0

İnsan DüşününceDeneme: İnsan Düşününce

Bir kitap okudum. Aynı kitaptan uyarlanan bir film izledim. Takip etmekte olduğum bir dizi var. Kitabın adı “Kirpinin Zarafeti”, filmin adı “Yaşamaya Değer” ve dizinin adı “Hercai”. İnsan okuyunca, izleyince, düşününce işin içinden çıkamayabiliyor, içi acıyor.

Kitap; felsefeden, edebiyattan, resimden, müzikten anlayan bir kapıcı kadın ile dünyada kalmak için bir anlam arayışında olan bir küçük kızın hayatlarını konu ediniyor. Kitap, insanın yaşam koşusunda, koşuyu sürdürebilmesi için bilmeye; yani felsefeye, edebiyata; sanata nasıl ihtiyaç duyduğuna; dünyada kalmak için en sahici anlamın, bilmek olduğuna çok etkili değiniyor. Filmi kitaptan bağımsız izlediğinizde bakmak ve görmek arsındaki ince ayrımı, sevginin kutsallığını, bir çocuğun gözünden büyüklerin nereye, nasıl, ne için koştuklarını anlamlı kılmayı okuyabiliyorsunuz. Ancak kitabı okuyup filmi izledikten sonra filmde, kapıcı kadının sadece görsellikle ya da sadece senaryoda yazıldığı rolü kadarıyla kitaptaki kadar etkili ele alınamadığını görüyorsunuz. Bence kadının felsefi, edebi düşünceleri, özellikle sanat tanımı daha detaylı ele alınabilirmiş ve küçük kız Paloma’nın da derin düşüncelerine daha çok yer verilebilirmiş.

Diziye de değinecek olursam; Midyat’ta geçen, Şadoğlu ve Aslanbey ailelerinin geçmişlerine dayanan bir intikam hikâyesi. Bu intikamdan doğan bir aşk var. Kahramanların hepsi aşk, intikam, kaygı konularında ayrı bir çıkmazın içerisindeler. Aynı zamanda bir kitap uyarlaması o da. Kitabı henüz okumadım ama diziyi beğendiğimi söyleyebilirim. Gerçi yörenin kültürünü yanlış aksettirdiğine dair yorumlar da okudum ancak genel olarak yorumlayınca benzeri hikâyelerin topraklarımızda illa ki yaşanmış yahut yaşanmakta olduğunun bilincindeyim. Pek de masum olmayan hikâyelere; gelenek, töre adını almış bir takım masum olmayan gerçeklere sahip olduğumuzu yadsıyamayız diye düşünüyorum. Bu sebeple olumsuz yorumları ciddiye almadım. Hak verirsiniz ki hikâyelerin, romanların, senaryoların anlattıkları, yaşamın kurgularla tatlandırılmaya çalışılan acı gerçekleridir. Böyle hikâyelerde kızdığım, hikâyelerin kendileri değil; yapımcılar, yönetmenler, senaristler ve izleyiciler tarafından olayların zaman içinde normalleştirilmesidir. Kurguyla kendimizi kandırmaya bayılıyoruz. Hep daha çok kazanmak algımız da cabası… Zamanla, hikâyenin özünün kaybolması tehlikesini taşıyor bu iki durum. Bence sektörde ve izleyiciler olarak kendimizde eleştirmemiz gereken asıl konu budur. Hercai’nin henüz özünü kaybetmiş olduğunu düşünmüyorum ve kurgularca dallanıp budaklanıp, uzamamasını temenni ediyorum.

Velhasıl bu izlediklerim, okuduklarım bana Antoine de Saint Exupéry’nin bir sözünü düşündürdü. Saint-Exupéry, “İnsanların Dünyası” isimli kitabında “Ne için koştuğumuzu unutuyoruz. Koşu bir yerde amacını geride bırakıyor ve bu her zaman böyle olmuştur.” yazıyor. Ben de soruyorum kendi kendime: Ne için koşuyoruz? Birkaç aydır biricik uğraşım bir Drama Atölyesi düzenlemek. Drama yöntemi ile Küçük Prens okuması yapmayı arzuluyorum. Aslında Prens’i bahane ederek Saint-Exupéry’yi konu edinmek, insanlarla onun hakkında konuşmak istiyorum. O, insanı çok gerçek anlatıyor. İnsanı tanımak için koşuyorum ben. Anlamak, anlatmak için… Böylece topluluklara; var olmaya bir değer atfetmek için koşuyorum. Hercai dizisini izlerken daha derin düşünme imkânım oldu ki, evet, herkes bir amaç uğruna koşuyor. Herkesin sebebi başka ve esasında herkes haklı! Çünkü herkesinki, yaşamak mücadelesi! Reyyan yıkılan hayallerinin, onu daha da yıkan hayal kırıklarının kuşattığı dünyasından kurtulmak için koşuyor. Miran, yüreğini, henüz yıllarca kandırılıp kandırılmadığının bile bilincinde olmadan, bir intikam inancına en az Reyyan kadar kurban edilişinin sancısından kurtarmak için koşuyor. Bir de üzerine, koştuğu, koşacağı yolları karıştırıyor: Âşık oluyor çünkü. Paloma, var olan bir yapının nasıl bozulacağını sorgularken, bozmaya uğraşmaktan ziyade aldığı inşa etmek kararıyla koşusunu sürdürüyor. Dahası, insanlar kin kusmak, öfke saçmak, öç almak, bedel ödemek, doğaya-kendinden daha zayıf gördüğüne hükmetmek; ekmek parası kazanmak, her ay gerekli ödemelerin altında kalmamak, daha çok kazanmak, daha çok harcamak; okumak, iş bulmak; sağlıkla, keyifle hayatta kalmak; farkında olmak, fark ettirmek için koşuyorlar. Bütün bu koşu sürecinde mutlaka başkalarına dokunuyorlar. Çünkü insanlar birbirlerinden bağımsız yaratıklar değiller. Çünkü eylemlerimiz, biz bilincinde olsak da olmasak da etkileşim halindeler. Düşünün, işte ben de bütün bilincimle, birilerine dokunabilmek için, “Durun! Uğrunda-peşinden koştuğunuz ne varsa bir durun! Gelin, birlikte Küçük Prens okuyalım, Exupéry’den konuşalım!” diyorum. Bunun için koşuyorum. Aslında sadece Exupery’den de değil; insandan, insanı konu edinen herkesten ve her şeyden konuşalım diye koşuyorum. Nasıl makineleştiğimizden; mekanikleştikçe nasıl duyarsızlaştığımızdan; değerlerin, kavramların içlerinin ne ara boşaltılıp yalnızca su üzerinde ruhsuz birer cisimcik halini aldıklarından; aklı nasıl yitirdiğimizden; vicdanı nasıl körelttiğimizden; gözlerimizi ne ile perdelediğimizden; nasıl yavaş yavaş yaşamdan koptuğumuzdan, oysa yaşama bağlı, yaşamdan sorumlu olduğumuzdan konuşalım diye koşuyorum. Bir durup, soluklanıp, koşunun asıl amacını hatırlamak, hatırlatmak için koşuyorum. İşte, Reyyan’ın durmadan ağlayan gözlerine bakarken içim acıyarak sordum kendime: Neden dursunlar ki? Neden dursun ki Reyyan? Misal, gelse Aslanbeylerin Hanımı, “Sen bir dur, Ece!” dese, “Bizim görülecek bir hesabımız var, ona koşuyoruz biz!” dese, ben durur muyum? Ben neden durayım? Bu, tek bir örnek yalnızca! Hepimizin sebebi başka koşmak için ve hepimiz haklıyız ne de olsa. İşte, kirpinin zarafeti de tam bu noktada fark ettiriyor kendini! Hep koşmak, haklı olduğunu sanmak yetmiyor. Durmak gerekiyor. “Nereye?”diye bir sormak gerekiyor.

“İnsan bilincinin doğası nedir? Dünya hakkında ne biliyoruz?” sorularını soruyor kitap. Doğrusu, “Fenomenoloji” soruyor bu soruları. Biz de az önce “Nereye?” diye sorduk hani! Bence bilinmezliğe, bilinçsizce koşuyoruz. Yok, bu telafi edilemez bir hata, affı olmayacak bir günah değil! Bize nasıl öğretildiyse, biz nasıl öğrendiysek öyle, onun için koşuyoruz çünkü. Misal, bir kapıcı… Ona sadece apartmanı temiz tutmayı, apartman sakinlerinin ayak işlerini görmeyi, apartmana dair her işten arta kalan zamanındaysa, köşesine çekilip ucu ucuna denk aylığını yaşamak mücadelesinde nelere, nasıl pay edeceğini öğretmişlerdir. Bu sebeple sadece bu kadardır, o kapıcı! Bir kapıcı, sadece tek bir örnek… Oysa insanlar bilinçli yaratıklardır. Her öğretilene boyun eğmeme hakkına sahip oluşları da bundandır. “Peki ya bunca haksızlık, bunca mağduriyet nedir?” diye sorarsınız, bunun da tek cevabı bilincin doğasını bilmediğimizdir. Algılarımız, tecrübelerimiz… Dünya bize öğretilenden daha fazlasıdır. Kendi küçük dünyalarımızda gerekli olan, buna ikna olmamız ve daha çok sorgulamamızdır. Hepimiz kendimizin “Michel Renée” gibi bir kapıcısı olabiliriz. Zaten o zaman, onun da kendi içine kapanmasına gerek kalmaz. Bilincin peşine düşen bir kapıcıdır Michel Renée. Yok, bilinci tanımlayan değil, bilinci sorgulayan biri. Descartes okumuş, sıkı bir Kant hayranı ve kendi düşünceleriyle Husserl’e kafa tutabilecek biriyken susan, içine kapanan biri. Çünkü o bir kapıcı, bütün kapıcılar gibi! Daha önce, kapıcısı olan bir apartmanda oturmuştum. Üzülerek itiraf ediyorum ki, bizim kapıcımız bu isimleri telaffuz edebilecek biri bile değildi. Ona öğretilmemesi onun hatası değil, ama onun bir kere bile öğrenmeyi akıl etmemiş olması onun hatası. Çünkü insan doğasında var olan bir gerçektir akıl ve sorgulama. Biz kendimizin dahi ne olduğunu bilmiyoruz. Kendi doğamızın, sınırlarımızın bilincinde değiliz. Bu yüzden suçluyuz. Bunun ilgiyle, hobiyle, maddi-manevi imkânlarla ilgisi yok. Var olmak için varlığı bilmemiz şart. Bunun için de sorgulamak gerekli. Kant okumak, Descartes okumak, Husserl’i tanımak, onları anlamak, onları kabullenmek ya da onların kabullendiklerinin üzerine başkalarını katmak zorundayız. Aksi takdirde Paloma’nın sözünü ettiği gibi, kavanozun dibindeki kırmızı balıktan farksız oluruz. O zaman nerede akıl? Nerede bilinç? Nerede irade? Var olmak; beşeri ihtiyaçlardan daha yüksek bir gaye olmalı! Gerçekten sadece yemek, içmek, gezmek, eğlenmek, para kazanmak, para harcamak, birileriyle yarış halinde olmak, öç almak, bedel ödemek; hep aynı döngüde, varlık mücadelesi verdiğimizi sanmak mıdır yaşamak? Değildir. O halde, ne için, nereye koşuyoruz? Durup bir sorgulamalı ve koşunun asıl amacını hatırlamalıyız. Ona göre bir yol belirlemeliyiz kendimize. Hepimiz içimizi, kirpideki zarafetle doldurmalı ve sonra birbirimize sunmalıyız. Hepimiz başarırsak bunu… O zaman…

Haklı! Michel Renée kabuğuna çekilmekte haklı! Ne kadar çok konuşacak şeyi varken mevcut dünya sadece susmaya sürüklüyor kimisini. Hayatları boyunca susmaya… İnsanın, insanı tanımlamada başarısız olduğu bir dünyada Michel Renée’ler sessiz gibi görünen, devasa gürültülerle koşuyorlar ölüme. Kirpinin zarafetiyle doldurabilirsek içimizi, işte, belki o zaman, işitebiliriz bazı sessizliklerin doğurduğu gürültüleri!

Ne için koşmalıyız, biliyor musunuz? Bilinçle başkalarına dokunabilmek; birilerini iyileştirebilmek; çünkü kendimizi iyileştirebilmek için… Nereye koşmalıyız, biliyor musunuz? İnşa edebileceğimiz yeni dünyalara; sonsuzluğa… Koşunun asıl amacı ne, biliyor musunuz? Varlığı anlamlı kılmak; yani, koşuyu sorgulamak…

Bir kitap okudum: Adı, “Kirpinin Zarafeti”. Siz de mutlaka okuyun! Aynı kitaptan uyarlanan bir film izledim: Adı, “Yaşamaya Değer” ve bir dizi izliyorum: Adı, “Hercai”. Dilerseniz siz de izleyin! İnsan okuyunca, izleyince, düşününce işin içinden çıkamayabiliyor, içi acıyor.

Yazarın (eceeskiköy) diğer yazılarına da göz atabilirsiniz. (İnsan Düşününce)

Bizleri instagram üzerinden de takip edebilirsiniz. (İnsan Düşününce)

Yazar-Çevirmen Fransızca Öğretmeni

Yazarın Profili
İlginizi Çekebilir
on (atatürk)

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir