Sihir Diye Bir şey Yoktur! Sırlar Vardır…
  1. Anasayfa
  2. Mektup

Sihir Diye Bir şey Yoktur! Sırlar Vardır…

Yazan: Aycadısı

0

Sihir Diye Bir şey Yoktur! Sırlar Vardır…

21 Ağustos 2017

AYVALIK

Çok Sevgili Öğretmenim,

Az evvel  9.Mektubunuzu okudum. Her zamanki gibi gene iki kere… Notlarımı alıp, izlediğiniz ve paylaştığınız filmleri de ‘izlenecekler’ listeme ekledim. Hoş bir tesadüf ki; Marion Cotillard (ki Edith Piaf’ı canlandırdığı La Mome ile tanımıştım kendisini), çevirdiği her filmini izlediğim bir oyuncu.. Aşk Mektupları’nı izleyeli epey olmuştu. Ama sizin gözünüzle bir kez daha izledim geçenlerde… Dev erkek yönetmenlerin hüküm sürdüğü sinemada kadın yönetmenlerle ilgili kendime bir arşiv yaparken denk geldiğim ve izlediğim bir filmdi.

Yer-Mekan ilişkisi, kostümler ve makyaj da beni pek etkiler filmlerde. The Danish Girl ‘ü (2016 yapımı bir Tom Hooper filmi)  izlerken ,filmde harikalar yaratan oyuncu; Eddie Redmayne’in kadınlığa adım atmaya çalıştığı klinikle ‘aynı mekanı kullanmışlar’ diye düşünmüştüm. İyi oldu yeniden izlemem zira az da olsa farklılıklar gördüm.

İzin verirseniz sinema konusunda azıcık çenem düşecek bu mektubumda…! Cotillard ile başladığım iz sürme işi beni Guillaume Canet ‘e(Hem oyuncu hem de yönetmendir kendisi)  götürmüştü. İkisinin birlikte çektiği üç ya da dört film var. Özel hayatlarını ve iki çocuklarını da paylaşıyorlar. Cesaretin Var mı Aşka? (Jeux d’enfants) ,Son Ucuş(Le Dernier Vol)  aklıma hemen gelenler…Ama bana göre bu şahane oyuncuyu en iyi tamamlayan erkek oyuncu: Matthias Schoenaerts…Pas ve Kemik (Rust and Bone)  filmini itiraf edeyim; durup durup yeniden izlerim. Tıpkı sizi alıp götürdüğü gibi beni de alıp bambaşka diyarlara götürüyor bu oyuncular/oyunculuklar…Yine Schoenaerts’ın oynadığı Çılgın Kalabalıktan Uzak (Far from the Madding Crowd)  filmi ile keşfetmiştim kendisini.Thomas Hardy’i fırsat buldukça okurum. Dönem filmlerini /romanlarını sevme nedenlerimden birisidir Hardy.

Her telden çalmaya çalışırım sinema konusunda. Büyülü gerçekçilik (Marquez ile okumaya başladığım ve etkisini halen derinden hissettiğim bir akım) filmlerinden (Çingeneler Zamanı, daha doğrusu Emir Kusturica filmleri diyeyim, Amelie, Pan’ın Labirenti….vs.), etkilendiğim kadar, Doğu Sineması da ilgimi çeker. Orada hem büyülü gerçekçiliği hem de masalsılığı ve tutkuyu aynı anda görebiliyorum zira. Doğu Sineması’nın o birbirinden güzel filmlerini listeler ve izlemeye çalışırım. Örneğin izlemediyseniz; Bab’ Aziz filminde inanılmaz bir yolculuğa çıkarır Tunuslu yönetmen Naser Khemir izleyicisini… Tüm filmleri öyledir bende gerçi! Üstelik hiç tanımadığım, benim için hakkında hiçbir şey bilmediğim oyuncuları izlemek de apayrı bir keşiftir…

Ah bir de Hint Sineması var ki; yönetmen Leela Bhansali, derim ve GUZAARISH (Yalvarış/Yakarı) filmindeki hemen her şeye bayıldığımı söylemek isterim… Mekânlar, oyunculuklar insanı alıp, pasaportsuz derin yolculuklara çıkarıyor. Hrithik Roshan gibi sırf erkeksi güzelliği dolayısıyla Suudi Arabistan’a girmesi yasaklanan bir adamın, tutkulu oyunculuğunu izlemek büyük keyif… Hele de işini iyi bilen Bhansali’nin elinde hamurlaşan, profesyonelken biz izleyenleri amatör ruhlarının hiç değişmediğine inandıran oyuncuları izlemek tadına doyulmaz kılıyor her sahneyi…Yalnız tabii laf aramızda, Araplara da hak vermemek mümkün değil!!!

Çok sevdiğim bir dostumla yazışırken Zeynep Oral’a, oradan da yıllar önce gerçekleştirdiği bir röportajda Eduardo Galeona’ya vardım… Son günlerde, Ve Günler Yürümeye Başladı ‘yı okudum. Beni çok etkileyen bir kitap oldu. Küçük bir paragraf paylaşayım istiyorum:

“İyi sıhhat mi? Kötü sıhhat mi? Her şey bakış açısına göre değişiyor. Büyük ilaç endüstrisinin bakış açısına göre kötü sıhhat çok hayırlı bir şeydir. Örneğin çekingenlik eskiden sempatik ve belki de çekici bile gelebiliyordu, ta ki bir hastalığa dönüşünceye kadar. 1980’de, American Psychiatric Association çekingenliğin psikiyatrik bir hastalık olduğuna karar verdi ve onu, bilimin rahipleri tarafından dönemsel olarak güncellenen Zihinsel Bozukluk Kitapçığı’na ekledi. Her hastalık gibi çekingenlik de elbette ki ilaç kullanmayı gerektirecekti. Haber duyulduğundan beri büyük laboratuvarlar bu toplumsal fobiden, bu insan alerjisinden, bu ağır tıbbi rahatsızlıktan mustarip hastalara iyileşme umudu satarak servetler kazandılar.”

Şimdi de sıra Aynalar’da. Minimalist yazarları seviyorum. Ve gönlümde başı da sanırım Galeona çekiyor. ‘Laf kalabalığı ve gevezelik etmeden nasıl yazı yazılır’ın takibindeyim anlayacağınız… Sanırım heyecanlanıyor ve bu yüzden de düşüncelerimi, aklımdaki yazının çatısını da temelinden sarsıyorum bazen… Teşhis, Tanı, Tedavi Yöntemi’ni uygulayacağım. Başarmak konusunda çok azimliyim yani.

Geçenlerde konuşmuş/yazışmıştık sizinle. Orhan Kemal Öykü Yarışması ile ilgili. Tam öykümü yollayacağım sırada beni hiç de hoş olmayan bir sürpriz karşıladı! Meğer yarışmaya tam iki öykü ile başvuruluyormuş! Azmettim ya, kararlıyım da tabii oturup ikinci bir öykü daha yazdım. İstenen şartları da tamamlayıp yolladım… Tabii tüm uyarılarınızı dikkate alarak ve Aziz Nesin ironikliğinden kaçınarak… Ama onu size yollamaya cesaretim yetmedi! Hamdım, pişiyorum kısacası… Pişmedim henüz. Yarışmanın sonucunu muhakkak size bildireceğim, sevgili Öğretmenim.

Ağustos ayının sonunda Korsan Edebiyat Dergi’mize bir e-dergi yapma kararı aldık. Deneysel bir uygulama ile benim yazdığım yazının son cümlesi ile farklı bir temada diğer arkadaşım başlangıç yaparak, yepyeni bir yazı ortaya koydu. Aramızdan yedi kişi katıldı bu çalışmaya. Bireysellikten dönüşmeye çalışıyoruz şu sıralar. Damarlarımıza değin işleyen, çağın hastalığı ‘bencillik’ den ne kadar uzaklaşırsak o kadar iyi diye düşünüyoruz…Ben yazımda, Barnabas İncili’nden bir alıntı paylaşarak yola çıktım: ‘İlk taşı günahsız olanınız atsın..’. Tam da son mektubunuzda bahsini yaptığınız konudur bu. Tek bir cümle, yazma tutkusuna sahip birine destanlar bile yazdırabilir… Her daim olduğu gibi çok haklısınız.

Okunan kitapların ya da izlenen filmlerin izdüşümü herkes için, her yaş gurubu için ne kadar da farklı. Yepyeni dünyalarda, hiç tanımadığı ve tanıyamayacağı (belki) insanlarla, maceralarla karşılaşıyor insan ve o güne değin tanımlayabildiği her şeyin nasıl da değiştiğini fark ediyor.

On üç yaşına girmek üzere olan oğlum, geçenlerde (yine!?) ben Guzaarish filmini izlerken bana eşlik etti. Filmde en temelde ‘ötenazi hakkı’ işlenirken, oğlumun çıkardığı sonuç şuydu: “Sihir diye bir şey yoktur! Sırlar vardır…”

Sevgimle ve sonsuz saygımla sevgili Öğretmenim.

Not: Mektubumun ucuna da Guzaarish filminden ‘Udi Guzaarish’ şarkısını ve bir sahne ekledim.. Keyifle umarım.

Konuklarımızın diğer yazılarına da göz atabilirsiniz.

Bizleri instagram üzerinden de takip edebilirsiniz.

Sihir Diye Bir şey Yoktur! Sırlar Vardır…

İlginizi Çekebilir
Kim yardım etsin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir