Tanıdık Yabancı

Yazan: Zeynep K.

Tanıdık Yabancı

On dört, on üç, on iki, on bir kırmızı neon ışıklarında takılı kalan gözlerini bir an için sağa çevirdi. Oysa yapması gereken bu değildi. Devam etmeliydi. Ne olursa olsun fakat içinden geçen şey hiç de böyle bir şey değildi. Kurallara bağlı yaşadığı elli yılın intikam vaktiydi onun için ve bunu göstere göstere yapmak istiyordu. Daha fazla düşünmesine izin vermediler. Arkadan sağdan ve soldan binlerce korna sesi, beynindeki düşünce merkezini felce uğratacak kadar keskin ve rahatsız edici dalgalar yayıyordu. Başını bir an için direksiyonun tam ortasına dayadı. Hareket etse bu cehennemin tünelindeki ışığa ulaşacaktı. İstediği şey bu değildi. İhtiyaç duyulan ışık, insanın içinde bir yerlerde olmalıydı. Çünkü tüm bunlar geçici bir kurtulma ve rahatlama hissini beslemekten başka bir işe yaramıyordu. Onun ise çok daha fazlasına ihtiyacı vardı. Bunu yalnızca kendisi biliyordu. İşte “çaresizlik” denen o şey de tam olarak burada başlıyordu. Yalnızca kendisinin bildiği bir ihtiyaç meselesi yine sadece onu ilgilendiriyordu. O ise bambaşka hisler taşıyor ve bazen sırf bu yüzden hayatın ona okkalı bir çelme taktığını düşünüyordu. Gözlerini kapattığında düştüğünü sanıyor, açtığında ise her şeyin olağan akışında ilerlediğini hayretle fark ediyordu. Bir an duraksayıp “Senin başına bir felaket geldi diye dünya yanmıyor. Ateş de düşeceği yerden fazlasını yakacak güce sahip değil!” dedi. Ardından acı bir fren sesiyle sarsıldı.

-Ağabey ne yaptın ya! Bu gece de aç yatacağız senin yüzünden.

Bir elli boylarında başında kovboy şapkası, omuzlarından yırtık kareli mavili gömleği, bir beden büyük siyah şortuyla ekşi bir surat seslenmişti ona. Parmaklarından birinin dışarı fırladığı çamurlu ayakkabıları üzerine düşen rengârenk parfüm şişelerinin kokusu havayı biraz yumuşatmıştı. Bir şeyler söylemesi gerektiğini düşünerek; “Sen aniden çıkmasaydın önüme bütün bunlar olmayacaktı. Hem sen bu saatte ne yapıyorsun burada? Okulun yok mu senin, nerede görülmüş trafiğin göbeğinde parfüm satıldığı? Satış iznin var mı bakalım?” Son cümlesine kendi de hayret dolu bir bakış atarak alacağı cevaba verdi bütün dikkatini.

-Zabıta mısın ağabey sen? Öyle olsan bu kadar soru sormazsın gerçi. Tezgâhı başıma geçirmek daha çok işine gelir çünkü! Olsan da fark etmez artık zaten hâsılat kendiliğinden mevta. Ödeyecek misin zararımı, sen onu söyle.

“İstersen önce senin şu yemek işini halledelim. Hem konuşuruz biraz ne dersin? Mesela adın ne, neden bu saatte ezilmek pahasına dünyanın en saçma yerinde güzel koku peşinde bir koku uzmanı gibi davranıyorsun?” Bu sözleri duyan çocuk yürü git işine dercesine kollarını sallayarak hayretle direksiyon başındaki adama bakıyordu. Sanki biri onu dürtmüş gibi omuzlarını önüne düşürerek; “Yabancılarla satış esnası dışında konuşmam yasak. Çoktan bu sınırı ihlal ettim. Paramı verecek misin, vermeyecek misin? Amma cimri adammışsın ha!” diyen bu küçük adam onu çok etkilemişti. Üzerindeki bütün o yoksulluk emarelerine rağmen bambaşka bir hali vardı. Kendine güveni, yaptığı işe saygısı bunlar bir çocukta eğreti bir fazlalıktı. “Adını..” diyebildi kısa bir süre sonra “Söylemeyecek misin?”

“Yabancı, ben senin için sadece bir yabancıyım. Öyle de kalmalıyım” diye cevap verdi. Sonra da kırık şişelerin üzerinden koşarak uzaklaştı. Bunlar onun duyduğu son sözler oldu. Daha önce hiç aklına getirmemişti. Yalnızca, çocukken yazın gönderildiği kursta “Ölüler nereye giderler?” diye sormuş, “Tövbe Estağfurullah!” diyen adamın ardı sıra bakakalmıştı. O günden sonra, en büyük prensibi sorduğu sorulara kim muhatap olup cevap verirse onun yamacında dolaşmaktı. Fakat bu çok nadir gerçekleşti. Sorduğu hiçbir soruya tatminkâr cevaplar alamadı. Ya beklentisi çok büyüktü ya da insanlar çok iyi bildiklerini iddia edip böbürleniyorlardı…

Kitabın kapağını yavaşça kapattı. Ağırlaşan göz kapakları bugünlük yeter diyordu. O ise romanın sonunu merak etmekten kendini alıkoyamıyordu. Gülümseyen yüzüyle, içeri giren hemşireye “Bugünlük uyumasam olmaz mı?” diyordu. Altıncı ayın şerefine ancak bunu yakıştırıyordu. Hastanedeki herkes nasıl olsa ailesi gibi olmuştu. Kalbi onu tıpkı romandaki adam gibi direksiyon başında yarı yolda bıraktığında daha yirmili yaşlarındaydı. Gerçi kitaptaki adamın başına ne geldi bunu henüz bilmiyordu. Garip bir şekilde tanıdık geliyordu bu adam. Okuduğu her bir satırda o günü duyumsadı. Doğum gününü kutlayacaklardı. Özel gibi görünen, ama baştan aşağı sıradanlık akan bir gündü. Göğsünden boynuna doğru onu saran, bazen boğazını sıkacakmış gibi ona sıkıntı veren ağrı yine çöreklenmişti. Emniyet kemerini gevşetti önce, böyle kurtulamayacağını biliyordu. Sol koluna giren dayanılmaz acıyı sağ koluyla yatıştırmaya çalıştı. Önce sırtından ter boşanıyordu. Arkasında da kornayı kökleyecekmiş gibi çalan bir yığın araçla şehrin ortasında zaman bir anda durmuştu. Bütün o gürültüler, sesler hepsi kesilmişti. Buğulanan gözlerini pencereye doğru çevirdi. Ağlamayacaktı, durum o kadar da kötü değildi nasılsa. İki yüz küsur kişiden sadece biriydi. Üstelik boş bir hayat sürmemişti. Hani şimdi her şey bitse, yaşamadım bu hayatı demezdi. En çok çocuklara üzülüyordu. Koşup oynayamayan, okuluna gidemeyen, kalbini bir çantanın içinde taşıyan o küçük gelişememiş kalpler, onu daha çok sarsıyordu. Bütün ışıklar sönmüş, ortalığı karanlık bir tünelin ıssızlığı kaplamıştı. Yavaşça yatağından doğruldu. Geçen gün illegal yollarla aldırdığı feneri çekmeden çıkarıp okumaya devam etti.

Sonunda bir pişmanlık kasırgasına tutulacağını çok iyi biliyordu. Bu yüzden önce olayın üzerine gitmek istemedi. Yalnızca biraz üşüyordu. Kendine gelmesi zaman aldı. Bununla yaşamayı öğrenmeliydi. Bu gerçekle yüzleştiğinden beri, tıpkı bir evsiz gibi yaşamaya başlamıştı. Bugün trafikte rastladığı çocuktan bu kadar etkilenmesi onun şu anda sahip olduğu hayatı şimdi kendisinin seçmiş olmasındandı. Arabasını parkın en karanlık köşesine park edip daha önce hiç farkında olmadığı şeyleri keşfetmeye çalıştı. Aslında onu bekliyordu. Onun için yabancı olan koku üstadı buralarda bir yerde olmalıydı. Hâlâ çok üşüyordu. Ceketini ona hibe edecek birini aradı gözleri. Baktı ki olmayacak, kazağının kollarıyla ellerini sarıp dizlerinin arasına hapsederek ısınmaya çalıştı. Yeni hayatının ilk gecesi bu parkta soğuk nevale olarak onu karşılıyordu. Bu geceye dair son sözü “Şu arabayı da en yakın zamanda elden çıkarmalı.” oldu.

-Ağabey sen deli misin, hasta mısın senin şu yaptığını ben yapmam. Mis gibi araban var. Soğukta gelmiş burada uyuyorsun. Bak bunu babam yeni yaptı. Çok beğendim ben. Yaz gününden kalma gibi insanın içini ısıtıyor. Kimyager benim babam. Bir kaza sonucu ellerini kaybetti. Eve ben bakıyorum. Aslında bu işte çok para var, ama babam izin vermiyor. Benim bunları dükkâna götürdüğümü sanıyor. Ama bilmiyor ki orada bunları almıyorlar. Sahte sanıyorlar. Bunlar hakiki koku. Ben dilenci değilim ağabey. Sen beni öyle sandın, ama hakkım olmayan hiçbir şeyi almam ben.

Şaşkın gözlerle kovboy şapkalı küçük adamı karşısında gördüğüne inanamıyordu. Sevinçle ellerini çırparak seslendi ona; “Yabancı arkadaşım hoş geldin. Ben de seni bekliyordum. Ömrümde böyle koku görmedim. Ben bunu satın almak istiyorum. İstersen arabamı sana verebilirim.” Parfüm şişesini yanına bırakıp elleriyle onun gerçek olup olmadığımı kontrol etti önce. Sonra da başında bir yara, bir iz olup olmadığına baktı. Delirdiğini düşünüyordu. Ellerini avuçları arasına aldı, buz gibiydiler. “Onu böyle göremezsin.” dedi O ise kaçmak istedi yine. “Gitme.” dedi. “Parfümleri beraber satalım. İş arkadaşı olmayı teklif ediyorum” dedi elini uzatarak. O ise çok şaşırdı tabi. “Çok saçma” dedi. Ona katılmıştı istemsizce. Ona doğru dönüp konuşmasına devam etti; “Bak benim kimsem yok, bu yaptığımın saçma olduğunu ben de biliyorum. Yalnızca, yalnız ölmek istemiyorum. Senin gibi akıllı, düşünceli, gururlu bir arkadaş istiyorum. Hatta senin böyle sokaklarda olmaman lazım, vardiyalı çalışırız. Sen okula gidersin sabah, öğleden sonra da tezgâh senin olur. Kendi dükkânımızı da açabiliriz. Ruhsatını babanın üzerine alırız. Sen de bana bu yaptığımın karşılığı olarak kazancından ufak bir pay verirsin. Borcunu ödersin. Ne diyorsun?” “Buna ben karar veremem, sen hala benim için yabancı birisin. Düşünmeyi teklif ediyorum.” dedi. Boyundan büyük konuşmalar bu çocukta bir huydu galiba. Ertesi gün aynı yerde buluşmak üzere sözleştiler. Küçük çocuk parfüm şişesini rehin bırakmıştı sözüne karşılık. Onun için bunun ne kadar değerli olduğunu bilmese, onu atlattığını düşünürdü. Arabasını satmadan önce çok daha önemli bir karar verdi. Ehliyetinde yirmi iki yıldır boş kalan “Ölümümden sonra aşağıda işaretli organlarımı bir başkasının yaşamasına yardımcı olmak amacıyla bağışlıyorum” kısmına tamamını işaretleyip dışarı çıktığında beyniyle ne zaman nerede olursa vedalaşmaya hazırdı.

Kitabı ve feneri elinden düştüğünde her şeyin bittiği hissine kapılmıştı genç kız. Onu almaya geldiklerini düşünüyordu. Aylardır kitap okumaktan başka hiçbir şey yapamamıştı. Etrafında dönüp duran insanların rüzgârı yüzüne çarpıyorken o tanıdık yabancıyı aradı gözleri. Orada onu beklediğini biliyordu. Aslında hiçbir şey değişmemişti. Birileri gelirken birileri gidiyordu o kadar. Ve hepimiz sonunda bir diğeri için tanıdık bir yabancı olmaktan öteye geçemeyecektik…

Tanıdık Yabancı

Diğer yazılara da okuyabilirsiniz.

Korsan Edebiyat’ı instagram üzerinden de takip edebilirsiniz.

Haftalık bültenimize ücretsiz abone olup gelişmelerden haberdar olabilirsiniz.

– Tanıdık Yabancı

Yazı gezinmesi

Mobil sürümden çık