Yıkılmış Bir Ev Gibiyim
  1. Anasayfa
  2. Hayatın içinden
Trendlerdeki Yazı

Yıkılmış Bir Ev Gibiyim

"Yıkılmış bir ev gibiyim. İçimde en ufak bir yaşam belirtisi yok. Anlatmak çözüm değil. Çözüm yok çünkü biliyorum."

0

Yıkılmış Bir Ev Gibiyim

Suskun, uzun ve bilinmeyene doğru akıp giden bir yol… Benim yolum, bizim yolumuz… Hiç bilmediğim bir coğrafyada, hiç bilinmemiş ya da unutulmuş bir felaket… Adımlarım tedirgin, zemin hiç olmadığı kadar kırılgan ve… Ve dört yanımdaki feryatların birbirine olan anlamsız benzerliği… Akmıyor gözyaşım. Gizli gizli, sessiz, olmadık zamanlarda akıp giden yaş; şimdi içimde akan bir ırmağa dönüşmüş. Ama dışarıya taşacak bir cesaret bulamıyor. Ahmakça geliyor hatta ağlamak… Yapılması gereken son şeymiş gibi geliyor. Her şeyin sonunda bir köşeye oturup elimizde kalanlarla hiçliğin sofrasını kurup gözyaşı üretmek, ürettiğimiz gözyaşlarını o sofrada tekrar tüketmek, tekrar üretip tekrar tüketerek sonsuz bir eylemin içinde tükenip gitmek gerek gibi geliyor. Ama tutamıyor insanlar içindekini. Bir küfür gibi köşe başlarında çömelip kalıyor hüzün… Tüm ailesini yitirmiş yetmişlerinde bir amcanın omzuna elimi koyup güç vermek geçiyor içimden. Adım atmaya bile dermanı kalmayan biri nasıl güç verir diye düşünüyorum. Hangi cümlem onu iyi eder ya da iyi gibi görünmesini sağlar? Çevremde tebessümünü yitirmiş bir yığın insan, oradan oraya bir mutsuzluk taşıyorken ve çocuklar her zaman olduğu gibi acıyla oyunlar kuruyorken hangi çabanın yeterli olacağını zannediyoruz?

Yıkılmış bir ev gibiyim. İçimde en ufak bir yaşam belirtisi yok. Anlatmak çözüm değil. Çözüm yok çünkü biliyorum. Hiçbir yerim kırılmamış bu hayatta. Ama kalbimi kırmak da mümkün değil artık. Çünkü tuz buz olmuş bir şeyi kıramazsın artık. Bir vazo bir kere kırılır mesela. Ne kadar yapıştırırsan yapıştır, artık o vazo değildir. Vazo olmadığı için kırılsa da bir vazo kırmış sayılmazsın. Vazo dışında bir şeyi kırmışsındır. Bir şeyi kırmışsındır sadece, ama vazo değil…

Bir çadırda tanımadığım insanlarla geçiriyorum geceyi. Her biri aynı amaçla çıkıp gelmiş memleketin dört yanından. Kimisi horluyor. Ben çok geç geliyorum çadıra. Çadırın rahatsızlığından değil bu; yatmak, dinlenmek önemini yitirince bir anlamı kalmıyor uyumanın. Yerle arandaki mesafe bir yorgan kalınlığında, ama hissediyorsun sarsıntıları. Sarsıntılardan tedirgin olmuyorum. Ama sanki bir haykırış gizli içinde. Birilerinin çığlıkları, iniltileri, anılarının seslenişi gibi… Bir şeyler mahvoldu ve ben, biz oradayız. Yaşamadık o mahvoluşu, ama tanığıyız işte! Birileri koptu bir gece vakti en mutlu yataklarından. Hiçbir ortak noktası olmayan binlerce insanın o gece hayatlarında hiç unutamayacakları bir ortak noktası oldu. O ortak nokta akla her geldiğinde boş gözlerle acı bir yutkunuş kaldı geriye. Kaybedilen, yaşama dair ne varsa oydu. Geri kalan yaşamdan arta kalandı. Artıklarla yaşamak sadece o geceyi bizzat yaşayanlara da kalmadı, tüm toplumun sırtında bir yük oldu. Bundan böyle hepimiz o artıklarla yaşamak zorundayız. O artıklar takıldıkça boğazımıza, bizler de acı bir yutkunuşla geçiştirmeye çalışacağız. Geçecek mi? Sahiden geçecek mi? Çocukken düşüp dizlerimizi parçaladığımızda geriye kalan yara izleri nasıl geçmediyse bu derin yara da kalbimize koca bir iz bırakacak… Sahiden kalbimizde boş bir yer kaldı mı yeni izler için? Yoksa bu genç yaşımızda serseri bir genç misali delik deşik mi ettik kalbimizi de?

Yıkılmış bir ev gibiyim. İçimde en ufak bir yaşam belirtisi yok. Anlatmak çözüm değil. Çözüm yok çünkü biliyorum. Sessizlik istiyorum. Tek bir kelimeye bile tahammülüm yok. Bundan sonra söylenecek hangi cümlenin bir anlamı olabilir ki! Sahip olduklarıyla türlü planlar yapan milyonlarca insan için hayatın ufacık bir anında yaşanabilecek felaketin sonuçlarını gözlerimle görüyorum. Ayaklarımla bastığım bu toprağın kudreti hiçbir plan tarafından alt edilemeyecekken hangi arzu beni bu dünyanın zirvesine taşıyabilir? Kimden üstün kılar ya da daha mutlu eder? Görmezden gelineni görmek acı bir yük. Ama bunu görmezden gelerek yaşayıp geçilen günler de acınası değil mi? Bir evcilik oyunu gibi, bir sahtelik, bir geçiştirme telaşı…

Yardım etmek… Kime, nerede, ne için, neden… Sıraya girmiş insanlar… Yaşlı, genç, çocuk, hamile, engelli, hasta… Herkes dertlerini bir kefeye koymuş; geride kalan, nefes alan ne varsa yaşatmaya çalışıyor. Ne için, ne amaçla, nasıl… Yağmur yağmazsa iyi… Ama hastalıklar başladı, salgından korkuluyor… Öfke birikiyor, öfke gencinden yaşlısına sokak sokak geziniyor. Sıkılı yumrukları gevşetmek için sesimiz hiç olmadığı kadar alçalıyor. Alçakça bir şey bu! Hiçbir duyguyu, hissi, tepkiyi orada dizginlemek değil görevimiz. Bir görevimiz var mı? İnsanlık bir görev mi mesela? Düşenin dostu olmak bir erdem mi? Ya da düşmemesi için tüm gücümüzle çalışmalı mıydık? Bir felaketin soruları olur mu? Ya da bu sorulara hangi makullükle cevaplar verilebilir?

Yıkılmış bir ev gibiyim. İçimde en ufak bir yaşam belirtisi yok. Anlatmak çözüm değil. Çözüm yok çünkü biliyorum. Kepçe operatörleri içimde taşıdığım bir şeyleri molozlarla birlikte yüklüyor kamyonlara… Sıra sıra dizilmiş bekliyor kamyonlar. Sırası gelen moloz alanına giriyor. Çadır kentin hemen yanında hızla yükselmekte olan moloz tepesi hüzünlü bir resim gibi işleniyor. Ellerim kokuyor. Ne yapsam geçmedi. Ellerimi tanıyamıyorum. Duş aldığım otel odasında bir sarsıntıyla yerle bir olabileceğimi bilerek sabunluyorum vücudumu. Ne yapsam kirlenmiş ruhumu temizleyemiyorum. 25 TL veriyorum duş için. Resepsiyondaki televizyonda yine birilerinin sesi… Birileri hep sesleniyor. Kime sesleniyor? Kim dinliyor? Dinleyince hayatlarımızda ne gibi değişiklikler oluyor? Kulaklarımı tıkamak geçiyor içimden…

Yola çıkarken on paket sigaranın yeteceğini sanmak… Kaç günde biter on paket sigara? Yeniden yeşermeye başlayan hayatta ilk açılan dükkânlardan sigara almak. Nakit paranın yeniden hatırlanması… Çadırlarda ardı arkası kesilmeyen öksürük sesleri. Akla uzmanların uyarıları geliyor. Galiba diyoruz, galiba hepimiz bu asbestten öleceğiz. Ölünecek yeni bir şey daha girmiş oldu hayatımıza. Yaş diyorum otuz beş, yolun neresi eder? Dante iyi yaşamış! Biz çoktan öldük! Yıkık sokaklarda ölüm kokuyor. Gözlerimiz alabildiğine ölü bir kent görüyor. Derimiz ölmüş bir kurulukta… Kulaklarımızda sayılar, ölü sayıları… Çadır kentlerden birinde öğle vakti seksenlerinde bir teyze ölüyor. Bir haykırış, bir koşuşturmaca. Ambulans geliyor, ilk defa bir ölü görüyorum. Orada, çadırın içinde gencecik görevliler bir bedeni taşımakla meşgul… Teyzenin torunu küçük… Anne babası yitip gitmiş o gece. Tek ninesi kalmış geriye. O da… Sarılıyorum acıya. Başka ne yapacağımı bilmiyorum. Çocuk sarılmak istemiyor. Çocuk ne istiyor kimse bilmiyor. Uzaklaşmak istiyorum. Elimden gelecek bir şeyin olmadığı bir yerde ne yapabilirim? Bir amca sigara yakıyor. Gözlerim dolmuş ama akmıyor damlalar. Bana da uzatıyor bir sigara. Sonra kısık bir sesle “Ne ağlıyorlar? Kaç yaşında kadın kurtuldu işte. Böyle, çadırlarda daha eziyetli… Ben kardeşimi, kardeşimin eşini, çocuklarını dün verdim toprağa. Ağlayacak yaş mı kaldı artık!”… Bir şey demem lazım. Ne diyeceğim? Öyle abi, başımız sağ olsun… Sigara kaç saniyede biter? Kaç saniyedir bir sigaranın ömrü? Ciğerlerim yanıyor. Bir öksürük tutuyor… Ciğerlerim o anda dışarı çıksa, kimsenin hayret etmeyeceğini biliyorum. Su getiriyorlar içiyorum. Teşekkür ediyorum…

Yıkılmış bir ev gibiyim. İçimde en ufak bir yaşam belirtisi yok. Anlatmak çözüm değil. Çözüm yok çünkü biliyorum. Ses garip bir şey… Konuşmak, anlatmak… Etkisi kişiye, kişinin kabiliyetine göre değişiyor. Bir de karşındakinin seni gerçekten anlamak istemesiyle alakalı. Sen neyi, ne şekilde anlatırsan anlat karşında bir duvar varsa o duvarı yıkman mümkün değil. Ama bir kapıysa, kilidi bir şekilde açılır ve sen başka bir yere geçersin. Başka bir varoluşu deneyimlersin. Şimdilerde duvarlaşırken insanlık, anlatmak boşa kürek çekmek gibi geliyor. Artık elinde bir balyozla gezip önüne çıkan tüm duvarları yıkman gerek. Gücün yeter mi? Dayanabilir misin bu savaşa? Peki her şeyi geçtim, buna değer mi?

Çocuklar… Yine tüm acıları oyunlaştıran, elinde olan kısıtlı birkaç renkle rengârenk resimler yapan çocuklar sarıyor çevremizi… Farkında değiller henüz karşı komşunun çocuklarının yokluğundan. Bir yere gittiler ama nereye, umursamıyorlar. Koşturup oynadıkları sokaklarda yine koşturup oynasalar da o sokaklar artık eskisi gibi değil. Eminim onlar hâlâ eski halini görüyorlar. Yoksa yıkılmak üzere olan bir binanın altında yemezler yemeklerini… Farkında değiller ufacık bir sarsıntıda tepelerine düşecek olan o hantal binanın sonları olacağının. Uyarılarımın bir önemi yok… Döke saça bitirip yemeklerini plastik tabldotları atıyorlar çöp yığınına ve koşturmaya başlıyorlar… Oyuncak dağıtımında bir yığın olup sarıyorlar çevremizi… Belki de hiç yakın olmadılar bu kadar çok oyuncağa… Çocuklar, bu felaketin bir fırsata dönüştüğünü düşünen tek masum kalabalık. Diğerleri ise… Oyuncak dağıtıp fotoğraflar çekiliyor. Haklı bir gurur! Tatmin edici bir eylem… Yıkılmış şehirlerin orta yerinde dağıttıkları oyuncaklarla çocukları kucaklarına alıp poz kesen insanlık! Büyük bir başarı… Flaşlar patlarken sessizce uzaklaşıp sigara yakan bir sessizliğe kavuşuyorum. Huzur; burada değil, belki de hiç yoktu!

Yıkılmış bir ev gibiyim. İçimde en ufak bir yaşam belirtisi yok. Anlatmak çözüm değil. Çözüm yok çünkü biliyorum. Eksik aksak ilerleyen hayatımızı bir kenara bırakıp bir bilinmezin ortasına düştük. Herkes elinden gelen ne varsa yapmaya çalışıyor. Yetersiz bir çaba, bir yorgunluk… Karınca misali bir damla su taşıyoruz yangın yerine… Yangın büyük… Her yeri zapt ediyor. Etrafımızın sarıldığının farkındayız. Ama bunu umursamıyoruz. Çünkü insan en umutsuz anında bile var olmak için çabalar. Şartlar ne olursa olsun son ana kadar bu motivasyonunu diri tutar. Ölenlere rağmen, yaşadığı anı anlamlandırmak ister. Son nefese kadar sürer bu telaş. Anlamını yitiren bu harabenin içinde ufacık bir iyiliğin değerini yüceltip günlerin tükenişine hayret ediyorduk. Aynı amaç, aynı telaş, aynı vicdanla bir araya gelen insanlarla; orada tek vücut olup çabaladık. Çabalarımız gün geçtikçe kederli bakışlara, içimize gömdüğümüz mezarlara ve unutulmayacak anlara dönüştü. Volkan, Hakan, Rıdvan, Mahmut, Ramazan abi, Berkan ve daha nice ismini hatırlamadığım dost… Bir acının bilinen ya da hiç bilinmeyecek figüranları… Başrolü o gece yaşanan felaket olan bu keder hiçbirimizin zihninden silinip gitmeyecek. Tanıklık ettiklerimizin bir kısmı bizlerle yaşamaya devam edecek…

Yıkılmış bir ev gibiyim. İçimde en ufak bir yaşam belirtisi yok. Sesimi duyan var mı?

Yıkılmış Bir Ev Gibiyim

Yazarın (KorsanKalem) diğer yazılarına da göz atabilirsiniz.

Korsan Edebiyat’ı instagram üzerinden de takip edebilirsiniz.

Haftalık bültenimize ücretsiz abone olup gelişmelerden haberdar olabilirsiniz.

– Yıkılmış Bir Ev Gibiyim

İlginizi Çekebilir

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir