Gidemeyen Olmak
  1. Anasayfa
  2. Anı
Trendlerdeki Yazı

Gidemeyen Olmak

Bir Yol Hikâyesi-2

0

Gidemeyen Olmak

Aslında sırmadan kanatları olan bir kuşun ölümünü anlatacaktım. Ama bu hafta sonu öyle bir “gidemedim” ki, bu bölümün kalanını yazmam için bana yukarılardan bir yerlerden gelen bir işareti ciddiye almayı tercih ederek, ikinci bölümü yazmaya karar verdim. Yarım kalmışlıkları da sevmem, o ayrı…

***

‘Gidemediğin yer senin değildir’ diyen canım valim, kim bilir ne çileler seni bu cümleyi kurmaya itti? Benim için gidemeyen olmanın çok uzun ve çetrefilli yolları var. En son gidemediğim, bir doktora bursu başvurusunun reddi ile Minnesota Üniversitesi’ydi. Bir güncelleme ile bunu ‘memleketim’ diye değiştirelim de hikâyesini yazmak için bahanemiz olsun.

***

Nerden başlasak?

Gitmekten…

Her daim insana iyi gelen, en kötü ihtimal tebdil-i mekânı sağladığı için kafa içine de ferahlık veren eylem. İnsan bir kere istesin yeter ki, kim durdurabilir? O meşhur “Babam ve Oğlum” sahnesi geliyor akla, tıpkı eylemin kendisi gibi gülerken ağlatır seni. Huzurlusundur ama bir yanında burukluk; mutlusundur ama bir yanında hüzün… Böyle karmaşıklıkları çekebilecek kadar ruhu yaşlanmamışlara hitap eder zaten. Herkesin cesaret edemediğidir ne de olsa. Tabi benimki böyle değildi, en azından geçen hafta sonu için herkes kadar evime gitmekti derdim, yalnız zamanlamada hata vardı. Karlar Ülkesi’nden Kuzey’in Yağmur Ülkesi’ne gitmek için kışın ortasını seçmek ancak ve ancak bana mahsus bir hareket olabilirdi ki ben de kimseleri haksız çıkarmadım ve yola çıktım.

Yol ne güzeldir, insan eğer muhasebe yapmak isterse yola çıkmalı. Kaçacak yerin de kalmıyor, beyninin içinde dolaşıp duran tilkileri de mecburen hapsediyorsun. Eh, sonuç da fena olmuyor. Aslında ben hiç de İstanbul’a varabileceğimden emin değilken, yolculuğumun en sorunsuz tarafının bu kısım olması da bana başka bir mesaj: “Asla hiçbir şeyden emin konuşma!”. İstanbul’dan diğer aktarma uçuşunu beklerken bir yandan evdekilerle de konuşuyoruz ve havanın kötü olduğuna dair ilk haberleri onlardan alıyorum: “Uçaklar buraya inemez, her yerde kar var…” İnsan bir umut bekler ya, bekliyorum işte. Her şeyi bilip de böyle sonunu bekleyen kahramanlardan olmaya niyetlenmişim. Önce bir buçuk saat rötar yedik tabi. Sonrasında da uçuş iptali bilgisi geldi. Hâliyle ne memlekete ne de geldiğim yere geri dönememe durumu ile karşı karşıya, bir “Terminal” filmi kadar olmasa da iç hatlarda yaşamayı öğrenmeye çalışıyordum. Bankodaki görevlilerle uzun süren görüşmeler ve o sırada denk gelinen “aynı uçuşun mağdurları” ile ortak fikir yürütmeler vs vs. Nihayetinde karşımızdaki muhatabımız, bizi bir otelde ağırlayacaklarını, ertesi gün için bizi farklı bir uçuşa aktardıklarını ifade etti. Tıpış tıpış otele gitme durumumuz da ayrı bir olaydı; ne de olsa kıta değiştiriyorduk, otel Sabiha Gökçen’e beş dakika uzaklıkta, biz ise bir başka kıtada… Servis geldi, o sırada bir hakem grubu ile de orada tanıştım. Bildiğimiz futbol hakemleri. Muhteşem üçlü diyorum kendilerine, ne de olsa hikâyenin bundan sonrası için en önemli şahıslar olma yolundalar. Kuzey insanını bilirsiniz, onca sertliği anlık; tıpkı sert dalgaları gibi Kuzey denizinin. Esprileri, şakaları, gevezeliği, sıcakkanlılığı onu görebilene saklar. İşte o gruptan üç futbol hakemi, hafta sonu maçlarını oynatmış eve dönmek üzereyken bir gün daha rötar yapmak durumunda kaldılar. Yaklaşık 10-15 kişiyi otele götüren arabayı şenlendiren tek şey onların muhabbetiydi. Otele varınca o gruptan ayrıldım. İstanbul’a giden için havasını solumadan geri dönmek olmaz, şehrin güzelliğine hakaret. Bir parça da olsa adımladık, selamlaştık, bir nefes çektik ciğerimize. Sonra otele döndük. Hikâyeli şarkılar çalma listesinden de Sadi Işılay’ın “Muhayyerkürdî Saz Semaisi” açılmalıydı bu akşam için. Neden, çünkü İstanbul’da geçen o hüzünlü hikâyeyi anmak için başka bir zamanın mümkünatı yoktu (Biz nereden dinleyelim diyen meraklısı için de şöyle bir link iliştiriyorum:

Ertesi sabah beşte kalkacak havaalanı otobüsü için saat 4.45’te ayaktaydım ve sabah 7.35 uçuşuna bilet almayı akıl etmiştim, sanki kar sabah yağmıyor. Ya da uçuşlar sabah vakti asla iptal olamaz. Bu düşüncelerle havalimanına gidip orada beklemeye başladım. Bir yandan da ödev okumalarını bitirmeye çalışıyorum. Gözüm uçuş bilgi ekranında ve bingo, ilk rötar. “Ahh bu hikâyenin sonunu biliyorum, yine bana hüsran, bana yine hasret var” diyerek Kayahan’ın Esmer Günler’ine bağladım içimden ama dışımdan kızılcık şerbetiyle ihya olmuş moddayım. Hayatımın en sakin zamanı galiba bu uçuş zamanıydı. Çok geçmeden bir iptal haberiyle kendi kendimi de teyit ettikten sonra, evet, şimdi ne yapıyoruz aşamasına geçerek yine ve yepyeni bir banko macerasına atıldım. Önce uçuş kapısından Kuzey topraklarına adım atabileceğim ilk uçuşa yer ayarlamaya çalıştım fakat nafile, tüm uçuşlar iptal. En yakın uçuş, benim memleketime en uzak olan Kuzey’e. Tamam deyip ona geçiş yapmaya çalışırken yarım saat sonraki uçağın dolduğu bilgisi geldi. Mecburen güvenlikten geçerek, doğrudan bilet satış ofisine gitmek zorunda kaldım. Tabi henüz kimsecikler gelmemiş, çünkü iptal olan uçağın mağdurları o uçağa verdikleri valizleri alma peşinde. Ortalık sakin. Fırtına öncesi sessizlikten faydalanmak için koşa koşa gittim. Bir de ne göreyim, dünkü muhteşem üçlü hakem grubu… Onların bilet de iptal olmuş. Ne yapacağız ne edeceğiz diye konuşurken, içlerinden birinin-Tolunay- bilet satıştaki hanımefendiye, “Hanımefendi, siz bu üçlüyü-o arada bana dönüp hocam siz de geliyor musunuz teyidi ile benden de onay alarak- hocamızla birlikte bu dörtlüyü Kuzey topraklarına aktarmalı da olsa ayak bastırın, başka bir şey istemiyoruz sizden” dediğini hatırlıyorum. Sonrası, artık üç silahşörler ve yanlarında ben, yancıları. Koştur koştur uçağa yetişmeye çalışıyoruz. Aktarmalı uçak; önce Ankara, sonra Kuzey. Güvenlik geçişleri de ayrı bir âlem. Hepimiz ayrı geçişlere yöneldik, en geç kalan ben olunca o gruptan biri; “Hocam sen Tolunay’ın peşini bırakma, onun gittiği yol her daim en iyisi oluyor” deyince artık düşünmeyi de kontrolü de bıraktım. Daha başka ne olabilirdi ki? (Çenem hiç durmaz, dedi ve oldu part 1)

Uçağa binmeden önce bekleme salonlarından birine geçtik. Tabi sınırsız yiyecek ve içecek (alkol dâhil) olan bir yere-ki benim girişim de yoktu bu mekâna, yine Tolunay sahnede: ‘Hocam sana da buluruz, meraklanma’ dedikten 5 dakika sonra ben de onlarla içerdeydim- girdik. Üç duble viski, üç bira ve sayısız likör içen Tolunay, onun kadar olmasa da ona eşlik eden diğer silahşörler ve ödev okumaktan harap ve bitap bendeniz, uçuş vakti için uçağa gitmek üzereyken Tolunay’ın valizini bekleme salonunda unuttuğunu öğrenerek bir atraksiyon daha yaşadık. Uçağa geç kalmadan -nihayet- yetiştik ve son anda yerlerimize de yerleştikten sonra artık Kuzey semalarını izlemeye koyulduk. Kısa süreli uçuş sonrası Kuzey topraklarına basmak bize ilaç gibi geldi. Geldi de sorun çözülmemişti ki, memlekete 6 saat uzaktaki Kuzey topraklarımızdayız ve fakat memlekete nasıl gideceğiz? Otobüse gitsek, birincisi otogar şehrin diğer ucunda, en az bir buçuk saat yol var; ikincisi otobüsün gelişi kaç dakika, ne zaman gelecek, kaçta kalkacak da bizi memlekete götürecek… Ben kafamda bunları düşünürken yine Tolunay sahnede: “Arkadaşlar, araç ayarlandı, mercedesimiz bizi bekliyor” diyerek bir Renault/Clio ile yola çıkacağımızı söyledi. Hepimiz onun söylediklerine tabi, soğuktan içimiz titreye titreye, arabaya bindik. Tam gideceğiz, bir arkadaşlarının daha geldiğini söyledi Tolunay. Üstelik o da uçak mağdurlarından ve yanında da bir hoca varmış. Bayan. Herkes: “Arabaya nasıl sığacağız, kaç kişiyiz biz, bu araba almaz ki bizi” söylemlerindeyken, o arada onları da aldık yoldan. Toplamda dört TFF hakemi (biri doçent, biri maliyeci, biri beden eğitimi öğretmeni, biri sigortacı) ile birlikte bir tıp fakültesinde hoca (doçent) ve bendeniz; ön koltukta ben ve tıp fakültesindeki hoca, şoför koltuğunda Tolunay (zil zurna sarhoş), arkada üç kişi (hepsi ızbandut gibi, boylar uzun, arabaya zor sığıyorlar, biz iki bayanı öne attılar bu sebeple) yola çıktık. Hiç tanımadığım bu arkadaşlarla önce bir Shell’de durup hem benzin hem de kahve molası vermek istedik. Muhteşem şansımız devam ediyordu, durduğumuz ilk benzincinin de açılış günüymüş, benzinleri yokmuş. Kahve ile idare ettik. Oradan ayrılırken içimden bu kadar bahtsız bedeviyi ağırlayarak inşallah açılış günü bu şanssızlığımıza sizi de ortak etmemişizdir diye geçirdiğimi hatırlıyorum… Yer yer kar, bazı yerlerde göz gözü görmeyecek kadar sis, tipi, sonra yine sakinleyen hava ve bir anda yine başlayan karla karışık yağmur, şimşekler… Harry Potter’ın ruh emicileri gelecek diye korkmadım değil. Kimi yerde silecekler yetişmedi, kaplumbağa hızıyla devam etmek durumunda kaldık. Nihayetinde memlekete vardığımızda saat 21.00’ı gösteriyordu. Önce Tolunay indi araçtan, sonra tıp fakültesindeki hocayı eve bıraktık, sonra diğerini ve en son ben de eve geçebilmek için farklı bir yol tercih edip, Havaş durağına geçmek istedim. Uçamadığım uçağın Havaş’ına yetişerek-sonradan öğrendik ki o uçağı beklemeyip yola çıkma kararı verdiğimizde uçuşlar da tekrar başlamış- eve gitme işini de hallettim, tamam artık diye iç rahatlığı ile otururken, araç hareket ettikten beş dakika sonra bir aracın arkadan bizim araca çarpması herhalde hiç aklıma gelmeyen tek şeydi o akşam için. Oysa sadece Karlar Ülkesi’nden Kuzey’e gitmek istemiştim. Karlar Ülkesi-İstanbul-Ankara- Kuzey Toprakları. Hiç böyle bir sıralama geçmediği gibi aklımdan, beş yabancı ve üstelik içlerinde en sarhoşunun kullandığı bir araçla sağ salim memlekete varabilmek de aklımın ucundan geçenler sıralamasında bile değildi.

“Sakinim” ifadesiyle kendimi teskinim… Sonra uyumuşum zaten, artık otobüs memlekete vardığında gözlerimi açmıştım. İneceğim yeri kaçırmasam bari diye uyuduğumu hatırlıyorum, zaten eksik kalan tek parça oydu. Eğer o da olsaydı şenliğimiz evlere değil, artık bir festival mi bir uluslararası kutlama mı olurdu bilemiyorum…

Nihayetinde bir yere vardım… En çok beklenen, ‘ana kucağı, baba ocağı’ der, eskiler. Varmak yetmiyor ama inanmak önce gelirmiş. Bu konuyu da başka bir zamanda genişletiriz. Bir de bu aralar bir neyzen ve ona eşlik eden bir kanuninin tatlı ezgileri sardı buraları, mıntıkalarında çok tatlı işler yapıyorlar. Onları da yazacağım bir ara. Merak edenler için de şöyle bir kuple bırakabilirim:

Şimdilerde alevlerinin çıtırtısı ile dışardaki soğuğun içini deşen sobanın sıcaklığı, üzerinde kaynayan suyun sesi, bir de karşımda beyazlarını giyinmiş gelin elbisesi ile Kuzey. Hiç öyle edebi işler değil bunlar, yazdığıma bakmayın, geceleri uyumak zor bu soğukla. Zehir gibi, kemiklerinize işliyor. Edebi olan, şiir… Şiir dedikleri bir ince kederli yol, gökten aldıklarını ruha saplama işi zannımca. Nice şairin kelimeleri kaldı bana. Şimdi onlardan bir yol, bir iz olsun; kalsın buralarda:

“…

sonra sen sustun
bense gücenmiştim herkese
bir küfür savururken etrafa bin muhbirin telaşındaydım
sonra besmele, sonra üç gulfü bir elham
şeytandan kaçıp da bir ağaca sığınır gibi
alaburus saçlarla alıç ağacı arasında bir benzerlik olmalı
seninle besmele arasında”

Raşit Ulaş/Alıç Ağacı ve Kırgınlık Üzere Bazı Meseleler

Gidemeyen Olmak

Yazarın (filhakikas) diğer yazılarına da göz atabilirsiniz.

Bizleri instagram üzerinden de takip edebilirsiniz.

Gidemeyen Olmak

İlginizi Çekebilir
Deneme: Sessizlik Çağı

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir