Hoş Görebilmek
  1. Anasayfa
  2. Öykü

Hoş Görebilmek

Ne zaman söyleyebileceğiz acaba sevdiklerimize sevgimizi? - Antoine de Saint Exupéry, 1944

0

Hoş Görebilmek

Ne zaman söyleyebileceğiz acaba sevdiklerimize sevgimizi? – Antoine de Saint Exupéry, 1944

Gün ağarmak üzere. Yine güzel bir sabaha merhaba. İstanbul’da sabah mı? Durmaksızın bir kovalamaca.

Uyandı Deniz. Kalktı yatağından ve penceresine yöneldi. Hafif dışarı çıkardı kafasını, derin bir nefes çekti ciğerlerine. Yeni bir gün kendisini bekliyordu. Girip içeri hazırlanmaya başladı. Annesi de mutfakta kahvaltı hazırlığındaydı. Giyindi üzerini Deniz ve annesinin hazırladığı muhteşem sofradan bir şeyler atıştırıp okulunun yolunu tuttu. Durağa kadar bir sürü yol, git gide bilirsen. Evin kapısından çıkar çıkmaz yan dükkanın sahibi Hasan amcayla karşılaştı.

– Günaydın Hasan amca! Hayırlı işler.

– Günaydın kızım, iyi dersler.

İyi dersler… Deniz lise öğrencisiydi. Son sınıftı gerçi ya, bir seneye kalmadan mezun olacaktı. Üniversite okuyacaktı. Hevesli, umutluydu. Sözele yatkındı kafası. En çok da edebiyata. …

Hasan amcayı selamladıktan sonra yoluna devam etti Deniz. Bir koşuşturmaca vardı sokakta. Herkes işinin telaşında. Dükkan sahipleri kepenklerinin kilitlerini kaldırıyorlar. Kimileri çoktan açmışlar dükkanlarını, geçmişler tezgahlarının başına alın teri döküyorlar. Derken kafasını hafif içeri uzatarak iyi günler diledi Deniz, Salih amcaya. Salih amca da, iyi dersler…

Birkaç adım sonra sımsıcak ekmek kokuları sardı Deniz’i. Yakmış Rüstem ağabey fırını bir bir atıyor içine ekmekleri. Kapı bacada açık tabii, tüm koku sarıyor etrafı. Devam ediyor Deniz. İşte koca bir yol. Arabaların biri gidiyor biri geliyor hiç durmaksızın hızlı hızlı. Nihayetinde ışık yanıyor, karşıya geçiyor, bir sürü insan durakta, Deniz de aralarına katılıyor. Üç, beş, on dakika derken otobüs geliyor. Deniz otobüse biniyor. Okula vardığında önce bekçi amcayı selamlıyor. Sınıfına gidiyor sonra ve gün asıl şimdi başlıyor. Dersler, ödevler, sınavlar hep birbirlerini kovalıyor. Teneffüslerde arkadaşlarla sohbet, muhabbet birbirini kovalayan sorumluluklara bir nefes, eğlence, bal, kaymak katıyor. Öyle iyi kötü geçiyor bir gün.

Bu günde geçmişti. Son dersin zili çalmıştı. Ders edebiyat. Konu kitap müfredatından farklıydı bugün. “Yazmak”ı işleyeceklerdi. Yazmak sanatını. Deniz düşündü:

– Yazmak, gerçekten başlı başına bir sanat mıydı?

Hoca anlatmaya başladı. Tabii yalnızca kendi görüşüydü anlattıkları. Haklı da olabilirdi, haksız da. Herkes katılabilirdi de katılmayabilirdi de. Yorumsuz, sadece dinledi Deniz.

İnsan yalnız sözle insandır ve yalnız sözle bağlanırız birbirimize, diyen Montaigne ile başladı konuşmaya hoca. Lafını ancak bitirmişken sınıfın haylaz öğrencilerinden Emre lafa karıştı:

– Söz uçar hocam.

Çok da yanlış söylememişti aslında. Söz uçar ama yazı kalır, dedi hoca ve asla yalan söylemez yazılar. Kalp gerçekte neyi hissediyorsa onu yazar kalem. Yazılar kalbin düşünceleridir. Söz söylerken çoğu zaman kalbimizle karar verir ve ne gelirse dilimize, her şeyi söyleriz. Bazen yanlış, bazen doğru… Çok kötü şeyler bazen, bazense en güzeli söyleriz dilimizle ama yazarken öyle ne gelirse, her şeyi yazamayız. Bu kez devredeki beyin değil, yürektir çünkü ve yürekteki vicdandır. Çok elekten geçirir her bir sözü, her bir duyguyu. Bu yüzden cesaret edemez yanlışa ya da kötü bir söze. Hep doğruya yöneltir. En azından kendi bildiği doğruya… Hep güzele yöneltir. Kendince güzel olana… Bu sebeple ki kalem, kalp gerçekte neyi hissediyorsa onu yazar. Sevdayı, hasreti, nefreti, öfkeyi, ilmi bir nakış gibi işler kâğıt üzerine. …

Böyle konuştular bir ders saati boyunca. Hoca anlattı, öğrenciler dinledi. Sırası geldi öğrencilerde görüşlerini ekledi. Zil çalmak üzereydi. Bir ödev hazırlamalarını istedi hoca öğrencilerinden. Yazacaklardı. Konu serbestti. Zil çalmıştı. Koca bir günü devirmişti yine Deniz. Okul eşyalarını topladı ve evine gitmek için durağa doğru yol aldı. Otobüse bindikten sonra yol boyunca ne yazabileceğini düşündü. Bir başlık bulmalıydı kendine ve onu açmalıydı. Düşünerek evine vardı. Odasına girdi. Gözü kitaplığında duran bir kitaba ilişti ansızın. Küçük Prens. Kralı düşündü. Kendisinden başka hiç kimsenin yaşamadığı gezegeninde, ziyaretine gelmiş Küçük Prens’ten, gezegeninin adalet bakanı olmasını isteyen kralı düşündü. Yargılayacak kimseyi bulamasan bile kendi kendini yargılarsın diyen, en zoru olsa da kendini yargılayabiliyor olmayı asıl bilgeliğe vuran kralı… Ve Saint Exupéry’i… Dünya savaşırken, “Beni savaştan çok ürküten, yarının dünyası. Bütün şu yıkılan köyler, sağa, sola savrulan aileler… Ölüm umurumda bile değil ama insanlar arasındaki ruhsal birliğin bozulmasına dayanamıyorum.” diyen Saint Exupéry’i düşündü ve yazmaya karar verdi. İnsanlar arasındaki ruhsal birliği yazacaktı. Hoş görebilmek dedi adına. Ancak hoş görmeyi öğrendiğimiz zaman insanlar arasındaki birlik sağlanacak, barış tam manasıyla hayat bulacaktı çünkü. Hoş görebilmek ki dünyanın var oluşundan bugüne insanların henüz tamamlanmamış, eksik yanıydı. Değil miydi ki hoşgörüsüzlüğün doğuşu ilk insanlardan Kabil’in kardeşi Habil’i hoş göremeyip öldürüşü? Sonrası da tarihten günümüze yansıyanlar hoş görememek adına.

Annesinin sesine irkildi Deniz. Fazla dalmıştı ödevine. Annesi akşam yemeği için sesleniyordu. Çıktı odasından ve masaya oturdu. Ailesi ile beraber yedi yemeğini hoş sohbet eşliğinde. Yemeğini bitirdikten sonra tekrar odasına geçti. Çalışmaya başladı. Bir kâğıt aldı önüne ve bir kalem tabii. Bir başlık attı önce: Hoş görebilmek.

Savaş var. Ama neyin savaşı… Neden yok. Yok yere savaş var sadece. Yok çünkü gerekli bir nedeni savaşmanın ne mantığa sığan ne de vicdana. Ölüm var pisipisine. Üç, beş insanın değil, insanlığın ölümü. Kimse göremiyor ama. Çünkü çoğu zafer bellemiş savaşı. Beklentileri, çıkarları var çoğunun. Beklentiler, çıkarlar kör ediyor insanları. Gözler kör. O çoğunluktan geriye kalanlarında vicdanları… Savaşa son verecek hiç kimse de yok yani.

Savaş var. İnsanlar ölüyor. En çok da insanlık… Hep güçlü olduğu için ya da güçlü olmak için öldürüyor biri diğerini. Zengin olmak için, daha çok mala, belki toprağa sahip olmak için. Bütün cihana adını duyurmak için… Böyle beklentileri, çıkarları var hayattan insanoğlunun. Ne zalimce beklentiler; bir de savaş, ölüm olunca yolu… Ne gariptir ki kimsenin beklentisi değil insanlık, kardeşlik, barış. Yani! Vardır belki ya ama olsalardı sesleri çıkardı. Sesler kısık. Çoğunluktan geriye kalansa yalnızca azınlık…

Oysaki çok da zor değil, tek bir sihirli sözcük. İnsanlığın zalimlik sıfatını sırtına yüklenmeden önceki özü, doğası… Öyle bir sözcük ki, sevmek; yaratılışın mayası yaratılmışın kanayan yarası…

Sevmek gerekti yani. İnsanı sevmek, doğayı… Öyle ya insanda yaratılışın özüydü çünkü sevmek. “Yok” tan değil savaş misali, “Hak” tandı. Ve sevmek beklentiye girmemekti. Gözü kapalı sevebilmek, işin özünde “Ne olursan ol yine gel.” diyebilmekti. Kucak açmak açabildiğin kadar herkese… Es geçmemek tek bir kişiyi bile…

İşte böylesi sevmek, sevmek gerekti yani. Çünkü sevince hoş görüyordu insan. En azından çalışıyordu hoş görmek, hoş görülmek için. Öyleyse sevmek, güzeli görmek gerekti. Varsa bir yanlış, hata onu da görmezden gelmek gerekti. Ama anlatmalıydı da işin hakikatini; yanlışı yanlış, hatayı hatalı bırakmamaktı. Hoş görmekti. En güzeli de affetmekti. Affetmek ki ruhun ötede taçlanışı… Affetmek ki ötede affedilişin kapısı, anahtarı… Sevmek, hoş görmek, affetmek dermanıydı bütün acıların. Kanayan yaraların, savaşların dermanı… Sevmek gerekti yani.

Sevememekten evvel, hoş görememek, affetmek şerefine erişememekten evvel durup bir kendine bakmaktı. Sorguya çekebilmek kendini… Ve en çok da adil olabilmek… Yanlışsan eğer, evet yanlışım diyebilmek, sonra doğruya yönelmekti.

 Bunlar döküldü Deniz’in kaleminden. Ara verdi biraz yazmaya. Düşünmeye başladı.

Sevmek gerekti yani. Ya biz, bu gerekliliğe ne kadar uyma çabasındaydık? Neresindeydik sevdaların? Bir başlangıç yapabilmiş miydik sahi? Ya da biraz olsun yol alabilmiş miydik? Zaten sonu da olmaz ki sevdaların. Onlar ebedi. Yol almak gerekti sevdalara. Sonsuzluğa karışmak… Özümüz bu ya!

Sahi ne zaman söyleyebilecektik sevgimizi sevdiklerimize? Hiç yalansız, yüreğimizden söküp atarcasına… İki kelime yalnızca: Seni Seviyorum. Her şeye rağmen üstelik… Görmezden gelerek her kusuru. Çünkü insanoğlu tabiatında kusurlu. Herhalde kusurlu oluşu da insanoğlunun sahip olduğu tek doğrusu. Bu yüzden kabahat bulmak boyuna değil de, kabahati örtmeye bakmalı ya insanoğlu. Hoş görmeye, hoş görüp lezzet almaya… Sevmeye ve beklentilere kapılmamaya…

Düşündü ve aynen yazdı Deniz. Devam etti.

Hoş görebilmek farklılıklarımızın farkında olabilmekti esasında. Bu farkındalıksa insanoğlunun erdemi, zenginliğiydi. Ama öylelerine çok rol biçmişti ki hayat, nicesi o erdemden, zenginlikten yoksundu. İnsan olmaktı hoş görü ve muhatap aldığını da insan yerine koymak… Siyah olmak, beyaz olmak, çok paraya sahip olmak, şöhrete, farklı inançlara sahip olmak değil; sadece bir kalbe sahip olmaktı işte, hepsi bu! Ve özünde, kalbi yaratılış mahiyetinde yaşatmaktı.

Böyle yazdı Deniz. Bir düşündü, bir yazdı. Geceyi sabah etti. Saatin alarmı çaldığında masanın başında uyukluyordu. Sese irkildi. Uyandı. Onu bekleyen yeni bir gün… Toparladı eşyalarını, hazırlandı okul için. Kahvaltısını yapıp evden ayrıldı. Dalgındı. Düşünüyordu. Ne ara bitmişti yol, anlayamadı. Okula gelmişti. Geçti sınıfına. Arkadaşları da kendi gibiydi; düşünceli. Hepsinin başka bir konusu vardı elinde düşündüğü, yazdığı. Yazmak ya bu; belki de içlerinde bir yerde coşup taşan mutlulukları, belki de içlerinde bir yerde durmaksızın kanadığı yaraları. Bilinmez ki belki hayalleri, umutları… Yazmak ya bu kalbin hissedişleri…

Hoca sınıfa girdi. Öğrenciler düzene…

– Günaydın!

– Sağ ol!

Yoklama alındı ve derse başlandı. Yoklama sırasından gitti hoca. Deniz’in sırası sonlara doğruydu. Arkadaşlarını dinledi Deniz. Kimi mutluluktan, kimi çalışmanın öneminden, okumaktan, zengin olmaktan, başarıdan… Öyle çok başka başka konulardan yazmışlardı. Deniz’e geldi sıra. Başladı Deniz: Hoş görebilmek.

Neden yok. Yok yere savaş var sadece. Yok çünkü gerekli bir nedeni savaşmanın ne mantığa sığan ne de vicdana…

Çoğu zafer bellemiş savaşı. Beklentileri, çıkarları var çoğunun. Gözler kör.

İnsanlar ölüyor. En çok da insanlık…

İnsanlık kimsenin beklentisi değil. Çoğunluktan geriye kalan azınlık… Sesler kısık…

Oysaki çok da zor değil. Tek bir sihirli sözcük… Sevmek, yaratılışın mayası, yaratılmışın kanayan yarası…

Sevmek gerekti yani. Öyle ya, insanda yaratılışın özüydü çünkü sevmek. “Yok” tan değil savaş misali, “Hak” tandı.

Sevince hoş görüyordu insan.

Affetmek gerekti. Affetmek ki ruhun ötede taçlanışı…

Sorguya çekebilmek kendini… Ve en çok da adil olabilmek…

Sevmek gerekti yani. Neresindeydik sevdaların? Sahi, ne zaman söyleyebilecektik sevgimizi sevdiklerimize?

Seni seviyorum. Her şeye rağmen üstelik.

Hoş görebilmek…

… sadece bir kalbe sahip olabilmekti işte, hepsi bu! Ve özünde, kalbi yaratılış mahiyetinde yaşatmaktı.

Teneffüs arası. Gelecek ders devam edeceklerdi. Genel olarak beğenmişti hoca okunan yazıları. Çocukların kendilerini ifade edişlerini beğenmişti. Sınıftan çıkmıştı hoca. Çocuklar bahçeye dağılmışlardı. Ders arasında bir daha ve son defa düşündü, not etti Deniz:

Ne mutlu hoş görenlere!

Ötede taçlanacakların şerefine…

Yazarın (eceeskiköy) diğer yazılarına da göz atabilirsiniz.

Bizleri instagram üzerinden de takip edebilirsiniz. 

Yazar-Çevirmen Fransızca Öğretmeni

Yazarın Profili
İlginizi Çekebilir
Sona Doğru

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir