Ahmet Kaya
  1. Anasayfa
  2. Araştırmalar

Ahmet Kaya

Belki de o çok uzak yerde insanlık vardır Hakim Bey; yaşamak yaman çelişki...

0

Ahmet Kaya

Merhaba Korsan Edebiyat’ın değerli okurları,

Afiyettesinizdir dilerim. Ben her şeye rağmen, ziyadesiyle afiyetteyim. Bir yazı paylaşacağım sizinle bu kez bana ait olmayan. Bir dergi keşfettim yakın zamanda, belki bilenleriniz vardır. Derginin adı Yedirenk. Ne var ne yok içinde diye araştırırken bir yazıya denk geldim. Pek bir kıymetli bulduğumdan sizinle de paylaşmak istedim. Konusu mu? Ahmet Kaya.

Sever misiniz bilmem ama ben severim. Irkına, inancına, dünya görüşüne bakmaksızın Ahmet Kaya’yı severim. Bir Türk çocuğu olarak, bir Kürt çocuğunu savunmak için değil, ikimiz de bir zaman sadece çocuk olduğumuz için severim. Birimiz çocuk dünyasının kraliçesi, diğerimiz tek suç aleti, elinde sazıyla, kendisinden habersiz çalınan çocukluğunun isyanını bastırmaya çalışan bir isyankar olsa da empati kurmayı bilen bir insan olarak severim. İkimiz de farklı dünyaların insanı ama tek bir sistemin her koşulda ezilmeye mahkûm bıraktığı böcekleri olduğumuz için severim.  Bazen kızdıklarım olsa da, yine de bütün dünya insanlarını sevdiğim gibi severim.

Siz de sevin, olmaz mı? Hepimiz sevelim birbirimizi, benim Ahmet Kaya’yı sevdiğim gibi. Neyse, uzatmayıp lafı dergideki yazıyı paylaşayım. Okuyun dilerim. Bir de hep kavgasız, sevgiyle, barışla yaşayalım dilerim.

AHMET KAYA’NIN FEVKALADE ONURLU VE HAZİN ÖYKÜSÜ

1

“Bilimle anla beni, felsefeyle anla, tarihle anla ve öyle yargıla.” demişti Ahmet Kaya 1988 yılında çıkarttığı ‘Başkaldırıyorum’ albümünde. Ve yıl 2014; Ahmet Kaya’nın tarihin unutulmaz kahramanlarının yattığı Pere Lachaise Mezarlığı’na gömülmesinin üstünden tam 14 yıl geçti. Günün konjonktürü onu tarihle anlamıştı artık. Ahmet Kaya’yı vatan haini ilan edenler, ona bir ödül gecesinde çatal-bıçak fırlatanlar, haberlerin üst başlığından kendisine küfür edenler bugün ondan özür diliyor, mezarına gidiyor ve başka bir dilden söylenecek bir şarkı ile ülkenin bölünmeyeceğini, aksine tüm halkların birbirine yaklaşacağını anlıyorlardı.

Tarih 16 Kasım 2000… Sürgünde bir öfkeli adam. Aynı zamanda buruk ve kırgın… Öfkesinin keskinliği bu yüzden. Zamansız ve iç burkucu bir ölüm onunkisi. Hesapsız ve kitapsız bir gidiş. Ölümünden iki gün sonra kalabalıklar tabutunun başında yas tutuyor. Yer Paris Lachaise Mezarlığı, kızı Melisa ve eşi Gülten Kaya da orada. Gülten Kaya yaralı, kanıyor adeta: “Ahmet Kaya’nın en büyük özlemi Türkiye’ye dönmekti. Bu özlem içerisinde onu uğurladık. Ülkesine, Türkiye’ye küsmüştü. Bunun için burada kalması gerekiyordu, Türkiye’nin radyo-televizyonlarında Kürtçe şarkılar söylenene kadar mezarının burada kalmasını istiyorum.”

Suçu saz çalmakmış!

“Hoşça kal sevgili ülkem” yazıyordu mezar taşında. Şarkılarında bizlere anlattığı karakterlere benzedi hep Ahmet Kaya. Biraz Suphi, biraz da Bahtiyar’dı aslında. Ölümü de Bahtiyar’ınkine benzemişti. “Geçiyor önümden sirenler içinde, ah eller üstünde, çiçekler içinde.” Sevenleri onu son yolculuğuna böyle uğurlamıştı. Bahtiyar’ın suçunun saz çalmak olduğunu artık tüm dünya o gün öğrenmişti. Hayatının son gecesini ailesiyle geçirebilecek kadar şanslı, sürgünde ölecek kadar şanssızdı Ahmet Kaya. Bu ne yaman çelişkiydi. Paris sürgünü 1,5 yılda ondan çok şey alıp götürmüştü. Ülkesinde sürekli kendi aleyhine haberler yapılıyor, konserlerinde söyledikleri bambaşka yönlere çekiliyor ve medya en büyük silahı olan katalizör özelliğini kullanıyordu. Ahmet Kaya’nın yaptığı basın toplantıları Türk basınında asla yer almıyordu. Bir çeşit sürgün hastalığı olan ülser işte tam da bu sıkıntılar içinde baş göstermeye başlamıştı. Yaşamak ağrısı asılmıştı boynuna Ahmet Kaya’nın. Oysa türkü tadında yaşamak istediğini söylerdi şarkılarında. Umut yine de hep onunla birlikteydi. Dönecekti ülkesine ve ölecekse eğer ülkesinde ölecekti. Ceketini yağmurlara asıp sabah 4’te çok sevdiği ülkesini bırakıp gelmek zorunda kaldığı Paris’e hiç alışamamıştı.

muzik sanatcisi ahmet kaya nin almanyadaki konseri ile magazin gazetecileri dernegi gecesindeki konusmalarinda " teror orgutune yardim ettigi ve boluculuk propagandasi yaptigi " iddasi ile dgm de yargilanmasina baslandi - 30 nisan 1999 ( zaman pozitif pozitif film arsivi s01266 - tarama ocak 2013 )

“Ben Kürt asıllı bir Türk vatandaşıyım. PKK adlı örgüte yardım ve yataklık ettiğim iddia edilerek 3 yıl 9 ay cezaya çarptırılıyorum. Bu aşamada iç hukuk yollarının hiç tıkanmamasını ve benimle ilgili bu haksızlığın telafi edilmesini diliyorum. Yargıtay’a başvuracağım. Profesyonel müzik hayatım boyunca yasal ya da yasa dışı hiçbir siyasî parti ya da örgüte üye olmadım, olamam da, çünkü sanat, disiplin kaldırmayacak kadar özgürdür ve bütün parti ve örgütler üstü bir disipline sahiptir.”

Tarifi imkânsız acılar içindeyim

Her gurbet akşamı içine dert oluyordu belli ki. Şarkılarda yaşıyordu adeta Ahmet Kaya ya da şarkılarını yaşatıyordu kaderi ona. Yurdundan uzak olmak yağmura tutulmaktı ve yağmur hüzün demekti. Hele bir de gurbet akşamındaysa bu yağmur…

5

Türkiyeli Kürt Ahmet olarak yaşamak istiyordu ve artık kendi dilinde şarkılar söylemek istiyordu. Ona göre, sanatın evrenselliği de bunu gerektiriyordu.

Filmi geri sarmaya devam ediyoruz… 10 Şubat 1999 gecesi o dönemde Türkiye’nin en önemli ödül törenlerinden biri olan Magazin Gazetecileri Derneği Ödül Töreni vardı. Ödül törenlerini ve takım elbise giymeyi hiç sevmeyen Ahmet Kaya, MGD ve eşi Gülten Kaya’nın ısrarlarıyla geceye katıldı. Piyasaya sürülen son albümü ‘Dosta Düşmana Karşı’ müzik listelerinde birinci sıradaydı. O gece ‘Yılın Sanatçısı’ ödülünü alırken sahnede şöyle dedi: “Şu anda hazırladığım ve önümüzdeki günlerde yayınlayacağım albümde Kürt asıllı olduğum için Kürtçe bir şarkı söyleyeceğim ve şarkıya bir klip çekeceğim. Bu klibi yayınlayacak yürekli televizyoncular olduğunu biliyorum. Yayınlamazlarsa Türkiye halkıyla nasıl hesaplaşacaklarını bilmiyorum.” Ve kıyamet koptu… Kabul, ülke zor günlerden geçiyordu her zamanki gibi, kabul, bir ödül törenine göre sertti bu açıklamalar belki ama sonrasında yaşanacak linci hak edecek bir şey de yoktu aslında. Ne ki, büyük bir zemberek kurulmuştu sanki ve insanlar bu kurgunun iplerine göre hareket ediyordu adeta!

Manşetlerle sıkıldı adeta kurşunlar. Her flaş bir mermi merhametsizliğiyle patlatıldı Ahmet Kaya’nın üzerine. Ve dar edildi koca ülke yüreği kocaman adama. Oysa fikri, düşüncesi, ideolojisi neyse onun için önemsizdi. Ahmet Kaya için zalimler ve mazlumlar vardı sadece. Ve onun yeri her daim mazlumların yanıydı. Pek çok yardım konserine gönüllü koşuyor, toplumun itilen, horlanan, ötekileştirilen kesimlerine ön yargısız açıyordu kollarını. Ve kabul etmek lazım, cesurdu, çok cesurdu Ahmet Kaya…

Oysa tam bu olaylardan önce senaryosunu kendisinin yazdığı ve uzun yıllardır çekmek istediği ‘Mülteci’ adlı filmi için çalışıyordu. Konserlerindeki cesur konuşmaları ve müziğindeki muhalif tavrı her zaman sürdürdü. Zulmün olduğu yerde zulme başkaldırıyor, ezilenlerin, hor görülenlerin yanında duruyordu hep. 96 yılında çıkarttığı ‘Yıldızlar ve Yakamoz’ adlı albümü döneme damgasını vurdu. Yabancı müzik listelerinde Madonna zirvedeyken bizde Ahmet Kaya haftalarca listenin en üstünde olan isim oluyordu.

Yanıma gel, yanıma anne

Müziğinin beslendiği en önemli unsur yaşadığı dönemin sorunlarıydı. İnsanların rahatlıkla konuşamadığı, kendini ifade etmekten korkan bastırılmış seslerin adeta çığlığı gibiydi Ahmet Kaya. 95 yılında her cumartesi günü siyasî nedenlerle gözaltına alınarak kayıp çocuklarını ve ölü yakınlarını arayan anneler Beyoğlu’nda Galatasaray Lisesi’nin önünde toplanıyordu. İlerleyen yıllarda polisin sert müdahalesiyle karşılaşacak olan sivil inisiyatifi Ahmet Kaya destekliyordu ve o unutulmaz şarkısı ‘Beni Bul Anne’yi besteleyerek Cumartesi Anneleri’ne armağan etti: “Camlar düştü yerlere/ Elim elim kan içinde/ Yanıma gel yanıma anne…”

1994 yılında piyasaya sürülen ‘Şarkılarım Dağlara’ albümü rekor satışlara ulaştı ve resmî rakamlara göre 2 milyon 800 bin sattı.  93 ve 89 yılları arasında her yıl yepyeni bir albümle sevenleriyle buluştu. Her albümü müzik listelerine en üst sıralardan giriyordu. Artık o pencere önünde gözlerini ıraklara yatırıp bekleyen ananın oğlu Ahmet, başörtülü üniversiteli kızın ve hapiste gözleri şafak bekleyen delikanlının da Ahmet Abi’siydi.  Belki de bazılarımız beşikte annemizden ninni diye onun şarkılarını dinliyorduk. Özel televizyon kanallarının çoğalmasıyla daha da popülerleşen Ahmet Kaya, sanatı ve muhalif duruşuyla medyanın da ilgi odağıydı.

Başı hep beladaydı onun. 1990 yılında ilk kez geniş bir alanda, Gülhane Parkı’nda konser verme fırsatı bulmuştu. 70 bin biletin satıldığı konsere 150 bin kişi gelmişti. Konserde büyük olaylar çıktı ve çok sayıda kişi yaralandı. Hayranlarından birinin sahneye atlayarak Ahmet Kaya’nın boyuna sardığı sarı–kırmızı–yeşil fular, Kürt simgesi kabul edilerek yargılanmasına neden olmuştu.

1987 yılında Ahmet Kaya dördüncü albümü ‘An Gelir’ ile Türkiye’de müzik piyasasında ilk kez uygulanmaya başlayan ‘çok satanlar’ listesine ilk sıradan giriş yaptı ve yaptığı müziği ‘özgün müzik’ olarak adlandırıldı. Böylelikle sadece devlet televizyonunun yayın yaptığı dönemde Ahmet Kaya ilk kez resmî olarak başarısını ispatladı.

Gülten ve Yusuf Hayaloğlu

8

9

1986 yılında Ahmet Kaya ikinci eşi Gülten Kaya ile evlendi. Kayınbiraderi Yusuf Hayaloğlu ve Ahmet Kaya, bu evlilikle birlikte dost oldular.  “Hayatın yarısı müzik ise diğer yarısı söz.” idi Kaya’ya göre. Yusuf Hayaloğlu’nun yıllardır yazıp bir kenarda sakladığı şiirleri Ahmet Kaya’nın sesinde ve melodisinde ruh buldu. Bundan sonra Yusuf Hayaloğlu’nun yazdığı Ahmet Kaya’nın bestelediği şarkılar milyonları kimi zaman ağlattı, kimi zaman güldürdü. Türkiye’de gözaltılar, hapisler, idamlar ve işkenceler devam ediyordu. İnsanlar acılara tutunarak ama umutlarla yaşamaya devam ediyordu. Aynı yıl Gülten Kaya, hapishanede tanıştığı idam mahkûmu Nevzat Çelik’in annesine yazdığı şiiri Ahmet Kaya’ya verdi. Üçüncü albüm Kaya’nın bu şiire bestelediği şarkının ismiyle çıktı: ‘Şafak Türküsü’. Şu anda bile dinleyenleri ağlatan bu şarkı dillerden dillere gezmeye başladı.  Ahmet Kaya acıları okşamıştı. Yeni bir albüm yeni bir gözaltı demekti elbette.

80 darbesinde fikir suçundan kısa süre hapis yatan Gülten Kaya, o dönemde Ahmet Kaya’nın şarkılarını dinlemiş fakat kendisinin resmini bile görmemişti. Gülten Kaya hapishanede Selda Bağcan’la dost olmuş ve ısrarlar sonucunda Selda Bağcan’ın abisi Sezer Bağcan’ın stüdyosunda çalışmaya başlamıştı. Ahmet Kaya’nın ikinci albümünü kaydetmesi ve eşi Gülten Kaya ile tanışması da bu stüdyoda oldu. Hayata karşı fikirleri aynı olan bu iki gencin yakın dostluk kurması ve bu dostluğun da aşka dönüşmesi uzun sürmedi.

Ahmet Kaya, yavaş yavaş hapishanelerde fişlenen gençlerin ve gözü yaşlı annelerin sesi olmaya başlamıştı. İlk albümü ‘Ağlama Bebeğim’in neredeyse yayınlandığı gün toplatılması ve Kaya’nın tutuklanması, onun adının duyulmasına, şarkılarının merak edilmesine neden olmuştu. Büyük kızı Çiğdem’e yazdığı ‘Ağlama Bebeğim’ şarkısında “Çok uzakta öyle bir yer var. O yerlerde mutluluk var.” diyordu. Hakim şarkının bu kısmına takılmıştı. “Çok uzakta ne var?” diye sormuştu Ahmet Kaya’ya. Kaya, bu albümü hazırlarken tüm şarkılarının yanında bir de kahramanlık marşı koymuştu. Bu marş tamamen albümü koruma amaçlıydı. Belki de marş sayesinde bilinmez, Danıştay kararı ile albümün üstündeki yasak kalktı ve yapımcı kararı gazeteden duyurdu. Albüm yüz binlerce fikir suçlusunun hislerine ve düşüncelerine dokunmuştu.

Ahmet Kaya

Yokluk, kader olunca

İlk albümü, yorucu ve acılı bir umut yolculuğunun ürünüydü. Evi geçindirecek parayı bulamayan ve albüm çıkartmak için kapı kapı gezen Kaya, ilk eşi Emine’nin geçim korkusu nedeniyle kızları Çiğdem’i de alıp gitmesinin acısını bile yaşamıştı. Kızları kısa bir süre önce dünyaya gelmişti ve darbenin içinde yaşamaya çalışan bu çift henüz 1,5 yıllık evliydi.  Çok sevdiği babasını yeni kaybetmişti Ahmet Kaya ve tek tesellisi eşi ve kızı Çiğdem’di. Ama artık onlar da yoktu.

Ve 12 Eylül 1980…  O sabah Türk halkı darbeye uyandı. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Bugünkü tahminlere göre Türkiye’nin her yerinden toplam 600 bin kişi tutuklandı. Gencecik bedenler ilk kez işkence ile tanıştı. Türkiye, tarihinin utanç dolu günlerini yaşamaya başlamıştı. Ahmet Kaya tutuklanmamıştı fakat yapayalnız kalmıştı. Tüm arkadaşları ya hapishanelerdeydi ya da kaçmışlardı. 1980 darbesi Ahmet Kaya’nın sanatındaki muhalif duruşu için güzel bir zemindi. Onun müziğinin ve şarkılarının bir derdi vardı. Ezilenin sesini duyardınız Ahmet Kaya’nın müziğinde.  Acıyla besleniyordu onun sanatı.

Bir delikanlı yürek

Askerliğini Gelibolu’da orkestra elemanı olarak geçirdi ve bu sırada çello başta olmak üzere birçok müzik aletini yakından tanıma fırsatı bulmuştu. Vatanî görevine gitmeden önce eğitim enstitüsü keman bölümünde eğitim almaya başlamıştı. İlk eşiyle tanışması, başının belaya girmesi bu döneme denk geliyordu.

Yepyeni umutlar ve gelecek için göç etmişti ailesi Malatya’dan. Okulu bırakmak zorunda kalıp çalışmaya başlamıştı. Sokaklarla yeni tanışıyor ve yaşayarak öğreniyordu her şeyi. Konservatuvara gitmek en büyük hayaliydi ama o koşullarda bunun mümkün olmadığının farkındaydı. Geceleri taksicilik de yaptı, benzincide araba da temizledi ama her genç gibi umutluydu ve hayalleri vardı. Bu yüzden beste yapmayı ve bağlamasını hiç bırakmadı. Olaylardan hemen etkileniyor ve bağlamasına sarılıyordu. Bazen, insanlar onu duysun diye balkonda çalıp söylüyordu şarkılarını. Öteki olmanın ne demek olduğu ilk kez o yıllarda anlamıştı.

Dokuz yaşına geldiğinde babasının çalıştığı fabrikadaki işçilerin düzenlediği işçi bayramı gecesinde onlarca insana bağlama çalarak şarkı söylemesi kitle önündeki ilk deneyimleriydi.  O kadar beğenilmişti ki, Gaziantep’teki Devlet Demiryolları’nın gecesine götürülüp orada da konser vermesini istemişti büyükleri.

Soğuk bir ekim sabahı gözlerini vefasız bir ülkede açmıştı dünyaya Ahmet Kaya. Çileli, sıkıntılı ve mücadele dolu bir hayata hazırlanırken, henüz 6 yaşında kendini ifade etme biçimi olan müzikle tanıştı. Bilyeleri, topacı olmamıştı ama bağlaması vardı ve Türkiye’nin müzik tarihine eserleri ve mücadelesiyle damga vuracak bir direniş sembolü makus kaderine ilerliyordu koşar adım… Yarılan ekmeğin buğusu gibiydi minik parmakları bağlamanın notalarında gezinirken, Malatya’dan Paris’e uzanan bir kader bekliyordu onu.

Ya kaderi şarkılar oluyordu, ya şarkıları kader… Ne diyordu artık isyan ettiği çığlık gibi şarkısında: Beni onlara verme; külümü al uzak yollara savur!

Ahmet Kaya

Yazarın (eceeskiköy) diğer yazılarına da göz atabilirsiniz.

Bizleri instagram üzerinden de takip edebilirsiniz.

Yazar-Çevirmen Fransızca Öğretmeni

Yazarın Profili
İlginizi Çekebilir

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir