Masalın Kalan Kısmı
  1. Anasayfa
  2. Seyahatname

Masalın Kalan Kısmı

Bir İspanya Masalı-II

0

Masalın Kalan Kısmı

Yazan: Amelie

Yarım kalmışlıklardan nefret eden biri olarak, yarım kalmış bir yazı bırakmak hiç hoş değil; fakat elden ne gelir, ah bu tez olayları… Tabi önceki yazı üç ay önce yazıldığı için ufak bir hatırlatma cümlesi şart. Daha çok Barcelona’yı anlattığım yazının devamında Sevilla ve Madrid Seyahatnamesi olması gerekiyordu, ancak Barcelona öyle bir şehir ki, yazarken bile etkisini devam ettirebiliyor.

İspanya’ya seyahate gidiyorsanız, başlama yeri mutlaka Granada olmalı derler. Aslında öyle de olacaktı, fakat Barcelona merakı daha ağır bastığı için, söylenenler de göz ardı edildi haliyle. Konferans maksatlı gidişin en kötü tarafı, paranızı, planınızı, kalacak yer ve seyahat biletlerinizi geri dönüşü mümkün olmayacak şekilde ayarlıyor olmanızdır (Tabi elit kesimden bahsetmiyorum, 657’ye tabi memur kesiminin mantığından bahsediyorum). Bu sebeple gidilecek yerlerde, planlanandan farklı zaman harcamanız, aleyhinize gelişecek sürprizler olarak size geri döner. Granada çok geniş ve aynı zamanda Endülüs’ün de kalıntılarını barındırdığı için en çok merak edilen ikinci şehir olarak aklımıza kazınmıştı, fakat bir plan yapılmıştı ve Granada’ya en yakın Sevilla’da bir gün geçirecek, Al Hambra Sarayı’nın çakması olan Alcazar Sarayı ile idare edilecekti. Öğlen saatlerinde şehre vardık ve ilk dikkatimizi çeken, şehrin sokaklarında yol boyunca devam eden yabani portakal ağaçlarıydı. Daha doğrusu turunç ağaçları. Tıpkı Antalya’da olduğu gibi burada da varmış. Her yer mis gibi portakal kokusuyla sarınıp sarmalanmış..

Kalacağımız hosteli bulma çabası ile fellik fellik Sevilla sokaklarında, bir yandan etrafı inceleme çabası, bir yandan “Hangi sokaktayız?” merakını giderme telaşı. Nihayet hosteli bulduk; ki tavsiyem, kesinlikle Sevilla’da “Perez Montilla” hosteli gördüğünüz an kaçın!

Hostel konusu da ayrı bir yazı konusu tabi. Evet, çok uygun fiyatta bir hostel ve evet kesinlikle bu ucuzluğun hakkını verecek derecede pis ve pasaklı…!

Alcazar Sarayı’na yürüyerek gidelim, hem de etrafı keşfederiz mantığıyla eşyaları yerleştirdikten sonra doğruca Sevilla sokaklarına! Sakin, sessiz ama bir o kadar renkli, cıvıl cıvıl. Bu kadar küçük bir şehir nasıl olur da bu kadar zıddı içinde barındırabilir diye şaşırıyor insan. Hele ki sokaklar! Renk karnavalı. Sarılar, turuncular, kırmızılar. Soğuk renkler bile, sıcak renklerin içinde kendini kaybetmiş. İnsanların bu güzelliğe yakışır sıcaklığı! Aslında en çok “Ben İspanya’dayım!” dediğim şehir Sevilla oldu. İsimler bile daha çok İspanyolca bu şehirde. Barcelona, çok fazla çeşitliliği barındırıyor; ama Sevilla İspanya’nın kalbi gibi. Gerçi görenler “Sevilla’yı bu kadar övüyorsanız, kesinlikle Granada’ya hayran kalacaksınız.” diyorlar, o da ayrı. Daracık sokakların her birinde rengarenk çiçekler, en fazla iki ya da üç katlı evler…

Biraz Cunda’yı andırdı bana ama kesinlikle farklı bir havası var. Alcazar Sarayı’na gelene kadar kocaman gövdeli ağaçların olduğu bir parktan da geçtik ama ismi şu an aklımda değil..

Saray, bir Topkapı Sarayı ihtişamında değil elbette, ama bahçesi inanılmaz derecede güzel ve bin bir çeşit meyve ağaçlarıyla sarmalanmış. Yabani turunçlar burada da kokusunu salmış, geleni mest ediyor tabi. Biz de bu kokuda kendimizden geçenler olarak, sarayın bahçesindeki turunçlara ve limonlara saldırmış bulunduk.

Bunu yapar yapmaz da polisleri tepemizde bulduk. Sevilla’ya gelip, limon ağacından limon koparmaktan nezarete atılmamıza ramak kala iş tatlıya bağlandı ve nihayetinde Saray’la vedalaşarak kalan yerleri gezmeye koyulduk.  Her “görüneni” dondurma telaşımız, her “an”ı çoğaltma psikopatlığımızın bedelini haliyle ayaklarımız ödedi. Bir de pis hostele gitmemek için elimizden geleni yapma telaşımız vardı ki, onu neyle anlatsam bilemedim. Her önümüze gelen alışveriş merkezine girdik, her kafede tünedik. En çok “Cafe de Indias”ı sevdim.

Ortamı loş, çalışanları rahat, bir turist için fiyatları gayet uygun. Her tünemenin, bir sonu var elbet. Tıpış tıpış hostele giden zavallılar olarak, geceyi nasıl sabaha kavuşturacağız onu düşünmekten perişan… Sabah 9’da hostelden ayrıldık ama tuhaf olan Sevilla’daki sabah 9 görüntüsü, Samsun’da sabah 5 görüntüsüne eş değer. Şehir daha uyuyor. Ayakta olan bir biz. Trene yetişme telaşında olan altı Türk. Hava böyle olunca, haliyle burada yaşayanlar da erken kalkmıyor tabi. Gün daha geç başlıyor, geç başlayan günün araları oluyor… 9’da açılıp öğleden sonra saat 1’de kapanan bankaları, akşam saat 5’te açılıp yine akşam saat 8’de kapanan iş yerlerini daha iyi anlayabiliyorum bunu görünce.

Madrid’e yetişme telaşında biz, trene koşarken bir yandan da aklımızda “Acaba oradaki hostel nasıl?” sorusu ile cebelleşiyoruz. Geceyi neredeyse hiç uyumamış bir vaziyette atlatan biz gariplerin an itibariyle ihtiyaç sıralaması Maslow’un ilk basamağında takılıp kalıyor: Sıcak bir oda, temiz bir yatak ve sıcak su.

Trenle yolculuğu en iyi anlatan kelimeler Ali Ural’ın “Yangın Merdiveni”ndeki “Tren”inde geçiyordu. Yol, varacağı yere aktıkça aklımda O’nun kelimeler. Ressamın çizdiği manzaranın ufak da olsa bir benzeri.. Doğanın güzelim renklerini var eden ressama olan saygım da sevgim de bin kat daha arttı. Yine de Rize’yle kıyaslayabilecek güzellikte değildi gördüklerim. İnsanın memleketi bir başka derler; ama memleketi Rize olunca kelimeler kifayetsiz…

Madrid’e ayak bastığımızda, kendimi Ankara’da hissettim. Anıtlar, saraylar, resmi kurumlar, oteller… İnsanın kendi yeteneğini, Yaratıcı ile yarıştırmaya çalıştığı yapılar. Madrid’de kalacağımız OK Hostel’i arama tarama faaliyetleri sonucu “Calle de Juanelo” sokağının sonunda buluyoruz ve nihayet yerleştiğimiz odalarımızdaki huzurumuz paha biçilemez. Bembeyaz çarşaflar, tertemiz banyolar, koridorlar ve sıcak su. Tanrı bize “Hadi bakalım köfteler, bu da size kıyağım.” diyordu.

Dinlenme faslı sonrası İspanya’da Türk restoranı arama çabamız, kabul ediyorum biraz gereksizdi ama buna rağmen bulduk. Burada bir dip not eklemeliyim ki Madrid’de adı “İstanbul” ile başlayan, Türk yemekleri yaptıklarını iddia eden bir sürü Arap restoranı var. Neyse ki gerçek bir Türk restoranıydı bizimkisi, günlerdir Mc Donalds yemekten harap ve bitap düşmüş midemiz sıcak çorba ile şenlenecekti. Üzerine de lahmacun keyfi yapılacaktı.

Ekleme bir dip not daha gerekirse, yurt dışında Türk restoranı denemektense, yerel yiyecekleri tercih ederim. Nitekim Türk restoranı adı itibariyle hakkını veriyor olsa da, kullanılan malzemeler itibariyle bunu yapamıyor. Mamafih, domuz eti mevzusu, gerçek bir sıkıntı. Bu noktada da yanınıza alacağınız yiyeceklerin çeşidi, ağırlığı vs. önem arz ediyor. Tercih kişilere bağlı olarak değişir.

Gece vakit Don Kişot ve atı Rosinante ile fotoğraf çekinmek için tüm Madrid sokaklarını arşınladık. Bir şehrin gerçek keşfi de tabanvayla mümkündür ki bu da tecrübe ile sabit. Gündüz vakit ise nerde park, bahçe, anıt varsa tek günde gezmeye çabaladık. Konferans günü, zamanımızın tamamı konferansın verildiği mekan ve oradaki çalışmalarla geçmesi, Madrid’i “az zamanda çok ve kısa gezilerle” geçiştirmemize sebep oldu.

Kocaman gibi görünen ama aslında zamanın dört nala atlılar misali hızda aktığı, konferans görünümlü gezi sona ermişti. Geri kalan ne miydi? Maddeleyeyim…

1- Asla benim canım ülkemle yarışamayacak güzellikte de olsa, farklı dili konuşup aynı dünyayı paylaştığımız yerleri görmek, bu yerlerin insanlarını tecrübe etmenin güzelliği…

2- Kesinlikle daha fazla ülke görülüp, kıyaslama yapılması gereken olgu: “Yurt dışında insan manzaraları” (Nasıl yaşıyorlar, nasıl bu kadar güzel koruyabiliyorlar yaşadıkları yerleri, ne yiyip, ne içiyorlar vs.)

3- Gidilen ülkenin dilini konuşabilmenin güzelliği.. (İspanyollara ufaktan bir “Hola” demeniz, kocaman gülümseme ile karşılık bulabiliyor. Devamını getirebilseydim kim bilir neler olurdu…)

4- Alışveriş, alışveriş, alışveriş….(Her şehirden bir magnet ve bir kar küresi alma hastalığımı bilmem ki ne ile tedavi ederim.. Buna bir de şimdi kupa alma hastalığı eklendi ki, ahh dostlar.. Halim fena.)

5- Müzikler.. Kesinlikle her şehir, kendi ezgisini fısıldıyor kulağınıza… (Benim Barcelona’da kulağımdaki melodi “No hay tierra como la mía – Francisco Canaro”, Sevilla’da ” Bailando-Enrique Iglesias”, Madrid’de “Shakira- Te dejo Madrid” oldu.)

Bir İspanya Masalı’nı okumak için tıklayınız.

– Masalın Kalan Kısmı

İlginizi Çekebilir
Pazartesi Yazısı

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir