Çilem Doğan bize çok büyük bir ders verdi
  1. Anasayfa
  2. Anı

Çilem Doğan bize çok büyük bir ders verdi

Yazan: Yağmur

0

Çilem Doğan bize çok büyük bir ders verdi

”Geçmişime, verdiği bütün derslerden dolayı teşekkür ederim.”

Açıklamama izin verin. Doğum yapmak için makineye bağlıyken bile dayak yemiş bir kadın Çilem. Bir çok kez dayak yemiş yine bir çok kez de boşanmak istemiş, şikayet etmiş ama ülkedeki sosyal yapı ve zorunluluklar izin vermemiş.

Üniversite adayı bir kadın olarak durduğum noktadan yazacağım. Öncelikle aileme bağlıyım. Ailemden bağımsız kendi hayatımla ilgili önemli kararları veremem. Maddiyatı onlar sağlıyor. İşin bir de manevi boyutu var ki, bazen maneviyat maddiyattan bile önce geliyor. Türkiye gibi örf ve adetleri, toplumsal kuralları oluşturan hele hele kadın isek bir çok kısıtlama ya da yasak varsa hayatımızda, sanırım ”özgürlük” kelimesine baya bir uzağız.

Yaşadığım ortamda insanlar, kadınların ne giyeceğine karışmayan, geceleri de sokakta olabildiğim bir yer. Muhafazakar değil. Egenin yazlık bir kasabası.. Mahalle dedikoduları dışında yol kesmeler, apartmandan atmalar vb. gibi olaylar yaşanmıyor. En kötü laf atılıyor. Ki sadece laf ile biten bir baskının olması bile bir kadın için ”nimet” tir benim ülkemde! Yani aza kanaat eden bir kadın için… Hala annemin bazı arkadaşları kocalarından izin alıyor. Dışarı çıkma saatleri var. Mesela gece on birden önce evde olmaları gerek. Bunu duyunca çok şaşırmıştım. Hatta buna nasıl tahammül ediyorlar diye düşündüm. Şuan on sekiz yaşındayım. Üç sene boyunca dışarı çıkma iznimin on birden yükselmesi için ailemle kavga ettim. Tabi bu kavgalar ağlama krizleri, yalvarmalar ya da notlarım iyi olması gibi şartlarla sınırlı kaldı. Bu sene ise izin alma zahmetine bile girmiyorum. Benim için yeterli ve güvenli bir saatte geri dönüyorum. Ailemin beni bu konudaki kısıtlaması, tamamen yaşım ile ilgiliydi. Ama otuz kırk yaşındaki kadınların Dikili’de ”izin” gibi bir zahmete girmesi beni düşündürdü. Ne kadar yazlık, modern, laik bir yerde yaşasam da; kazan kendi içinde kaynıyor.

Gelelim şimdi asıl tehlikenin olduğu yere. Kazan kendi içinde kaynıyor demiştim. Bu sene öyle ya da böyle üniversiteye gideceğim. Başımda anne baba gibi bir etken olmadan, tek başına bana verilen kısıtlı bir para ile idare etmeye çalışacağım. Okuyacağım üniversite ve kendi çabalarımla iş bulup iş hayatına gireceğim. Ekonomik özgürlüğümü kazanmış olsam bile, hala bazı noktalar kafamı karıştıracak. ”Özgürlük, yalnızlıktır.” demiş Schopenhauer. Belki de öyledir. Ama bir kadın için özgürlüğün kademeleri var. Sanırım Türkiye’nin iç bölgelerinde yaşayan bir kadın için özgürlük; saçlarını bağlamadan gezebilmek. Daha kıyıya gelince şort giyebilmek. Bakın ekonomik özgürlüğünü sağlamış bir kadından bahsediyorum. Belki akşam sokağa çıkabilmek. Liste uzar ama hepimizin bildiği gibi bir kadın için en uzak deneyim cinsel ilişki.

Bu konuya şöyle bir örnek vereceğim; üniversite üçüncü sınıf öğrencisi bir arkadaşım, erkek arkadaşıyla ilişkiye giriyor ve bekaretini kaybediyor. Daha sonrasında ise depresyona giriyor. psikologa baş vuruyor. Derslerini aksatıyor. Tabi ki; korkusu ailesi. Onu okuldan almalarından korkuyor. Onu evlendireceklerini düşünüyor.

Bazılarınız ”Kadının suçu, sevişmeseymiş.” diyerek tepki verecektir. Bazılarımız ise ”Seviyorsa bence bunda bir sorun yok” diyecektir. Çok çok az bir kesim de ”Bu gayet normal bir şey, ihtiyaç. Bunda bunalıma girecek ne var ki?” diyecektir. Ama kadın erkek demeden toplumun yüzde doksanının fikri aynen şu; Kadının cinselliği sadece kocasına olmalı. Neden diye sorduğumda şu vajina dediğimiz, hatta kelimesi bile yüzümüzü kızartan organın adeta bir ”mal”mış gibi, bir kişiye ait olduğu düşünülmesinden kaynaklanır. O da kadına değil, nikahlı olduğu eşine! Kadına sadece emanet olarak verilmiştir ve zamanı geldiğinde kocası olan kişiye iade edilecektir.

Duymuşsunuzdur. ”Benim bedenim, benim kararım.” diyen kadınları. Pankartlarda okursunuz, internette de görürsünüz. Hatta arkadaş ortamlarında şaka malzemesi olarak da kullanılır. Ama bu söz en temelde yatan kendiliği oluşturur. Bir insanın kendini tanıması ilk olarak bedeninden başlar. Çok iyi hatırlıyorum çocukken  ”ben benim. Bu benim vücudum, aklım, gözlerim, dudaklarım, tenim, kolum, bacağım benim.” der, kendi kendime sayıklardım.  Bunu çoğu çocuk yapmıştır. Hala yapan da vardır. Kız çocuklarının daha çocukluktan ellerine oyuncak bebek iliştirilir. En basit örnek pembe mavi diye ayrılırız. Renklerden başlar her şey. Demek istediğim şu ki; bebeklikten kategorize ediliriz. Kendiliğimizi bizim yerimize insanlar karar verir. Aynı baskı erkekler üzerinde de yapılır. Güç yani ”erk” dediğimiz kavram erkeklere yerleştirilir. Kardeşimden örnek vermeliyim; ağladığında genellikle avutmak için ”Erkek adam ağlamaz!” denir. Yani erkekler güçlüdür. Ağlamak kadınlara mahsustur!

Ayrılıkçı yaklaştığımı söyleyenler olabilir. Kendi gözlemlerimden örnek vereceğim. Genelleme de yapmak istemiyorum ama, erkek arkadaşlarımın gecenin bir saatinde beni arayıp ağlayıp iç dökmeleri, rahatladıktan sonra da lütfen aramızda kalsın demeleri de bunun bir örneği. Kadınlar son derece doğal bir şekilde ağladıklarını dile getirirken, erkeklerin bunu dile getirmesi güçsüzlüktür. Tabi yaşadığımız topluma göre! Kendi görüşümse; evet bazı biyolojik nedenlerden ya da beyin yapısıyla ilgili olabilir bu ağlama sıklığının. Ama ağlamak evrenseldir ve her canlı doğum ile birlikte ağlar. Toplum nasıl kadınların cinsel yönlerini sindirdiyse, erkeklerin de duygularını sindirmiştir.

Her iki cinsiyetin de bu zamana kadar sindirilmiş olduğunu hepimiz biliyoruz. Bize biçilen toplumsal roller yüz ya da iki yüz yıl içinde olmadı. İnsanlık tarihinden süre geldi. Biliyoruz ki tarihte ataerkil toplumların bulunduğu gibi, anaerkil toplumlar da var oldu. Bunları göz önüne alırsak, bu sindirilmişin en iyi örneği bence Çilem Doğan örneğidir.

Kocası olan Hasan Karabulut uyuşturucu bağımlısıydı, satıcıydı ve doğal olarak işsizdi.

Çilem Doğan İle Hasan Karabulut evlenir. Dayak atmanın bir mazereti olamayacağı gibi Çilem Doğan’ın bu durumu sindirip şikayette bulunmaması da durumu Hasan Karabulut için kolaylaştırıyor. Çünkü ortada itiraz eden birileri yok. Nasıl benim gece iznim için üç yıl boyunca ağlama krizlerinden başka bir şey yapamamam gibi, Çilem Doğan da bir şey yapamadı. Nedeni kocasını çok sevmesi mi? Hayır, nedeni ekonomik ve sosyal. Zaten hiç bir zaman kendisine ait olamayan bedenini bir kere birine ”sun”muştur. Boşanmış bir kadın ikinci bir kadın olarak görülür. Tabii eğer ekonomik bir özgürlüğü yoksa!  Çilem’in ise ekonomik özgürlüğü yoktu belli ki. Sindi. İçine attı. Unutmaya çalıştı. Zaten işsiz ve uyuşturucu bağımlısı olan kocası da şimdiye kadar, Onu yetiştiren toplumun ve uyuşturucun etkisi ile tartakladı. Dövdü.

Çilem Doğan onu ihbar etmeye gideceği vakit bir bebeği olacağını öğrendi. Bir kadın için bebek, canından bir parçadan çok daha fazladır. Sen daha on sekiz yaşındasın, nereden bileceksin diyenler olacaktır. Haklıdırlar. Eğer on üç yaşındayken bir kardeşim olmasaydı ve yaklaşık beş ay önce onu kaybetme tehlikesinde bir olay gerçekleşmemiş olsaydı; bunu bilemezdim. Bunu anlatmak elbette zor. Bir kaç paragraf betimleme yapmak yerine sadece hayattaki hayalinizin bir anda yok olduğunu düşünün… Aynı şey olmadığının farkındayım. Ama bu en az sevdiğiniz birini kaybetmek kadar acı verir. Örneğin bir ressam için en güzel resmini çizerken ellerinin kesilmesi gibi bir şey.

Demek istediğim, çocuk tıpkı bir yetenek gibi ilgi bekler. Onun büyümesi için bakım gerekir. Bakmanın yanında sevgi gerekir. Yazma eylemi gibi, resim yapmak gibi, enstrüman çalmak gibidir ve emek verip sabretmeniz gerekir. Çocuğunuzu en iyi koşullarda büyütmek için uğraşırsınız. Biz bunun adına koşulsuz sevgi diyoruz. Koşulsuz sevgi aynı zaman da koşulsuz emeği gerektirir. Tıpkı bir annenin belirli bir geliri olmadan çocuğunu yetiştirememesi gibi; bir ressamın tuval almak için garsonluk yapması gibidir. Verdiğim örneklerin arasındaki bir kaç farktan biri de ressamın sadece bir annesi vardır. Ama bir çocuğun babaya da ihtiyacı vardır.

Çilem Doğanın kocasına geri dönmesinin nedeni de buydu. Geri döndü. Kocası onu tekrar dövmeye başladı. Hatta daha önce silah bile doğrultmuştu. Bir gün ”Hazırlan Antalya’ya gidiyoruz. Fuhuş yapacak, bana para kazandıracaksın.” demesi ve Çilem Doğan için bardağı taşıran son damla oldu.

Şimdi,  burada ciddi bir ayrım var. Bardağı taşıran son damlanın; küfür, dayak, silah tehdidi olmaması da ”Fuhuş” olması.

Çilem Doğan ifadesinde ”Namusum için öldürdüm” demişti.

İşte dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyoruz. Kazanın kaynadığı nokta namus. Namus bir kadının kolunun kopmasından, kafasının kesilmesinden, gözünün çıkarılmasından ve ölmesinden daha önemlidir. Namus denilince akan sular durur. Küfür edince, dayak atılınca, öldürmeye yeltenince akan suların buz kesilmesi gereken yerde, namus akan suları durdurmuştur.

Belki fuhuş kelimesini kullanmasaydı Hasan Karabulut, tam bu yazıyı okuduğunuz saatte Çilem Doğan hala dövülmekteydi. Belki kızını bile dövmüştü. Hadi daha ileriye gidelim, hem Çilem’in hem de kızının ölüm haberlerini okuyacak olurduk.

Bardağı taşıran son damla namus olmamalı.

Bardak zaten hep dolu. Bardak taşıyor. Biz akan suları görmezden geldikçe hepimiz boğuluyoruz.

Uzun bir yazı oldu. Çoktan unutmuşsunuzdur, en başında ”Geçmişime, verdiği bütün derslerden dolayı teşekkür ederim.” yazmıştım. Bu yazı Çilem Doğan’ın tişörtünde yazan İngilizce bir baskıdır. Dikkatimi çekti ve bu olayın bana ne gibi bir ders verdiğini yazmak istedim. Ve anlıyorum ki, kolumun kopması ya da öldüresiye dayak yemem bile insanların sinirlenmesi için yeterli olmayacak.

Muhtemelen Çilem tişörtünde böyle bir yazının yazdığının farkında bile değildi. Ama Çilem ona pembe giydirdikleri ilk gün kocasını vuracağını da bilmiyordu.

İncitecek bir şey söylediysem af ola.

Konuklarımızın diğer yazılarına da göz atabilirsiniz.

Bizleri instagram üzerinden de takip edebilirsiniz.

İlginizi Çekebilir

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir