Sanatla ve Sanatkârca Yaşamak
  1. Anasayfa
  2. Deneme

Sanatla ve Sanatkârca Yaşamak

0

3

“ …

– Durun, sesimi tecrübe edeceğim! İhsan’ a geçmiş günlere dön der gibi tebessüm etti ve Nevâkâr’a başladı.

Gülbünî ayş mîdemed sâki-i gülizar kû! …

     (Zevk ve içki fidanı yetişiyor, gül yanaklı saki nerede?)

Bu Itrî’nin dehası idi. …

– Oldu olacak, bari bir de Mahur Beste’yi lütfetseniz?

Tevfik Bey homurdandı:

– Mahur Beste mi? … Mümtaz’ a alayla baktı! Pekâlâ… ama yavaş sesle… ve hakikaten yavaştan makamı aradı, sonra sesi birden havalandı.

Gittin ammâ ki kodun hasret ile cânı bile…

Hayır, bu başka şeydi, burada Itrî’nin ihtişamı yoktu; demin hepsi beraber aynı şeyi düşünüyorlardı. Şimdi herkes bir kayalıkta oyulmuş taş hücrelerde, birbirinden ayrı mahpustular. İhsan;

– Itrî çok mahşerî, diye düşündü. Fakat bu da çok güzel, bir müddet sustu; hep aynı uzlet içinde mahpus olduğunu hissediyordu:

– Bazı şeylerin havasından çıkmak güç oluyor, dedi.

Mümtaz:

– Evet, güç oluyor… O kadar güç oluyor ki, bazen biz neyiz? … diye kendi kendime soruyorum.

– İşte buyuz… Bu Nevâkâr’ız. Bu Mahur Beste’yiz, bunlara benzeyen nice nice şeyleriz! Onların içimizdeki yüzleri, bize ilham edecekleri hayat şekilleriyiz.

Yahya Kemal, bizim romanlarımız şarkılarımızdır, diyordu, hakkı da var. …”

Tanpınar’dan öğrendim ben yaşamın musiki ile eş değer olduğunu, başlı başına bir sanat olduğunu ve yine Tanpınar sayesinde kavradım musikinin, sanatın insan ruhunun ne denli gıdası olduğunu.

“Edebiyat insandır.” diye yazmıştı hocam. Edebiyat insanın ifadesidir… Çünkü özünde insana dair her şeydir edebiyat. İnsan sevgisi, aşk, hırs, intikam, bir başkaldırı, isyan, hasret, ayrılıklar, kavuşmalar, hastalık, ölüm, var oluş, cennet, cehennem…  Bunlar hep insana has değerlerdir ve edebiyat insana has bu değerlerin bir bütünüdür.

Huzur romanıyla da Tanpınar baştan aşağı edebiyattır. Bir musikidir, sanattır. Okuyan her insanın o uzun, derin cümlelerin arasında kendini bulduğu, bütünüyle bir özdür. İnsanın, insanlığın özü ve hakikaten huzurdur.

Eskiye, kültüre, dolayısıyla insanın özüne hayran ve o öze has değerlerin devamlılığı hususunda da alabildiğine net bir hissiyata sahip, “Değişen şeylerden asla hoşlanmam.” diyen Loti gibi Tanpınar da bugün kaybettiğimiz, değiştirdiğimiz, belki de en başından hiç bilmediğimiz nice değerlerimize, değişerek geçen zamana, bize inat, yenilikler vaat eden geleceğe açık ama geçmişe de bütünüyle kilit vurmamak zihniyetiyle, şayet yok sayarak değil de üstüne katarak ilerlediğimizde asıl ilerleyeceğimiz inancıyla, özümüzü, değerlerimizi ilelebet yaşatma mücadelesi vermiştir Huzur romanında. Bunu edebiyatla yapmıştır. Musikiyle, sanatla…

En başkahramanlarıdır romanın Itrî, Dede Efendi, Münir Nurettin ve hepsi, diğerleri… Hafız Post, Nasrullah Vakıf Halhali, Kasımpaşalı Koca Osman Efendi, Derviş Ömer Efendi… Ne yalan söyleyeyim Itrî ve Dede Efendi dışında benim isimlerini Huzur’la öğrendiğim, küçük araştırmalarım sonucunda haklarında küçük küçük bilgiler edindiğim ve günümüz gençliğini ele alınca birçoğunun da en az benim kadar bildiği, merak ettiği, belki hiç bilmediği daha da kötüsü bilmeyi merak bile etmediği isimlerdir bunlar. Bugüne kıyasla kirlenmemiş, körelmemiş ya da daha az kirlenmiş daha az körelmiş birçok duyguya da beste olmuş, güfte olmuş isimlerdir. Tanpınar’ın deyimiyle, onlar bir kile buğdayın içinde tek bir tane olarak yaşamayı sevmiş, bilmiş insanlardır. Kendi dünyalarında yaşamayı sevmiş, eşsiz nağmelerin arasında sessizce yaşamış, sessizce ölmüş insanlardandır onlar da hocamın sessizlik üzerine yazdığı satırlarında. Özellikle günümüzün en suskun isimlerindendir onlar ama düşününce o suskunlukları dahi ne büyük bir ihtişamdır isimlerini bir yerde duyduğumuzda yahut okuduğumuzda.

Bir de Yahya Kemal… Yahya Kemal, döneminde de hayatını ulemadan uzak yaşamış Itrî için yazdığı bir şiirinde kendisinin ses tellerinin kuvvetini, eserlerindeki kudreti överken son dizelerinde de,

Ulemâmız da bilmiyor kimdi?

O eserler bugün defîne midir?

Ebediyyette bir hazîne midir?

Bir bilen var mı? Nerdeler şimdi?

Öyle bir mûsıkîyi örten ölüm,

Bir tesellî bırakmaz insanda.

Muhtemel görmüyor henüz gönlüm;

Çok saatler geçince hicranda,

Düşülür bir hayâle, zevk alınır:

Belki hâlâ o besteler çalınır,

Gemiler geçmiyen bir ummanda.

diye yazmıştır. Bence de, hakkı da vardır. Bilmiyoruz, kim? Bu sözüm yalnız Itrî’ye değildir. Yukarıda zikrettiğimiz isimlere, hatta bugün ismini o isimlerden biraz daha iyi bildiğimiz Yahya Kemal içindir de mesela ve diğerleri içindir de…

Bilmiyoruz. Kendimiz olmaktan epeyce uzak kaldığımız bu demde yavaş yavaş yok oluşumuzun adıdır aslında cehaletimiz. Yeniye, değişimlere, değişmeye o kadar açığız ki çok çabuk tüketiyoruz elimizde var olanı. Ne çabuk geride bırakıyoruz zamanı? Geçen zamanla beraber bir tarihi, kültürü, nice değerleri de söküp atıyoruz benliğimizden ve yavaş yavaş yok oluyoruz bilmeden. Tanpınar bir medeniyet ve kültür buhranı içinde olduğumuza dem vurur romanında, vakit ikinci dünya savaşı vaktidir. Öyle ki günümüzde de değişmiş çok bir şey yoktur. Çünkü ısrarla geleceğe, gelecekten de önce değişmeye, Batı’ya öylesi açmışız ki kapılarımızı bir yandan da maziye kilit vurmuşuz en kırılmazından, sıkı, sağlam bir kilit. Ama gerçek olan öyle arada kalmışlığımızdır bu işten bize kalan. Ne Batı olabildik ne de Batı’nın tabiriyle Doğu kalabildik bugüne dek. Hep Araf’taydık, iyi yalpalandık. Büyük cesaret zannımca, biz henüz batıyı nasıl kendimize örnek alacağımızı dahi bilmezken batılı rolünü öyle sahiplenmişiz ki kendimizde, rolünü, ne oynayacağını hiç bilmeden sahneye çıkmış oyuncu kadar acziyetimiz. Bilmiyoruz dedik ya, hep bilmeyişimizden.    Bugün, gerçi herkesi de zan altında bırakmamak gerekir ki bu sebeple belki de sadece çoğumuz dilimiz başta olmak üzere bir takım değerlerimizden, kültürümüzden, edebiyatımızdan, sanatımızdan, sanatçılarımızdan, hakiki bir tarih bilincinden yoksunuz ve yine herkesi zan altında bırakmamakla birlikte çoğumuzun umurunda bile değil bu yoksunluğumuz. Biz yalnızca yaşıyoruz ve unutuyoruz. Emek yoksunuyuz, emeğe saygıyı bilmiyoruz. Günümüzde yahut öncesinde birileri bir şeyler yapıyor yahut yapmış, iyi şeyler yapmış; sanat adına, insanlık adına, toprak, vatan, millet adına, aşk uğruna, vs… Bizim için ifade ettiği iki kelime, “Yapmışta ne olmuş?” Bu kadar basit bizim için. Kimse de kızmasın ama asıl biz bu kadar basitiz o iyi işler için, sanat için, edebiyat için. “Bu acizliğimiz kaçımızın boynunu bükmekte?” diye de sormadan edemedi gönlüm. Kendi kendimizi basit kılışımızdandır bugün ve yıllarca verdiğimiz savaş. Yoksunluğumuz en baştan, edebiyat insandır demiştik çünkü. Edebiyat sanattır, yaşama sanatı, edeple yaşama… Sanat bilmiyoruz. Sanatkâr değiliz.  Sanatkârca yaşamanın, küçük hesap ve israflarda kaybolmanın ayrımını yapamıyoruz. Biz bugün küçük hesap ve israflarda kayboluyoruz.

Bu kadar zor olmasa gerek. Benim kabulüm değildir. Hep deriz ya insan için nereden gelip nereye gittiğini bilmez,  bir anlamda da bu bir bahanedir. Bir nevi aklı reddedip bir kez daha acizliğe, cehaletimizin ardına sığınmaktır. Madem bir aklımız var, eh o zaman bu kadar zor olmamalı. Aklımızın da hakkını vermeli. Bilmek en önce yaşamak adına zorunluluğumuzdur. Nereden geldiğini bilmek ve öylede gideceği yolu belirlemek akl-ı selim her insanın görevidir. Şayet aksi takdirde yaşamak nedendir? Kaldı ki mesele, sanatkârca yaşamak…

Hâsılı, sanat ve sanatkârca yaşamak olunca mevzu bahis, Huzur’da da çokça zikredilen bir isim olan Yahya Kemal’i anlatmak olmuştur asıl gönlümden geçen satırlarımın en başından bu yana.  Romanımızın kahramanlarından olan Nuran’ın da kendisi için dediği gibi, bir insanın bir şehri böyle zapt etmesi, insanı hayran ediyor. Bu hayranlıktandır O’nu anlatmak isteyişim. O’nun, yaşadığı döneme, bir şehre; yaşadığı dönemin ve bir şehrin de O’na bütünüyle hâkim oluşunun büyüsünden, ihtişamındandır. O’nu bilmek isteyişimden, günümüzün insana verdiği yorgunluktan, yılgınlıktan kurtarıp da kendimi başka bir tepede İstanbul’u O’nun ile yaşamak isteyişimdendir.

Bugün yaşamımızın aceleciliğiyle, o ya da bu sebeple geçtiğimiz İstanbul sokaklarında biraz bu zamandan sıyrılabilip derine inmeyi becerebildiğimiz vakit hissettiğimiz ilk şey olacaktır Yahya Kemal’in bizden az evvel oralarda hayat bulduğu solukları, adımları ve anıları.

Yahya Kemal ki, Süleymaniye’de, Kocamustafapaşa’da, Cihangir’de, Üsküdar’da, Kanlıca’da, Küçüksu’da, Emirgân’da, İstinye’de, Bebek’de, Moda’da, Adalar’da, Yahya Kemal ki bütünüyle İstanbul’da soluklarıyla, adımlarıyla, anılarıyla, şiirleriyle, hatta yemesiyle, içmesiyle bile baştan aşağı bir sanatkâr, bir sanattır.

Sizlerle bu yazımı paylaşırken, hakkında uzun uzadıya nerede doğmuş, ne işler becermiş, nerede ölmüş diye internet aracılığıyla da çok kolay ulaşılacak bilgileri anlatmaktan ziyade, başta hocamdan olmak üzere çevremdeki değerli insanlardan dinlediğim ve kendisine olan hayranlığımı kat be kat arttıran bir-iki anısını anlatmaktır asıl istediğim.

Mesela, zat-ı muhterem Yahya Kemal, asıl adıyla Ahmet Agâh, hiç evlenmemiştir. Bir gün yolda yürürken karşılaştığı bir kadından çok etkilenir ve kendisini takibe başlar. Vapur bileti almak için satıcının önünde duran kadının konuşmasını dinlediği vakit bozuk bir Türkçe ile karşı karşıya gelince takipten vazgeçer. Böylesi Türkçe sevdalısıdır. Kaldı ki bizim bugün Türkçeyi, bizi biz yapan en büyük değeri; dilimizi hiç abartısız ayaklar altına aldığımız aşikârdır. Kemal Atalay “Alo Türkçe Neredesin?” isimli kitabında “Hangi dili konuşuyoruz biz? Türkçe mi, Türkilizce mi ya da Turkche diye ucube bir dil mi?” diye okuyucuya haklı bir sitemle seslenerek durumun acı vaziyetini çok da doğru bir şekilde ifade eder. Bugün yaşasaymış Yahya Kemal… Yaşayamazmış kuvvetle muhtemel.  Boğazlı şair yoksunluk deryamızda boğulurmuş kederinden.

Yahya Kemal, boğazlı şair… Ve insanın yüzünde bıraktığı safiyane, doyumsuz bir tebessüm, herhalde eşi benzeri görülmemiş bir Pandeli hatırası. Arabacısı Can Ali anlatır:

– Hani sizin bir Boğazlı şair var. Neydi onun adı?

Düşünüp taşındık, hangisi? Faruk Nafiz olmasın?

– Boğaz’ın ne tarafında oturuyor? diye sorduk.

Can Ali her zaman yaptığı gibi, sigarasını yakmadan evvel, tütünü koklarken güldü:

– Yok canım, öyle Boğazlı değil, dedi, boğazlı, yani boğazına düşkün…

– Rahmetli Haşim mi?

– O değil, onu da tanırım. O değil, öteki.

– Yahya Kemal mi?

Can Ali başını salladı:

– Hah o işte. Maşallah, ne de koyu vermiş enine. Benim Hudson’a bile zor sığıyor. Geçenlerde bir gün onu Beyoğlu’ndan alıp Pandeli’ye götürdüm. Yanında bir şair daha vardı. Hamdi Pınartan.

– Tanpınar.

– Hah İşte o. Beraber Galatasaray’dan bindiler. Yolda şiirler okudular. Pek anlamadım ama hoşlandım doğrusu. Pandeli’de bir saatten fazla kaldılar. Ben o lokantaya müşteri götürmeye sinirlenirim ağabey. Sokak pistir, dardır. Üstelik Pandeli’nin yemekleri malum, müşteri bir kere girdi mi, çıkmak bilmez. Bir pilav, bir pilav daha bir kadayıf, bir kadayıf daha…

– Öyledir.

– Neyse efendim, Allah afiyet versin, iki şair de karınlarını bir güzel doyurup çıktılar. Arabada Yahya Kemal Bey, ağzını şapırdatıyor:

– Vay kafir Pandeli, diyordu, o ne baklava… İnsanın dili rüya görüyor.

Bizim eski beyiti hatırladım:

Cennette de böyle tatlı olmaz,

Bir baklava elli katlı olmaz.

Hamdi Tanpınar bahsi değiştirip yine edebiyat falan konuşmak istiyordu. Fakat Yahya Kemal oralarda değildi.

– Vay kafir Pandeli diyordu, köftesi de enfesti. Kaç yamağı var onun Hamdi?

– Bilmiyorum. Herhalde orada birkaç aşçı çalışıyor.

Yahya Kemal hemen bir beyit düzdü:

Ey Pandeli, kafir, sana yüz bin kere alkış,

Kaç aşçının alın teri köftenle karışmış.

Fakat Hamdi Pınar Bey, yine bahsi değiştirerek sordu:

– Hisardaki makaleyi gördün mü, Kemal?

Yahya Kemal mırıldandı;

– Ya o pilaki neydi, Hamdi? İki tabak yedim. Şimdi iki tabak daha yerim.

– Sahi çok güzeldi.

Eminönü’ne gelmiştik. Yahya Kemal tutturdu:

– Hadi dönelim, birer tabak daha yiyelim. Olmaz mı?

– Aman Kemal, ben bir damla yiyemem.

– Sen yeme, şiirlerini okursun bana. Ben yerim, üstüne bir de kaymaklı ekmek kadayıfı…

– Ama Kemal yapma, lütfen…

Fakat üstat dinlemedi ve bana emir verdi:

– Çek Pandeli’ye…

Hadi gerisin geriye… Yarım saat daha bekledim. Geldiler, bindiler.

Yahya Kemal Bey artık soluyordu.

– Ben otele gidip yatayım, dedi, sen nereye gideceksin Hamdi?

– Ben Eminönü’nde ayrılırım senden Kemal.

Dikiz aynasından bakıyordum. Yahya Kemal karnını sıvazlıyor ve rüya görüyormuş gibi sayıklıyordu:

– Hey Pandeli… Senin heykelini yapan heykeltıraş Türkiye’nin Michelangelo’su olur. Bülbülyuvası nasıldı Hamdi?

– Enfesti.

– Enfes de söz mü? Bak hemen geliverdi:

Git Panadeli’ye, götür o yarı,

Bülbülyuvasında gör baharı.

Eminönü’ne geldik. Hamdi Bey üstadın elini öpüp, arabadan indi. Uzaklaştı. Ben Yahya Kemal’e sordum:

– Otel mi beyefendi?

– Hayır, hayır… dedi, sonra emir verdi:

– Çek Pandeli’ye!

Yahya Kemal, nam-ı diğer “Boğazlı Şair”. Kendi tabiriyle “Kökü mazide olan bir ati”… Milli Edebiyat döneminde, şairlerin aruz ve hece vezninin arasında kaldığı, başka bir deyişle şiirin bir kuşak çatışmasına dâhil edildiği bir dem de Yahya Kemal yeni kuşağı, yani hece veznini savunur ancak tek bir şiirini bu vezne uydurur, onun dışında aruza sıkı sıkıya bağlı kalır. Aruza, eski kuşağa ya da daha açık bir ifadeyle yenilikler vaat eden geleceğe açarken kapılarını eskiye, maziye kilit vurmaz. Fransa’da kaldığı süre içinde Verlaine, Mallarme ve Baudelaire gibi isimlerin etkisi altında kalır. Paris için yazılan şiirleri okudukça aklına İstanbul için şiirler yazmak gelir. Yahya Kemal’e göre İstanbul, Paris’ten daha çok hakkında şiir yazılmaya lâyık bir şehirdir. Çünkü İstanbul ki uğruna yüzyıllar boyunca kavgalar verilmiş şehir, İstanbul ki nice imparatorluklara başkent, nice şairlere, yazarlara ilham olmuş şehir, İstanbul ki Yahya Kemal’de şiir…

Öz şiiri benimsemesi ve maziye bağlılığı hasebiyle Ziya Gökalp, Yahya Kemal’e “Harâbisin harâbâti değilsin!/ Gözün mâzidedir âti değilsin!” der. Yahya Kemal “Ne harâbi ne harâbâtiyim,/Kökü mâzide olan âtiyim.” beytiyle karşılık verir. O’nu sanatkâr kılanda bu zihniyetidir. Beni kendisine hayran edende…

Yahya Kemal ki, bence şüphesiz, bugün sanatta yoksulluğumuzun ismi, kendisini yakından tanımamak, sahip olduğu bu zihniyete vakıf olamamak, cehaletimizin resmidir.

Bilmiyoruz demiştik ya, cehaletimiz bundandı hani. Bir akla sahipse madem insan, bilmelidir. Bir cehalet almış başını gidiyor, bu cehalete boyun eğmemelidir. Şayet aksi takdirde yaşamak nedendir? Kaldı ki mesele, sanatkârca yaşamak…

Yazar-Çevirmen Fransızca Öğretmeni

Yazarın Profili
İlginizi Çekebilir

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir