sayfadaki adrese kadar hiçbir şey bulamadı. Adrese baktı. Evlerine çok yakın bir yer olmasa da oraya gitmeye karar verdi.

Adreste yazan yere vardığında büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Adresteki yer tek katlı, büyük, terk edilmiş bir depoydu. Kapısında bir zincir ve büyük bir kilit vardı. Elleri boş bir şekilde dönmek üzereyken gözü deponun camı olmayan penceresine gitti. Buradan içeri girebilirdi. Bu şekilde içeri girmenin pek mantıklı bir fikir olmadığını düşünse de onu oraya çeken bir şey vardı sanki. Hemen deponun yan tarafında bulunan çöp konteynerini pencerenin altına çekti ve üzerine çıktı. Aklına masanın üzerine çıkıp kitaplığın en üst rafına yetiştiği gün geldi. O an hiç büyümediğini düşünerek güldü kendine. Yine de bu durum, onu yapacağından vazgeçirmedi. Zor da olsa pencereden deponun içine girmeyi başardı.

Deponun içi dışarıdan göründüğünden çok daha büyüktü. Pencerelerden giren güneş ışığından başka bir ışık olmadığından koridorun sonu gözükmüyordu. Koridorun her iki tarafında sıralanmış bir sürü kapı vardı. Kapılar ve duvarlar aynı tondaki kırmızı renkle boyanmıştı. Kapılardan bazılarının üzerinde anlamsız kelimeler, bazılarında ise daha önce hiç görmediği semboller vardı. Sağ tarafındaki kapılardan birini açıp girdi içeri. Gördüğü karşısında şok oldu. Burası, içi fotoğraflarla dolu bir odaydı. Onu asıl şok eden ise tüm fotoğrafların kendi fotoğrafları olmasıydı. Doğduğu andan bugüne kadar bir sürü fotoğraf vardı orada. Bu fotoğrafların neredeyse tamamının çekildiğinden haberi yoktu. Sanki birisi onu gizlice takip ederek her anını fotoğraflamış gibiydi. Bu düşünce korkuttu onu. Ardından sağ kolunu kavrayan bir el hissedince çığlıkla birlikte soluna doğru sıçradı.

Hiç hareket etmeden öylece bakıyordu karşısındakine. Gözlerinde yaş vardı ama korku yoktu. Uzun bakışmanın ardından dudaklarından tek bir kelime çıktı: “Baba!” Ardından koşup sarıldı babasına. Uzun süre tek bir kelime etmeden sıkı sıkı sarıldılar.

Ayşe’nin yanağından süzülen gözyaşları babasının ceketinin omzunu sırılsıklam yapmıştı. Başını babasının omzundan hiç kaldırmadan “Keşke bu rüya hiç bitmese.” dedi.

“Bu bir rüya değil ki.” dedi babası.

“Bu imkânsız.” dedi Ayşe. Bunun bir rüya olduğuna emindi. “Sen…” dedi, ama gerisini söyleyemedi.

Gülümsedi babası. “Şu an bulunduğumuz yerin neresi olduğunu biliyor musun?”

“Eski bir depo sanırım.”

“Hayır. Burası senin zihnin…” Ayşe’nin bu cevap karşısındaki anlamsız bakışlarını gören babası “Gel.” dedi. Ayşe’nin elinden tuttu ve kapıdan dışarı çıktılar. Sonu yokmuş gibi duran koridorda ilerlemeye başladılar.

“Nereye gidiyoruz?” diye sordu Ayşe.

“Benim evime.”

“Nasıl yani, sen benim zihnimde mi yaşıyorsun?”

“Öyle sayılır.” dedi babası.

Uzun koridorda yürümeye devam ediyorlardı. Ayşe, burasının az önce içine girdiği depo olmadığından emindi artık. O deponun içinde bu uzunluktaki bir koridorun ve bu kadar çok odanın olması imkânsızdı. Uzun bir yürüyüşün ardından iki yanı kapılarla dolu bu upuzun koridorun sonuna geldiler. Koridorun sonunda diğer kapılardan daha büyük, çift kanatlı, mor bir kapı vardı. Babası, kapının iki kanadını tuttu ve açtı iki yana doğru. Kapının açılmasıyla parlak bir güneş ışığı doldu içeri. Ani gelen bu ışıktan rahatsız olan Ayşe, gözlerini kapatıp kolunu da gözlerinin önüne siper etti. Ardından yavaş yavaş açtı gözlerini. Çimenlerin yeşili, çiçeklerin canlı renkleri, uçuşan kelebekler, kuşlar… Buradaki her şey şimdiye kadar gördüklerinden çok daha güzeldi. İçine çektiği oksijen bile şimdiye kadar hiç hissetmediği bir enerji veriyordu sanki. Kapıdan içeri adımlarını attılar. “Burası da mı benim zihnimin içi?” diye sordu Ayşe.

“Aslında burası, tüm insanların zihnine ait.” dedi babası. “Her zihnin buraya açılan bir kapısı var.”

“Peki burada ne var?”

“Tüm insanlık. Bugüne kadar yaşamış tüm insanların tecrübeleri, düşünceleri… Bugüne kadar yaşamış insanların, şu an yaşayanlara ve ileride yaşayacaklara mirası var burada.” Karşıdaki ağaçlardan birinin üzerinde uyumakta olan adamı gösterdi. “Bak, şu adamı gördün mü?”

Adam üzerine giymiş olduğu hayvan kürküyle, birbirine dolaşmış uzun saçı ve sakalıyla çizgi filmlerdeki mağara adamlarına benziyordu. “Evet, gördüm.” dedi. “Neden ağacın üzerinde uyuyor ki?”

“Küçükken bir gece heyecanla gelip bizi uyandırmıştın hatırlıyor musun? Yataktan düşüyormuş gibi hissedip birden uyandığını ama aslında düşmediğini söylemiştin.”

“Evet, hatırlıyorum. Arkadaşlarımın da başına geldiğini duyduğumda çok şaşırmıştım.”

“O ağacın üzerinde uyuyan adam, bizden binlerce yıl önce yaşamış biri. O ve onun döneminde yaşamış insanlardan bazıları, uyurken vahşi hayvanların saldırılarından korunmak için ağaçların üzerinde uyurlarmış. Ağaçtan düşme endişesiyle geçermiş uykuları. Tabii bazen de ağaçlardan düşerlermiş. İşte senin uyurken hissettiğin o düşme hissi, aslında bu insanlardan sana kalan bir miras. Onlar bu olayı uykularında yaşadıkları için sen de uykunda hissediyorsun. Daha önce hiç yüksek bir yerden düşmemiş olsan bile, bu insanlar sayesinde bunun nasıl bir his olduğunu biliyorsun.”

“Yani bu kadar insan sadece bunun için mi burada?”

“Sadece o değil. Daha birçok tecrübeleri var zihninde. Mesela kalabalık bir ortama girdiğinde oturmak için hep duvar kenarlarını seçme nedenin de bu insanlar. Mağarada yaşayanlar, hep mağaranın duvar dibinde dururlarmış olası bir vahşi hayvan saldırısında ortada kalmamak ve en azından bir yanlarını güvende tutmak için. Bugünkü insanlar da onlardan kalan bu miras yüzünden duvar kenarlarında oturmayı tercih ediyorlar. Çünkü farkında olmasalar da kendilerini güvende hissediyorlar.”

Tepeden aşağı doğru inmeye başladılar. İleride büyük bir köy gözüktü. “Orası neresi?” diye sordu Ayşe.

“Benim köyüm. Evim işte orada.” dedi babası.

Yolun uzunluğunun verdiği yorgunlukla beraber yavaş adımlarla girdiler köye. Burası çok farklı dönemlere ait oldukları belli olan birbiriyle alakasız evlerle doluydu. Bir ev kerpiçten yapılmışken diğeri ağaç dallarından, bir diğeri ise betondandı.

Köyün meydanına geldiklerinde büyük bir çeşme gördü Ayşe. Çeşmenin önünde de tıpkı evler gibi farklı dönemlerde yaşamış oldukları giyimlerinden anlaşılan insanlar, ellerinde sabunlarla sıra olmuşlardı. Rönesans tablosundan çıkmış gibi giyinmiş bir kadın, bu sıranın en önünde ellerini yıkıyordu. Hemen onun arkasında da giyimi günümüze yakın duran bir başka kadın, başındaki ilginç şapkasıyla sivri burunlu bir adam ve daha birkaç kişi sıralarını bekliyorlardı. Ayşe sordu: “Bunlar kim?”

“Fareleri sever misin?”

“Tam tersine iğrenirim.” dedi Ayşe.

“İşte bunlar, kendi yaşadıkları dönemlerde farelerin yaydığı hastalıklar yüzünden sevdiklerini ve kendi hayatlarını kaybetmiş insanlar. Yaşamlarının bir kısmında farelerle adeta savaşmış ve bir sürü kayıp vermişler. Bugün birçok insan, fareyle ilgili hiç kötü bir geçmişi olmasa da bu insanların farelere karşı nefretlerini, iğrenmelerini ve korkularını taşır. Bu yüzden çoğu insan fareleri sevmez.”

Babasının anlattıkları oldukça ilginç olsa da Ayşe’nin aklında farklı bir soru vardı: “Ben burada, senin yanında kalabilir miyim?”

“Üzgünüm kızım.” dedi babası. “Buraya gelebilmen için başından sonuna bir ömür geçirmen gerekir.”

“Peki, sen tekrar bizim yanımıza dönebilir misin? Hem annem de çok özledi seni…” Bu sorunun cevabını bilse de babasından ayrılmak istemiyordu Ayşe.

“İki durumun da mümkün olmadığını sen de biliyorsun. Hatta bu ziyaretin bile tekrar olması mümkün değil.” Gözleri doldu Ayşe’nin. Babası cebinden bir kalem çıkarıp ona uzattı. “Al bunu. Beni özlediğin zaman oturup yazmayı, düşünmeyi dene. O zamanlar yanında olacağım senin. Beni göremesen de zihninin içindeki odalarda dolaşıyor olacağım.”

Ayşe, kalemi alıp cebine koydu ve ardından sıkı sıkı sarıldı babasına. Sürekli bu kadar güçlü sarılırsa onları kimse ayıramazdı…

Gözlerinin içi o kadar çok yaşla dolmuştu ki artık hiçbir şey göremiyordu. Sarılmayı bırakmak istemediğinden başını kollarına doğru götürüp sildi gözyaşlarını. Gördüğü ilk şey babası değil, kollarının arasında sıkı sıkı sarıldığı yastığı oldu. Bulunduğu yer de kendi odasıydı. Her şeyin bir rüya olduğunu düşündü, cebinden babasının verdiği kalemi çıkarana kadar…

O günden sonra Ayşe, pek çok kez o deponun olduğu yere gitti. Ama her gittiğinde depoyla değil de boş ve bakımsız bir bahçeyle karşılaştı. Adresi yanlış hatırladığını düşünüp deftere baktığında ise defterde adresi bulamadı.

Ayşe şimdi masasına oturmuş, önüne o kalın defterin ilk sayfasını açmış, babasının verdiği kalemle bir şeyler yazmaya çalışıyordu. Yazacaklarını düşünürken babasının, zihninin içinde gezindiği ve onun yanında olduğu hissi onu mutlu ediyordu. Deftere henüz bir cümle yazabilmişti: “Aslında hepimiz, kendi düşüncelerimizi insanlığın kalemiyle yazarız…”

Öykü: İnsanlığın Kalemiyle Yazmak

Yazarın (Emre Akkol) diğer yazılarına da göz atabilirsiniz. İnsanlığın Kalemiyle Yazmak

İnstagram hesabımızı da takip edebilirsiniz. İnsanlığın Kalemiyle Yazmak

İnsanlığın Kalemiyle Yazmak

24 Ekim 1994 Bursa doğumluyum. Cumhuriyet Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik mezunuyum.

Yazarın Profili
İlginizi Çekebilir

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir