Haziran Sabahı
  1. Anasayfa
  2. Öykü

Haziran Sabahı

Yazan: Murat Geçimsiz

0

Haziran Sabahı

Her seferinde ‘ben demiştim’ diyen kemirgen iç sesim, evet haklısın yine! Ruhum bedenden ayrılsın istiyordum. Uçucu bir sıvının kendini havaya bırakışı gibi sonsuz bir teslimiyet duygusuna kapılmak… Hayır, ölmek değil! Kabuk bırakmak da değil; aramaktan usanılmış bir ‘şey’in ikamesinin yitirilme korkusu öylesine derin ki; ancak kendimi bu dağ gibi kir birikintilerinin üzerinde daha fazla yükselterek var edebilirim. Ürkütücü gece sesleri arasında parmaklarım modern bir yazı makinesine tuşlar; gözlerim ekranda beliren, biriken, dijital harflere bakmaya tenezzül dahi etmezken artık; ağzımda arpa tadı, ben geride kalmış ve daha da geriye düşürülmesi, unutulması gerektiği anlaşılmış uzak bir gecenin hayalini parmaklarımla dijital ekranımda beliren harflerin arasına yerleştirmeye çalışıyorum. Gülünç müyüm? Belki bir adım kalır; ağız tadı gibi, yağmurlu bir sayfiye sabahında horoz ötüşleri, sigara dumanı; ıslanmış bir gece ardı… Unutulası bir yaşanmışlık ve ben ‘yok’sananım, ki eğer öyleyse; yani bir şekilde öylesine itelenmeye değer görülmüşsem; dahası anımsananlar lateks kaplı ve de vıcık vıcıkken; şehvetli bir şeytanın kırmızı boynuzlarının hangisine oturacağına kararsız vizitesi ödenmiş bir fahişe gibi ürkekçe sıvışkan olunası bir durumda; ben hala aynı üşümeyi hissediyorsam; aşağılanan bir vodvil kahramanından daha gülünç değil de neyim? Ama yok, benim çok daha fazla betonsu unutulmuşluklarım oldu; hala gıcırtılı, mekanik kâbuslarla bölünen uykuların; soğumuş çorbaların, yağlı yemeklerin, lapa pilavların, bezelye ve barbunyanın damağıma geçmeyen tadı vurur… Üstüme çullananlarım, boğazımdan sıkanlarım varken bitimsiz gecelerimde, böyle küçükken büyüyüveren ikamelere gereksinimim var. Teslimiyetteki o derin rahatlık; sınırları belirlenmiş bir evrende nerede duracağını bilmek ve bundan hoşnut olmak; İzlanda’da olmak gibi; tekerrürün verdiği emniyet hissini lateks kaplı, vıcık vıcık plastik ikamelerden yeğ tutabilen o mazbut iç huzuruna erişmiş olabilmek; dik başlı ergen ruhu aynı geçen günlerin beklentisiz yarınında dizginleyebilmek; aşkınlık mı? Kabul etmek; küçücük, nemli bir mutfağın kırıntılarıyla yetinen bir böcek olabilmek; ‘kendi’ olabilmek, ne demekse! Her şey daha öncesinde belirlenmiş, roller ve görevler paylaştırılmış ve ‘kendi olma’ denen şeyin nasıl olacağı, yani nasıl bir ‘kendi’ olacağım kafama vura vura söyleniyorken ne demekse kendi olmak! Bana daha fazla bilet lazım. Daha fazla otobüs, yol ve yüz lazım öte yandan. Daha plastik duyguları daha elastik insanlara atfetmem ardından koyu bir duman bulutunun üstünde kendimden geçmem lazım. Daha akışkan olmam, unutmam; pislikle arınmam, yüzümü çamurla yıkamam; ilahlara ulaşmak için iblislerle söyleşmem lazım gibi oysa. Hayır, ölmek değil, en azından şimdilik, sıcak bir Ege gecesinde ya da serin bir Ankara sabahında da değil; kabuk bırakmak da değil; kabuğunu sırtında taşıyan yorgun, tembel bir kaplumbağa gibi geride kalmak da değil; su dudağıma serince değerken sigaranın dumanı boğazımı tatlıca yakarken de değil; ölmek değil, evet değil!

Uykusuz bir sayfiye sabahında, güneyde, orada; kulaklarımda çiseleyen yağmur, bekliyorum… Son bulmasını, unutulmayı ve başlamayı bekliyorum; bir nokta gibi küçük ve üzerinde durulmayan; bitimli. Döşeme tahtalarının arasına girmek, küçük yeni dünyalar keşfetmek istiyorum; orada, karanlık ve nemli dünyalar, kimsenin bilmediği, sadece benim olabilecek farkına varılmamışlıklar; orada duran, habersiz ve sessiz, kendi halinde soluyan, var olan bir dünya keşfetmek, sonra o dünya olmak istiyorum; ‘ben buradayım’ demeyen bir dünya… Saçma… Oysa evet ‘ben demiştim’ diyor yine; horoz ötüşleri yağmurun sesini bastırır gibi oluyor bir ara. Ne garip diye düşünüyorum. İnsan olmak garip bir şey. Bu haziran başlangıcında; bahar sonunda, burada olmak ne garip… Döşeme tahtalarının arasında küçük yeni dünyalar keşfetmeyi istemek garip… Kafamın içinde, iblislere ait fısıltılarmışçasına dönüp dolaşan böylesi ödünçlenmiş düşünceler, alıntı sözler ve ikame duygular benim değil. ‘Kendi olmak’… Garip işte! Kim kendisi olabilmiştir ki, her şeyden, herkesten o kadar çok varken; herkes ve her şey birbirine bu denli benziyorken; kim ‘kendi olabilecek denli’ farklılaşabilir! Bu haziran sabahı işte; içeride biri uyuyor ve ben döşeme tahtalarının arasında, yeni, küçük dünyalar arayarak kendim olmaya çalışıyorum.

Horoz ötüşleri diner gibi oluyor artık, yükselen güneş tepemdeki asmanın yapraklarında ışık oyunları yapmaya başlamışken uzak, neşeli kuş sesleri duymaya başlıyorum. Sabahın yeniden var olabilmeyi vaat eden bu ilk saatlerinde; karanlığın son gölgeleri de artık silinmişken kuş sesleri bende umut uyandırmazdı hiç. Karanlık şefkat doluydu oysa. Ben onun en dip, en zifiri noktasında sonsuzluğun bilinmezliğini; hayallerin çeşitliliğini keşfetmiştim ne de olsa. Evet, o beklentisiz koyu karanlığıma alışmış; onunla birlikte nasıl yaşanacağını öğrenmiş; onun sonsuz olasılıklar evreninde, o meçhul varoluş noktasında hiçbir şey beklemeden hayal kurabilmeye, hiçbir şey beklemeden oyalanmaya, avunmaya alışmıştım. Bütünleşmiştim ben o karanlıkla! Fakat fanusumun hemen bir duvar dışında, başka- renkli bir dünya olduğunu duyuran ayartıcı o küstah kuş sesleri… Küçük kıyamet duyurucuları… Ama olsundu, kıyam ayağa kalkmak demekti; anımsadım. Sahi ben o fanusun duvarındaki hangi çatlaktan sızmıştım da şimdi güneyde uçucu zevklerin peşinde; çok eski zamanlardan kalma tanrıların harabe tapınaklarının sunağında kimi kurban etmekteydim? Döşeme tahtalarının arasındaki karanlıklara daha yakından baktım; öyle ki zamanla baktığım şey bulanıklaşıp anlamsız bir görüntü haline geldi; aklıma gözlerimizi iki baş parmağımızın sırtına bastırıp bir kaleydoskoptan bakarcasına kendi karanlık dünyalarımızda rengarenk, bulanık görüntüler izlediğimiz günler geldi. Öyle değil miydi? Bayram ya da Mehmet’ti o çocuğun adı;  pek arkadaşı yoktu; dışarıdan gelmişti; memur çocuğu gibi bir şey olsa gerekti; ceza olarak yanına oturtmuştu beni öğretmen; ‘Bak’, demişti ciddi bir sır verir gibi, dersin bir arasında ‘gözlerini böyle eline bastırırsan çok harika oluyor’. Dediğini yaptım. Önce karanlık büzüştü, ateşten küreler halinde gözbebeklerim belirdi; sonra iç içe dönüp duran halkalar, siyah beyaz mozaikler ve daha neler neler… Bana, ilk Bayram ya da Mehmet’ti belki karanlıkta oyunlar oynayıp avunmayı öğreten… ‘Boşluk’un beni içine çekmeye başladığını hissettim. Boş boş bakan insanların aslında neye baktıklarını ben ta o ilkokul sıralarından biliyordum. Boşluk döşeme tahtalarının arasında vücut bulmuş; gözlerini gözlerime dikmiş beni çağırıyordu: Hayır, ben ayağa kalktım. Başım dönerken; ‘başımın döndüğünü hissedebilmek güzel’ diye geçirdim içinden. Başım dönüyordu;  yükselen güneşle birlikte insan kımıltılarının ısısı havaya yayılır olmuştu;  tenimde milyarlarca insanın ter kokusunu hissettim. “Hayır!” dedim, “Hayır istediğim şey ölmek değil!” Güneş yükselmişken, terleyebiliyorken, anımsayabiliyorken; hissedebiliyorken; şimdi değil!

Sitemizdeki diğer öykülere de göz atabilirsiniz. 

Bizleri instagram üzerinden de takip edebilirsiniz.

Haziran Sabahı

İlginizi Çekebilir

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir