Tembellik Hakkı
0

Tembellik Hakkı

İş bu mektup tarafımdan, Sayın Feridun Andaç’a yazılmıştır.    

Bugün, bu satırlarımı okuyunca bana biraz alınabilirsiniz… Zira dediğiniz gibi ‘tembellik’ yapanlardan olduğumu biliyorum ve affınıza sığınarak son iki mektubunuza birden  yanıt yazıyorum… Size yazacak epey şey biriktirmek gerekiyor sevgili Öğretmenim, biliyorsunuz.

D.H. Lawrence‘ın romanlarından ve Aşık Kadınlar‘ın sinema uyarlamasından bahsettiğiniz üzere, romana tekrar dönemesem de 1969 yapımı Oliver Reed’li, Alan Bates’li filmini izledim .Daha önce izlememiştim. Oldukça başarılı bulduğumu söylemeliyim… Tiyatro kökenli  İngiliz oyuncuların döktürdüğü bir film olmuş. Bahsettiğiniz tabuların köküne İncir (!!!) ağacı diken bir eser doğrusu. Ve fakat Leydi Chatterley’in Aşığı romanı beni yasaklı kitaplara değin sürükledi. Mektuplarınızda öyle konulara değiniyorsunuz ki ben sağa sola koştururken buluveriyorum kendimi!.. İnanın ev ödevini yetiştirmeye çalışan bir yeniyetmeyim son aylarda. Bu sizin eseriniz Öğretmenim…:)))

Yasaklı kitaplar demişken; teknolojiden yararlanıp epey bir araştırma yaptım. Ütopik, Distopik, Politik, Müstehcen ..vb. kitapların bazılarını biliyordum ama farklı listeler beni şaşırttı doğrusu. Orwell’in geleceği gözü kapalı sunduğu 1984 ‘ün yasaklanması beni hiç şaşırtmazken, Alis Harikalar Diyarında (Lewis Carol) ve Harry Potter Serisi için aynı şeyi söyleyemeyeceğim… Dikkatimi çeken bir diğer nokta da  yasaklanmış eserlerin çoğunu çocuk romanlarının oluşturuyor olması…Taze beyinleri ne de çok düşünüyor sistem değil mi?!

Bakın şimdide aklıma -taze beyinlerden biri benim yanı başımda olduğundan- on iki yaşındaki oğlum geldi… Malumunuz TEOG‘ları kaldırıverdiler! Sokaktaki insanlar hep bir ağızdan , aynı cümleyi zikrederken, ki “Çocuklarımız deneme tahtasına döndü yahu!!!” diyorlar, umarım bu kez de “Tüh yaa…yanılmışız!” cümlesiyle yeniden karşılaşmayız diyorum. Murat Belge‘nin konuyla ilgili bir yazısına denk geldim geçenlerde. Ezberciliği damarlara sindiren, acelesi olan ve her ivedi talimatta duvara toslayan bir karar/yetki mekanizmasını yazmış. Değiştirilen düzenlerin, alt yapısının olmadığına ve alınan kararların de facto yürürlüğe girmesinden dem vurmuş. Katılmadan edemiyor insan. Hele de ‘dindar nesiller yetiştireceğiz’ sloganını biliyorsa!.. Kuvvetler Ayrılığı İlkesinin yokluğu külliyen zarar… Dilerim bu yokluğun vereceği zarar kolayca tazmin edilebilir!

Sizinle Edebiyat üzerine sohbet edeyim derken bakın gündemimi de paylaşmaya başladım. Umarım sıkmıyorumdur sizi. Şimdilerde biz ebeveynlerin daha çok dikkat edebildiği bir konu ne yazık ki yok. Sıcağı sıcağına şunu da yazayım madem: Türkiye’deki ensest oranının %40 olduğu tespit edilmiş. Korkutucu bir rakam doğrusu… Bir dostum, bu konuda sohbet ederken “Kuzen evlilikleri de bu orana dâhil ediliyor aslında rakam o kadar da yüksek değil!” dedi. Bana sorarsanız %1 bile olsa çok acıtıcı bir gerçek. Üstelik hep üzeri kapatılan, tecavüzcü/ tacizci ile empati kurmaya meyil eden bir genel davranış biçimi hakim. E bu daha da can yakıcı!.. Kadın ya da erkek, kişinin cinsel kimliğini arama/bulma çalışmaları yapmasını anlarım ve kabul ederim. Ama başka bir canlıya bunun için acı vermeyi anlamıyorum. Anlamak da istemiyorum..! Zira gözümün önüne hakkını savunamayan zihinsel özrü olan insanlar, kendini savunamayacak kadar küçük ve aciz olan çocuklar ve ne yazık ki  bu vahşetten en fazla payını alan hayvanlar geliyor. Bunları konuşmak da tabu tabii!

Kafanızı yeterince ütüledim mi?! Baştan söylemiştim ama Öğretmenim; affediniz.

Son dönemlerde Stefan Zweig kitaplarına fena daldım. Üniversitedeyken bir kaçını okumuştum. İz sürmeden diyeyim, daha iyi anlarsınız beni. Şimdilerdeyse onun hayatı, yaşadıkları, intiharı sürekli teorize etmesine yol açan korkularını çok daha iyi anlayabiliyorum. Biyografilerine değin geldim. Dünyanın Fikir Mimarları serisinde ikinci cildi yarıladım. Balzac konusunda Sayın Mustafa Gökçek‘in makaleleri de yolumu epey aydınlattı diyebilirim… Bu biyografileri okurken insan, o geçmişten gelen yazarlarla/düşünürlerle ve tabii Zweig ile aynı masada oturuyormuş da sohbet ediyormuş gibi hissediyor. Dediklerine göre: Zweig, Nietzschze ‘i kendisinden bile çok daha iyi anlamış ve aktarabilmiştir! Bana kalırsa da öyle…

Yeraltı Edebiyatı’nı sevmem aslında. Son dönemler epey pirim yapan Haruki Murakami kitaplarından edindim bir kaç tane. Zemberekkuşu’nun Güncesi’ni okuyorum bir de Zweig‘ın yanı sıra. Roman beni yerden yere vuruyor desem… Büyülü Gerçekliği seviyorum. Japon Felsefesi’ni, düşünsel yolculukları da öyle. Benim gibi uslanmaz romantik ve ‘mutlu son‘ seven bir okura bile kendini sevdiren cümlelerle dolu zira. Kitap bitince asıl yorumumu yazacağım size. ‘Nobel’i almalıymış!’ demeden de edemiyorum. Yönetmen David Lynch‘in yazar versiyonu bana kalırsa kendisi… Deneyselciliğine de şapka çıkarıyorum. Siz ne dersiniz?

Duyduğuma göre James Joyce ‘un Ulysess‘i yeniden çevriliyormuş. Nevzat Erkmen‘in çevirisiyle pek anlamadığımı itiraf etmeliyim. Bitmek bilmeyen ve tamamen yabancılaştığım bir okuma olmuştu. Oysa Murat Belge‘nin diğer Joyce çevirilerini sevmiştim. Heyecanla bekliyorum yeni çeviriyi. Çevirmen /Yazar Fuat Sevimay‘ı, Ara Nağme ve Kapalıçarşı isimli kitaplarından tanıyorum. Umarım Kasım ayındaki TÜYAP Kitap Fuarı‘na gelebilirim…

Bazı filmleri evirip çevirip yeniden izliyorum. Kimilerine göre bu zaman kaybı. Hatta ‘sonunu biliyorsun, ne diye tekrar izliyorsun?‘ diyen dostlarım var. Olsun varsın-lar!.. ‘Her seferinde farklı bir şey keşfediyorum!‘ diye geçiştiriyorum. Aynı açıdan bakmamak doğal bence. Olması gereken daha doğrusu. Tartışma olmazsa, birbirimizi nasıl ileriye taşıyabiliriz ki?

Sizinle sinema konuşmayı da seviyorum. Zweig Rüzgarı, bende Kelebek Etkisi yaptı Öğretmenim! The Grand Budapest Hotel’i izledim dün gece. Wes Craven yönetmiş. Ralph Fiennes başrolde… Ama kimler yok ki daha? Zweig’in İkinci Dünya Savaşı’nda tuttuğu notlardan, günlüklerden ve sohbetlerinden yola çıkılarak senaryolaştırılmış ve filme alınmış bir başyapıt. Beklenenin aksine trajik bir film değil. Absürd, aykırı ve kara komedi unsurları başrolde desem daha doğru olur. İlk izlediğimde epey şaşırmıştım doğrusu… Sağ gösterip, sol vuranlardan kısacası.

Küçük bir anekdot paylaşayım sizinle… Gülümsetmek ve kendimi affettirmek niyetim: Hafta sonu, eşimle birlikte -gitmemiz gereken- bir düğüne davetliydik. Oldum olası sevmez kendisi. Ve fakat ben, görev bilinciyle yanıp tutuşan bir kadın olduğumdan (!!!) bu konuda fazlasıyla ısrarcı davrandım. Düğün için giyindim. Oğlum da eşim gibi düşünüyor bu arada. Ben hazırlanmışken baktım bizimkilerden ses seda çıkmıyor. Salondalar. Kapı kapalı. E biraz da sinirlendim tabii… Bize öğretilen; beyler, hanımları bekler ne de olsa! Derken bir hışımla salonun kapısını açtım ve ne göreyim? Kitaplıktan Marx‘ın sevgili damadı Paul Lafargue ‘ın Tembellik Hakkı ‘nı almışlar, eller yukarıda ve yüzüme tutuyorlar… :)))

Sonuç: Düğüne gidildi…:)))

Sevgiylekalın Öğretmenim.

Konuklarımızın diğer yazılarına da göz atabilirsiniz. Tembellik Hakkı

Korsan Edebiyat’ı instagram üzerinden de takip edebilirsiniz.

– Tembellik Hakkı

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir