Temmuz Mektubu
  1. Anasayfa
  2. Deneme
Trendlerdeki Yazı

Temmuz Mektubu

0

Temmuz Mektubu

 

Ne uzun oldu bir mektup yazmayalı sana. Onca geçen zamanın da şimdi hakkını vermek lazım, anlatacak ne çok şey birikmiş meğer içimde. Bir bayram sabahı, bayramlıklarını giyinip de camiden gelmesini beklediklerim gibi öylece bekledim bu zamanı, anlatmak için. İnsanın anlatamadığı, onun kör kuyusu. Mecbur kaldığı için yarattığı dünyası, mağarası, fildişi kulesi; adına her ne diyorsanız işte. Zindanını beraberinde taşıdığı, sırtındaki evi. “Yeis, dilsizdir” diyor Cemil Meriç, pervaneyi kıskandığını söylüyor. Ateşte eriyor çünkü pervane, ona bir vuslat. Onun mektuplarına imreniyorum, yazdığı bir mektupta diyor ki; “Kalbimi, kelimelerle doldurdum; mektuplarım onun için parmaklarını yakıyor.”

Biraz tuhaf bir mektup olacak, onun mektupları gibi olamaz asla. Benim kelimelerim, “bir körün parmak uçları kadar hassas kalbi” düşündüğüm bir gecenin dolunayına ait.

***

Bir zamanı bekliyormuşum. Beklerken filmleri, şiirleri ve şarkıları kendime yoldaş edecekmişim, haberim yokmuş. İlki, film: Sevmek Zamanı. Metin Erksan’ın şaheseri. Hiç bilmeden izlesem, sanki Divan Edebiyatı’nı film yapmışlar, gül ile bülbül hikâyesi Halil ile Meral’in hikâyesi olmuş derdim. Yaratılan karakterler, karakterlerin tiratlarının aralarına serpiştirilen Türk Müziği makamları, hangi birini söylesem… Bu bağlantıları muhtemelen ben kendi parçalarımdan hareketle kuruyorum ama filmde hem Sabahattin Ali’nin Değirmen hikâyesi vardı, hem Kürk Mantolu Madonna romanından izler, hem de Yeni Türkü’nün Resim şarkısı. Zaten “Resim” şarkısını hep Kürk Mantolu Madonna’nın şarkısı diye düşünmüşlüğüm var. Sen bunların hangisini izledin, ne kadarını okudun ya da dinledin bilmiyorum, bir başlangıç istiyorsan filmi seç derim. Bu tiradı da buraya iliştireyim ki seçtiğin aslında kördüğümün de başlangıcı:

“-İyi ama resmine bakarken yakalandı diye o mu suçlu olacak şimdi? Âşık olmasaydın onun resmine! Mademki şimdi o senin kendisine âşık olduğunu biliyor ve de bu sevgiyi seninle paylaşmak istiyor, o halde bu aşkını onunla bölüşmeye mecbursun!

+Ona ait olmayan bir şeyi nasıl onunla paylaşırım? Aşkım yalnız bana ait bir şey!

-Yanlış konuşuyorsun. Doğru değil bu söylediklerin. Bundan ötesi kendini düşünmüşlük olur. Hemen gidip af dilemen lazım o iyi kızdan.

+ Ben kimseden af dilemem!

-Orası senin bileceğin iş. Ama aşkına karşılık verdi diye ona bu şekilde davranamazsın! Ben, Derviş Mustafa, benden çok üstün olan arkadaşıma yakıştıramam bu hareketi…”

Filmle tanıştıran, iki numara, şiirdi. Bir divan şiiri. Baki’ye ait bir şaheser:

“Ey safâyı ârızından çeşme-i hurşîde âb
Şu’le-i şem’-i cemâlin nûr-bahş-ı âfitâb
Sanma şeb-nemdir düşen hecr-i ruhundan subh-dem
Kubbe-i gerdûn çıkardı tâb-ı âhımla gül-âb”

İlk bakışta bir anlam ifade etmiyor belki. Ama dilinden anlayan bakarsa, bin çiçekten derlenmiş bir bahçenin kokusunu verebiliyor. Ben kısa bir açıklamasını yazmaya çalışacağım buraya. İlk mısrada, güneş nasıl ki tüm canlıları aydınlatıyor, sevgilinin yüzünün de öyle bir aydınlık verdiğini söylüyor ve ikinci mısrada bu aydınlığın, yani sevgilinin yüzünün nurunun parıltısının aslında güneşe ışık bahşeden olduğunu, güneşin ışığının olmadığını söylüyor. Sevgilinin yüzünün aydınlığı öyle muazzam ki, güneşin nurunun bile bu aydınlığın yüzü suyu hürmetine var olduğunu anlatıyor. Üçüncü mısrada sevgiliden ayrı kaldığında sabah vakti düşen o şeyi normal bir çiy tanesi/şebnem sanmamamız gerektiğini söyleyip, dördüncü mısra ile vuruyor; o çiy tanesi sandığın şey, ahımın hararetiyle gökkubbenin çıkardığı gül suyudur.

Bu şiirin bestesini de o dolunaya karşı dinleyince bu mektubun yazılmaması mümkün değildi.

Üç numara, şarkı.

Şarkıyı dinliyorum. Dediğini yaptım aslında, konuşmadan gözlerimle söyledim ne söyleyeceksem. Ya ben söylemeyi beceremedim ya da anlattığım her neyse anlamamak işine geldi. Bir kuyu oldu karşımda. Ben, o kuyuya sustum da sustum, üstelik bir kış vaktiydi, bir nehrin kenarında. Hiç böyle içime bıçaklar saplanırken konuştuğum olmamıştı. Hem kendimi dağladım, hem kelimelerimi. Zaten sonrası da olmadı. Şimdi o sustuğum kuyu, bir çift kanadıyla uçup giden, Halide Edib’in Kurtuluş Savaşı’nda tanıdığı topraklarda. Ben ise Çağrı Bey’in oğlunun, Tuğrul Bey’in yeğeni sıfatıyla nam saldığı topraklardayım.

***

Bunlar girizgâhıydı anlatılacakların. Beklediğim zaman…

Mektubun girizgâhı hiç bu kadar uzar mı? Uzar. Aslında o uzayan şey her ne ise, insanın kafasında. Bir haber alırsın misal, yol bitmez bir türlü. Sen o yol bitene kadar kafanın içinde ölümle yüzleşirsin. Aslında yüzleştiğin kendin, kendi korkuların. Hazır olmadığın her ne varsa hepsi senin o an yüzleştiğin. Bu yetmez, bir hastane bahçesinde, bir yoğun bakım odasından gelecek bir telefonu beklersin sabahın 6’sından aynı gün akşamın 5’ine kadar. O beklediğin zamanın uzunluğunun tarifi de yok. Bir anda kendini hangisi daha uzundu kıyaslamasında bulursun. Yol boyunca geçmek bilmeyen zaman mı, yoksa hastane bahçesinde sabahtan akşama bitip tükenmeyen zaman mı? Mekânı katarsın bu kez işin içine, hastane bahçelerinde ve yollarda zaman geçmek bilmez. Evet, vardığın en muazzam sonuç. En gerçek olan bu. Tam sen bu girdabın içinde kaybolmak üzereyken, karanlığın nefessiz bıraktığı aydınlığın içindeyken, nihayet çalar telefonun: “servise alıyoruz, gelin; ama bir refakatçi olacak, ziyaretçilere izin verilmiyor” sözcükleri sana sanki dünyaları bahşetmiştir. Sen düğününü bayramını o an o dakika orada edersin. Girdabın yerini Yansımalar’ın Son Kuşlar’ı alır. Sonrası, bir nefes ferahlık.

Her pencerenin manzarası farklıdır evet; ama baktığın, görmek istediğinle anlamlandırdığın zaman, o manzaranın asıl mimarı. Çok bakmışımdır o maviliğe, çokça yeşili çekmişimdir o mavinin kenarında içime. Hiçbiri 20 Haziran sabahı içime çektiğim, gözüme doldurduğum, aklıma kazıdığım ki kadar can vermedi bana. Güneş, kendini bu kez mavinin en ortasına bırakmıştı, sarısından yaldızlar, hafiften kendine eşlik eden rüzgâr, dalgayı mı kendinden doğurmuştu, yoksa müsebbibi miydi bilmem dalga o rüzgârın, bilmek de istemem; o sabah tek bildiğim, durdurmaya gücümün yetmediği, bir anda kendini bırakan gözyaşlarım. Sanki bunca zaman izlediğim filmin, okuduğum şiirin, dinlediğim şarkının bedeli gibi: Senin asıl güzelliklerin, bir hastane odasının penceresinden, kalbinin içine dolan yeşil, mavi ve bir parça rüzgârla söylenen iki kelime: “İyiyim kızım.”

***

Mektubumun da sonuna geldim.

O iyiyse, ben de iyiyim.

Issık Göl’ün kenarında, dürbünüyle beyaz gemisini bekleyen o çocuğa özeniyorum. Maral Ana Masalı’nı beyaz gemisiyle eşlemişti o. Bir dürbünüyle izlediği, gelmesini beklediği o beyaz gemi aslında saklandığı Maral Ana masalıydı.

Bozkırın ortasında herhangi bir masala götürecek bir beyaz gemim yok; bir umut belki ihtişamı uçsuz bucaksız Karlar Ülkesi’nin, sonu başı belirsiz ovasına gölge eden çınar ağaçları.

Bir parça umut.

Mektupların yeniden yazılabileceğine, ovanın sarılardan yeşile döneceğine.

O’nun iyileşeceğine.

Temmuz Mektubu

Yazarın (filhakikas) diğer yazılarına da göz atabilirsiniz.

Bizleri instagram üzerinden de takip edebilirsiniz. Temmuz Mektubu

Temmuz Mektubu

İlginizi Çekebilir
gitmek

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir