25. Gün
  1. Anasayfa
  2. Deneme
Trendlerdeki Yazı

25. Gün

"Oysa ruhumuz vardı ve kalbimiz, yeteneklerimiz, yaratıcı eğilimlerimiz. Bütün bunların nasıl öldüğünü, öldürüldüğünü bilmek…"

0

25. Gün

Üst üste odalar… İçimde karışık işler… Nereye, kime yolculuk ettiğimi anlayamıyorum. Kim bilir belki de… İnsan ne ister?

Ölümüne saklanıyorum! Soğuk, suçlu, telaşlı… Hem çok tanıdık, hem çok yabancı. Yalnızlığın kustuğu bir yer var. Vazgeçilmez, katı, sert. Nasıl toplanır bunca dağınıklık, bunca kahır, bunca acı, bunca yanıtsız sorular? Nasıl cevaplanır bir çırpıda? Kan düşüyor sesimden. O kadar çoktular ki… Çürük evlerde konakladık. İçine herkesin, her şeyin sızdığı… Kolayca kaldılar, kolayca gittiler! Güneşin kalbi kırmızıydı oysa. Tamamlayamadığım zamanlarla dolu hayat. Ölgün, kararsız. Bütün gücümle bağırdım. Bütün kıvrımlarım incindi. Kendi yarattığımız yollardan mı geçiyoruz yoksa. Kanatsız, düşsüz. Bütün kuyulara iniyorum. Boyutsuz bir çağrışım bu…

Her neyse…

Dünya gibi bir yerdeyiz. Bir şey olmaya çabaladığımız bu yer; umutsuz, düzensiz, belirsiz. Gören var mı kendini? Çözülemeyen şeylerin varlığıyız her birimiz. Akan bir şey, coşan bir şey, duran bir şey, ölen bir şey… Yarattığım yollardaki sesleri kurcalıyorum. Karıştırıyorum, karıştırıyorum… Dünya dediğimiz yer istediğimiz gibi genişlemiyor. Yolunda değil işler.

Elimizdeki bütün kâğıtları, bütün kelimeleri batırsak dünyanın içine; yıksak o ağır, çirkin portreleri… Dünyanın boşluğuna bıraktığım çizgiler birer insan tadındaydı. Düştüğüm boşluklardı onlar. Çelişkiler, korkular, öfkeler, sevgiler, telaşlar… Ve bir de yumuşamayan duvarlar. Bu yapayalnız benleri ben mi kurdum? Ben miyim kurucusu bu hiçliğin bu sonrasızlığın? Her köşesi donuk bu emanet oda ve her sabah kendimi içine defnettiğim mutfak, tozunu aldığım insanlar… Tutunma çabası. Çatlamış bir aynada yaraladım ellerimi anlamak için yaşadığımı. Ne trajik bir oyun; benin bir parçası. Tuhaf yüzler görüyordum tozunu aldığım insanlarda. Çarpık düşlerini, samimiyetsizliklerini, kirli sevişmelerini… Yeniden, yeniden, yeniden… Bir dram gibi sonsuz… Toz bulutlu bir şehirden geldim. Kapı numaram 34. İçimden bir tramvay aktı. Bu benim özgül ağırlığım sonrasını hiç bilmediğim.

İlkel bir ıssızlık; içinde her şeyin olduğu, her şeyin yaşadığı, her şeyin konuştuğu, her şeyin sustuğu… Gereksiz bir gevezelik olarak görebilirsiniz söylediklerimi. Bu gece kapıma çağırdığım bir sesi tanımlamaya uğraşıyorum. Sorduğun en derin şey neydi? Ayak seslerim içimde. Beni kimse bulamaz. Arkamda kaldılar! Kaldılar mı? Geçtiler mi? Durup bir sigara yaktım yarama. Sonra bir sigara daha… Bu da benim korkum, sadece kendime söyleyebildiğim. Gövdemdeki o gizli yol. Beni duyduğunuzu biliyorum ama anladığınızdan emin değilim. “Ne ölüme benzer ne ölümsüzlüğe”. Nasıl anlatmalı? İçimde adı olmayan biri. Ne uzanıyor ne yakınlaşıyor. Eskilerden bir şey; sokuldu, sarıldı bana. Ben vardım, gerçektim! Bitmiyordu hiçbir şey… Uyuyup kalanlar, uyanık olanlar…

Oturmuş geceyi yediriyorum uykularıma. Çoğu zaman bu böyledir. Kendimi teyellediğim boşluk; dışarda kar havası. Elimde bir demet şiir, portakal kokusu ve omuzlarımdaki kesikler. Çok konuşmuyorum kimseyle. Giderek alıştım sanırım buna. Karışmak istemiyorum o kaskatı kalabalıklara. Her ölümün bir ayrımı var. Bir gün akıp gidecekler belki; sokaklarda, pasajlarda. Burada güneş buz gibi… Ay ışığına bıraktığım izler kapalı. Yörüngesi darp edilmiş kalbim. Çektim çevirdim sıcağı sıcağına. Tükendi mi bilmiyorum. İçime işledi sarsıntı. Öyle bir vakitti ki bu; kırık dökük. Yer değiştirdi bütün anlamlar… Boşluğun kendi kadar büyüdüm orada. Uzayıp kısalan gölgemle oyunlar oynadım. İçini oydum gördüğüm her rüyanın. Hatırladıkça sustuğum bir yara, kırgın kâğıtlarım…

Kanatları yok sözcüklerin. Eriyip gidiyorlar. Hiçbir çiçek yetişmiyor bahçesinde. Keyif vermiyor içtiğim şaraplar. Kim üstün gelir kazanırsa zaferi; işte böyle dönüyor dünya! Hangi zırhla kaplayabilirim ki göğsümü? Biliyorum yine de delinir kalbimin kalkanı. Fırtınanın orta yerindeyiz hepimiz. Belki de yaratıcı yeteneklerimizdi; kuşkuları, bunalımları, hayal kırıklıklarını ortaya döken. Ait olduğumuz yeri bulma sancısı belki de bütün bu olanlar… Bazen cesur bir savaşçı, bazen ürkek bir güvercin, bazen küçük bir çocuk… Yavaş yavaş, ya da şiddetle, ya da apansız içine düştüğümüz setler. Cesare Pavese’nin de dediği gibi; “Neden bazılarının her şeyi var da bazılarının hiçbir şeyi yok?” Kendimize çıkardığımız sonuçlar; sırasıyla başka başka sorunlar yaratıyor. İçimizde uluyan, sıçrayan sesler kendi kendini boğazlıyor aslında ve bu kimsenin umurunda değil. Ayaklarım çıplak, kabuğum kırık, dudaklarım çatlak, üzerimde yırtık pırtık şiirler… Yeniden gemiye binmenin ne anlamı olabilir ki? Benimle kapıda buluşmaya hazır olan şey neydi? Tanımlayamadığımız binlerce oda vardı içimizde. Adsız, evsiz…

Bir şairin kâğıtları nasıl doyar; bir müzisyenin yaşamı ya da bir ressamın ve bir dansçının… Cebine çok şey koymadığı söylenir. “zavallı çocuk!” Kuş tüyü yataklar, lüks mobilyalar, kurulu bir düzen, herkesin birbirine dayattığı kurallar. Çığlığım bile gülüyordu buna. Oysa ruhumuz vardı ve kalbimiz, yeteneklerimiz, yaratıcı eğilimlerimiz. Bütün bunların nasıl öldüğünü, öldürüldüğünü bilmek… Ehline denk gelmeyen şeylerin nasıl da ziyan olduğunu görmek… Üzerinde düşünülmemiş, çalışılmamış bir toprağız aslında. Kıracak zaman çok! Cepleri altın paralarla dolu insanlar revaçta. Bizimse kırık, kırgın kâğıtlarımız… Hep bir yerde ölü bulundular! Küçük ateşler büyük yangınlara neden oldu. İşe yaramadı yağmurun getirdiği sular bile!

Çizim: Luvima

Yazarın (luvima) diğer yazılarına da göz atabilirsiniz.

Korsan Edebiyat’ı instagram üzerinden de takip edebilirsiniz.

Haftalık bültenimize ücretsiz abone olup gelişmelerden haberdar olabilirsiniz.

– 25. Gün

İlginizi Çekebilir
Deneme: Her Şeye Rağmen

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir