1. Anasayfa
  2. Kitap Tanıtımları

Hasbihal


0

Hasbihal

Değerli okuyucu, sizlerle belki biraz dertleşmek biraz da Voltaire hakkında iki çift kelam etmek bu kez niyetim.

Bu dönem, okul hayatım boyunca geçen en zor dönem oldu. Bilmiyorum, belki dersler gerçekten zordu belki de ben aklımı veremedim yeterince. Daha önce de belirtmiştim gerçi fakat ilk kez bir yazımı okuyacak Korsan Edebiyat takipçisi var ise aranızda, bilsin ki İstanbul Üniversitesinde Fransızca Öğretmenliği bölümünde okumaktayım ve bu kendi rızam ile severek yapmış olduğum bir tercihtir. Bu dönem, birtakım önemli ayrıntılarıyla beraber matematikte bir formülmüş gibi ezbere ve ezbere aldığınız o kuralı soru üzerinde doğru bir şekilde uygulamaya dayalı dilbilgisinin yanı sıra dilbilimine ağırlık verişimizden, dilin daha çok derinlerine, kökenine inişimizden kaynaklı bir zorluk yaşadığım ya da zorluktan kasıt sırf benim tembelliğim belki de. Hiç çalışmadım da değil esasında, çok da tembelliğe vurmak istemiyorum bu nedenle. Aklımın aldığı kadar, ezber gücümün yettiği kadar bir de şansıma sınavlarda hocalarımın, illa ki bunu da sormazlar deyip ezberlemediklerimi sanki inadına sordukları kadar çalışmışlığım. Yine de bilgi mevzu bahis olunca boynumun kıldan ince olduğu doğrudur. Bunun içindir ki zor da olsa güzeldi mesela Bay Chomsky ile tanış olmak, Saussure ile hakeza… Dil öğrenimindeki yaklaşımlar, öğretim ilkeleri, Bloom’un taksonomisi… Hepsi yaşama dair aslında, hepsi bizden bir parça.

İnsan sonsuz sayıda kelime üretebilir der Chomsky. Çünkü dil doğuştan edinilen bir olgudur. Bu sayede biz zaten bugün öğrendiklerimizi en başından beri biliyor olmakla birlikte yeni bir kelime, yeni bir bilgi öğrendik havasına girmekteyiz ve bugün öğrendiklerimizden daha da fazlasını öğrenebilme kapasitesine sahibiz. Bilmediğimizi zannettiğimiz bilgiler aklımızın hep bir köşesinde çünkü ve mesele o bilgiyi aklımızdaki bir köşeden alıp başköşeye oturtabilmek… Bu gibi meseleler işte. Bilgi demiştik, baş tacı vesselâm, boynumuz kıldan ince.

Anlayacağınız, yeni bir dil öğrenmek eğlenceli olduğu kadar zor da. Her işte olduğu gibi ciddi bir emek istiyor. Hakkını vererek öğrenebilmek adına hiç abartısız o dil ile bir bütün olmak gerekiyor. Tabii en başta sevgi istiyor. Sevgi ve öğrenme azmi… Bir de öğretmenlik mevzu var işin. Bu mevzu hakkında bildiğim tek ama en gerçekçi bilgi öğretmenliğin her yiğidin harcı olmayışıdır. Bundan sebep öğretmenliği en azından şimdilik bir tarafa bırakıp yalnızca Fransızca ile devam etmek taraftarıyım muhabbete.

Yazdıklarımı okurken sıkılın istemem, bunca kelamın ardından “Voltaire ne alaka?” diye soracaksınız. Bu dönem dilbilim, öğretimde temel ilke ve yöntemler, sözcük bilgisi, yaklaşımlar gibi derslerin yanı sıra Fransız Edebiyatı dersi de gördük. Edebiyat ki şüphesiz her koşulda başımın tacı… Önce Sthendal okuduk; Le Rouge et Le Noir (Kırmızı ve Siyah). Sonrasında Voltaire ağırlıklı olmak üzere o kadar kitap-yazar adı sundu ki hocamız bize velhasıl biz de okumamız gereken o kadar kitabın arasından derste hocamızın eşliği ile başlayıp devamını da kendimiz getirmemiz koşuluyla Voltaire’i okumuş olduk. Yani en azından ben gerçekten okudum. Yalnız Candide’in hikâyesini değil, bizzat Voltaire’i, az çok yaşadığı dönemi hep okudum, üstelik bundan öncesinde de bilerek okudum. Finalde ise hoca sağ gösterip sol vurdu ya da tam da dediği gibi yaptı. Candide’den iki, üç sayfalık bir kısmı ele alıp anlama-yorumlama tarzında bir soru ve ikinci bir soru olarak da herhangi bir konuda argümantatif bir metin yazdıracağını söylemişti ki tam anlamıyla kitabın kendisini sordu. Arkadaşlarımın tepkilerinden de yola çıkarak söylüyorum ki ilk sorudaki bu kadar ayrıntı beklenmedik bir davranıştı, haliyle biraz afalladık ama ne yalan söyleyeyim hoca haklıydı da böyle sormakta. Onun yerinde olsam ben de böyle bir davranış sergilerdim belki öğrencilerime. Niyeti gerçekten kitabı okuyup okumadığımızı anlamaktı ve biz öğrenciler ya da herkesi de zan altında bırakmayalım ki bazı öğrenciler, bazen tembellik yapmıyor değiliz. Kaldı ki teknoloji çağında. Tek bir “tık” ile bir kitabın özetine hatta hakkında yazılıp çizilen bir makale, haber, film tarzı birçok çalışmaya kolaylıkla ulaşma imkânı varken ve bu çalışmalar daha pratik ve belki biraz daha keyifliyken bir kitap için sahaf sahaf dolaşmak, o kitabı sayfalarca okumak, okuduğundan anladığın kadarıyla bir özet çıkarmak, ilk imkâna nazaran daha çok çaba sarf etmek neden? İşte o sınav sorularını hazırlarken edindiği dert buydu hocamın. Çok fazla ayrıntıya girmişti. “Candide’in yaşadığı şatonun adı nedir? Bu şato nerededir? Candide’in sevdiği kızın adı nedir? Kıza hikâyenin sonunda ne olur? Candide’in arkadaşları kimlerdir?” tarzında birkaç tane, okuyana gerçekten kolay ve bu kitap için gerçekten fazlaca ayrıntı olan soruları tek bir soruda ve bizim sınavımızın ilk sorusunda bir araya toplamıştı. İkinci sorumuz ise konunun özü olan, kitabın son cümlesini yazmak, kendi yorumlarımızla konuya açıklık getirmekti. “Il faut cultiver notre jardin.” Kendi bahçemizi ekmeliyiz.

İlk sorudan yaptıklarımda oldu yapmadıklarımda. O ilk sınav psikolojisiyle tam anlamıyla fazla ayrıntı ve hatta gereksiz sorulardı benim için. Çünkü kitabın sonunu ve okuyucuya vermek istediği mesajı daha önceden biliyordum. O mesaja odaklı okudum hikâyeyi de aslında bütün ayrıntısıyla. Bu sebeple sanırım, biraz da sınav stresiyle mesaja odaklanıp unuttum o ayrıntıları. Ne kadar çok kullandım “ayrıntı” kelimesini. Bu kelime hakkındaki görüşümse, aslında ayrıntıların her zaman önemli olduğu, hatta çoğu zaman işin özü olduğu doğrultusundadır. Ayrıntılardan yola çıkıp bütüne varmaktır çünkü mesele. Ayrıntı yoksa bütüne de ulaşmak zordur.

Velhasıl, eğer kitabın bu ayrıntılarını biraz daha açacak olursam, her bir ayrıntı tek bir noktada bütünleşip Pangloss’un iyimser dünyasını oluşturur. Üzerinde yaşadığımız dünya olası en iyi dünyadır. Pangloss böyle nasihat eder öğrencisi Candide’e. Candide kelime manası olarak iyi, saf, temiz gibi anlamlar taşımaktadır. İyimserlik üzerine yazılmış olan bu kitabın adı da buradan gelmektedir. Kitabı okuyanlarınız da bilirler ki, hikâyede olayların ardı arkası kesilmez, hani “Çok şey gördüm, geçirdim ben bu hayatta.” gibi bir tabir vardır ya bilmem duydunuz mu, daha çok büyüklerin dillendirdiği, onun gibi işte; yaşadığı hayatta çok şey görüp geçirir Candide. Yaşadıkları hep acıdır ama mutlak bir güzellik de vardır yaşadığı her acının sonunda. O dünyanın olası en iyi dünya oluşunun sırrı da buradadır. Böyle bütün ayrıntı kısaca, hikâyeyi okumayanınız varsa daha da ayrıntısını kendiniz okuyun dilerseniz. Sanırım ben daha da ayrıntıya inmeyi yine başaramayıp genel anlamda Voltaire ve Candide’i üzerine yazmayı devam ettireceğim.

Öyle ki, Voltaire’in bu eserinde değindiği asıl mesele Leibniz’in iyimserlik felsefesidir. Voltaire, karakteri Pangloss aracılığıyla Leibniz’in iyimserlik görüşüyle dalga geçer. Leibniz’e göre bir üst paragrafta da değindiğimiz gibi yaşadığımız dünya en iyi dünyadır. Çünkü her şeyi bilen ve dolayısıyla her şeye gücünü yetirebilen Tanrı yaşıyor olduğumuz hayatı güzelliklerinin yanı sıra kusurlarıyla da yaratmışsa bu bizler için en iyi, en doğru olanıdır. Aksi takdirde her şeye gücü yeten Tanrı daha başka, hiç kusursuz bir dünya yaratma gücüne de sahiptir.

Leibniz, Tanrı’nın eylemlerinin her zaman iyiye doğru devindiğini savunur. Tanrı böyle yapmak için herhangi bir mantıksal zorlama karşısında değildir. Leibniz Tanrı’nın mantık yasalarına aykırı iş yapmayacağı, ancak mantıksal açıdan olası olanı buyurabileceğini savunur.*

Voltaire’in Leibniz’in bu görüşüne karşı tutumu, kendisini körü körüne bir reddediş değildir.

Eğer Tanrı en iyi olana doğru deviniyorsa, ilk başta her şeyi önceden görememiştir. Yaptıklarının kimisi yanlış çıkabilir. Bu yanlışlıklar yeryüzündeki bütün canlıları olumsuz etkiler. Bu görüşe göre, evrende iyiye doğru giden bir evrimi kabul etmek gerekir. Voltaire’e göre bu evrim, insanın kendi aklı, kendi etkinliği ve istenciyle olacaktır.**

Bu görüş ile Candide’den yola çıktığımız vakit Voltaire “Il faut cultiver notre jardin.” demeye getirir sözü ve sınavımızın bir diğer sorusu…

“Kendi bahçemizi ekmeliyiz.” der Voltaire. Bunu hikâyenin en sonunda Türk bir bahçıvandan öğrenir. Bana kalırsa esasında doğru bir görüştür ama olayı iyi kavramak gerekir. Sırf kendimize dönük kaldığımız vakit başkalarına olmadığı gibi kendimize de bir faydamız olmayacaktır. Bahçemiz ekildiği ile kalacaktır. Biz yorulduğumuzla… Oysa emeği karşılığında bir verim almak ister her daim insan. Hakkı olan da budur.

Hikâyeyi baştan almadık ancak bu görüşü, Pangloss’u, Candide’i kısaca Voltaire’i; işin “bence” sini sizlere daha iyi açabilmek için hikâyenin sonuna değinmek şimdi niyetim.

“Tüm olaylar, olası dünyaların en iyisinde birbirine zincirlidir. Çünkü işin sonunda eğer siz Matmazel Cunégonde’un aşkı için kıçınıza iyi bir tekme yiyerek o güzel şatodan kovulmasaydınız; eğer Engizisyona girmeseydiniz; eğer Amerika’da yaya dolaşmasaydınız; eğer barona iyi bir kılıç darbesi vurmasaydınız; eğer güzel Eldorado ülkesinin tüm koyunlarını yitirmeseydiniz, burada kaymaklı kabak tatlısı ve fıstık yiyemezdiniz.” der Pangloss Candide’e. Candide, “Bu sözler güzel ama kendi bahçemizi ekmeliyiz.”***

Pangloss kadercidir. Candide ise kaderi reddetmemekle birlikte akılcıdır. Bana kalırsa bu konuda her ikisi de az biraz haklıdır. İstese çok daha iyi bir dünyayı yaratma gücüne sahip olan Yaratıcı, ahsen-i takvim sıfatıyla yarattığı insanoğlunu imtihana sokmak için, insanı da beraberinde bütün dünyasını da kusurlu yaratmıştır. Kusurları aşıp güzel olana ulaşabilmekse imtihanın sırrıdır. Kaldı ki Yaratıcının zaten var ettiği çok daha iyi, hatta sırf kusursuz bir dünyaya da insan bu sırra vakıf olabildiği takdirde erişecektir. İşte aklın devreye girdiği nokta tam da burasıdır. Aklı aracılığıyla insan yanlışı doğrudan, çirkini güzelden ayırıp hakikate erişecektir. Yaratıcının hak olan son kitabı Kuran’da da emrettiği üzere insan; bilhassa kendini, muhatap aldığı diğer insanları, baştan sona kâinatı, kâinatı birebir dengede tutan fenni bilimlerle birlikte din bilimlerini de okuyarak, akıl ederek, akıl ettiğini kalbi ile de tasdik ederek hakikate, bununla birlikte zamanı geldiğinde kusursuz bir dünyaya da varmış olacaktır. Bu sebeple evvela kendi bahçesini ekmelidir insan. Ektiğinden de oldukça başarılı bir verim almalıdır. Hikâyede bahçıvan bu işi dış dünyadan uzakta, daha çok kendi içinde gerçekleştirmektedir. Bu işten sağlanacak verim insanın kendiyle birlikte çevresine de sunacağı faydadır. Aksi takdirde yukarıda da sözünü etmiştik ki, yalnız kendimize dönük kaldığımız vakit, belki daha açık bir tabirle yalnız kendimiz pişirip kendimiz yediğimiz vakit davranışımız bencillikten öteye gitmeyecektir. Etrafımıza faydalı olmadığımız takdirde kendi kendimiz için de bir fayda sağlayamayız demektir. Bahçemiz ekildiği ile biz yorulduğumuzla kalırız demektir. Emeğimizin hakkını alabilmek adına önce kendimizi geliştirmeli sonra çevremizi geliştirmek için o çevreye dönük hareket etmemiz gerekmektedir.

Bu kadar uzun lafın kısası, okumayanınız var ise kitabı okuyun kıymetli dostlar. Kendi bahçenizi ekebileceğiniz, verim alabileceğiniz sizler kadar kıymetli bir kitap. Siz okurken de ben, öğrencinin sanırım en can kurtarıcı dostu “büt” lere sarılayım sımsıkı. Buna da iyimser bakabilmeli tabii, belki bahçemi daha verimli ekmeme vesile olabilirler.

Sevgi ve muhabbetle…

(*) Russell, Batı Felsefesi Tarihi, Yeni Çağ, s.185

(**) Voltaire, Candide ya da İyimserlik, Çeviri: Hüseyin Portakal, Cem Yayınevi. (Hasb-i Hal)

(***) Voltaire, Candide ya da İyimserlik, Çeviri: Hüseyin Portakal, Cem Yayınevi. (Hasb-i Hal)

Yazarın (eceeskiköy) diğer yazılarına da göz atabilirsiniz. (Hasb-i Hal)

Bizleri instagram üzerinden de takip edebilirsiniz. (Hasb-i Hal)

(Hasb-i Hal)

Yazar-Çevirmen Fransızca Öğretmeni

Yazarın Profili
İlginizi Çekebilir

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir