1. Anasayfa
  2. Eski Yazarlardan

Geçmiş Olsun

Yazan: Zeynep K.


0

Geçmiş Olsun

Beynindeki uğultulu seslerin eşlik ettiği adımlarını biraz daha sıkılaştırdı. Hep böyle oluyordu. Gecenin bir vakti o koyu karanlıkta, ürkerek, korkarak bakıyordu etrafına kimi zaman görmeyi umut ederek, kimi zaman gördüğünü zannederek… El yordamıyla vidaları gevşemiş, kenarları fazla kullanılmaktan aşınmış masasını buldu. Sandalyesi de son hesaplamalarına göre yakınlarda olmalıydı. Eskiden masanın üzerine öylece kurulmayı daha çok seviyordu, güçlü hissediyordu o zamanlar, özgüveni de onu olması gereken yerde bekliyordu. Ortalama standartlara göre yalnız sayılmazdı. O yaşadığı bu durumun adını “yalnızlık” gibi basit bir ifadeyle geçiştirmek istemezdi. Ona göre, yalnızlık adı üstünde tek kişilik bir hükümranlıktı. Onun yaşamında ise iktidar hiçbir zaman onun olmamıştı. Ellerini masanın üzerinde gezdirmeye devam etti. Önce parmaklarını pürüzlü bir zemin yaladı. Sonra ince uzun soğuk bir metale çarptı. Boyu uzun, hatırı sayılır enli bir gövdesi ve başında silmeye yarayan bir şapkası vardı. Aradığı şey bu da değildi. Yoluna devam etmeye karar verdiğinde, bu kez bir kitap takıldı parmaklarının ucuna. Elinin tersiyle onu geri itti. Pişman olup onu avuçları arasına alması uzun sürmedi. Yavaşça bulunduğu yerden kaldırdığı kitabı burnuna yaklaştırıp, başını yukarı doğru kaldırıp kokusunu içine çekti. “Bu insanlar seni de tüketmiş, eskimiş ve yıpranmışsın.” diyebildi. Yeni olsaydı buram buram herkese tanıtırdı kendini oradan biliyordu. Yavaş yavaş silikleştiğini hissettiğinde başlamıştı her şey. Ait olamıyordu. Yeryüzü onu koynunda barındırmıyordu. Oysa onun da yeryüzüyle pek bir bağı yoktu. Bu dünyada her şey karşılıklıydı bunu biliyordu. İçine sinmeyen bir şeyler vardı yine de. Son zamanlarda aynaya baktığında gördüğü kimse ona hiç benzemiyordu.  Nihayet sandalyeye ulaştı. Bir ayağı kırık olan bu sandalye onu bu dünyada çekmeye razı olan tek şeydi. “Bu kadar mı dibe vurdun be?”  dedi. Hem de herkes duysun diye öfkelenerek “İçimden ne geçiyor biliyor musun? Sana tekmeyi basmak, canını yakmak, canın cehenneme duyuyor musun beni? Canım cehenneme…”

Bir şiir tutturdum yine, sen duymadın evvelce de duymazdın, saçma gelirdi sana böyle şeyler ama ben yazınca güzel derdin anlamadığını bilirdim. Sen de aksini iddia etmezdin ama dinlerdin sonuna kadar… Gözlerin dalar, bazen dolardı ben öyle anlardım ortaya çıkanın saçmalık derecesini, başka da kelam etmezdik…

Benim de bir canım varmış

Düştüğümde anladım

Çocuk da değildim üstelik

Ağlayamadım..

Benim de bir canım varmış

Yandığında anladım

Yağmur da yoktu üstelik

Kurudum kaldım..

Düşmek dediğin, keşke benim mazgalın boşluğunu fark etmeyip ayağımı boşluğa kaptırmam kadar olağan ve sıradan bir şey olsaydı. Fakat ikimiz de biliyoruz ki asıl düşmek bu değildi. Asıl düşmek senin gözünde, gece uyku haline geçiş safhalarında ruhunun bir boşluğa atılırken, birden sıçramasıydı. Sonradan öğrendim beynin öldüğünü sanıp, seni kontrol etmek için böyle uyarırmış. Dedikodu yapmak için kolunu çekiştiren Asuman Teyze gibi, burada olsan o “öyle değil beynim bile bana benden daha çok sahip çıkıyor demek “ derdin. Acıdan katmerleşmiş çizgilerin arasından, bir gülme alırdı yüzümü,  bana göre ise düşmek yokluğa alışma haliydi. Hep yaptığımı iddia ettiğim ama hiç başaramadığım. Kendi içinde çelişkiye düşmekten başka neyle izah edilirdi ki bu…

Gir gir devreye gir dış ses bizi anlat onlara yazalım dostluğun tanımını yeniden, aniden koyup gidiverenlere hain demeden bir kere daha düşünmeye davet edelim tüm insanlığı…

Cemil, 25 yaşlarında orta boylu, seyrek sakallı, uysal mizaçlı, kırmızı renge fobisi olan, yazmayı hiç bir şeye değişmeyen, Türk standartlarına uygun bir gençti. İnsanlarla arası pek iyi olmadığından romanlarındaki, şiirlerindeki karakterle konuşmayı daha çok severdi. Karanlık bir dünyası vardı, bu dünyayı aydınlatmasına tek izin verdiği gerçek insan da Güntaç’dı. İnsan kendisi gibi olandan ziyade uçarı olana bulaşmayı daha çok seviyordu ona göre. Güntaç, Cemil’in yanından yöresinden geçemeyecek bir mizaca sahipti. Yani uzaktan bakan, hadi canım sen de bu naif adamın bu serseriyle ne işi var derdi. Oysa karakter meselesine dönüşmeden önce, serserilik bir ruh meselesiydi. Buraya nereden mi geldik hemen anlatalım;

Cemil, elindeki bastonla her zaman yaptığı gibi sarı şeritlerin de yardımıyla otobüs durağına doğru yönelmişti. Havadaki bulutların niyeti bozacağını önceden sezdiğinden şemsiye koltuğunun altında hazır bulunuyordu. Cadde bugün kalabalık olmalıydı. Kulağına kadar gelen ses armonileri bugün farklı telden çalıyordu. Derken çıkan hafif bir rüzgâr, yağmur damlalarının önünü açtı. “Önden buyurun efendim” dedi. Sonra mahcupça etrafına bakındı. Bu iyi haberdi, kimse fark etmemişti. Bu rahatlama hissi arkadan hızla sırtına çarpan bir omuz darbesiyle son buldu. İşte suyla bu kadar erken buluşmuştu. “Kör müsün önüne baksana be adam” diyecekken ya sabır çekip kalkmaya çalıştı düştüğü yerden. Etraftan koşuşan ayak sesleri rahatsız etmişti. “Panik yok iyiyim ben, çekin kirli ellerinizi üzerimden. Ben onlarla kirletilemeyecek kadar temiz bir insanım.” İşte yine bir roman kahramanı içinden fırlayıp çıkmaya çalışıyormuş gibi montunun sararmış yakalarını birbirine kavuşturup adeta onu içeri hapsetti.

-Tabi ki bize ihtiyacınız yok ama yağmur damlaları altınızda ezilmeye devam ediyor. Onları özgür bırakalım isterseniz bana elinizi verirseniz, bu işi daha çabuk halledebiliriz.

Ne oluyordu yahu deli mi ne, sana ne be adam? Bir dakika bir dakika, hiç öyle bir şey yok uydurma dış ses ben gayet de hoş bir nazarla kabul ettim dostumu hayatıma; ne demişler deli deliyi çeker.

Daktilosunun üzerine birkaç damla gözyaşı düştükten sonra kaldığı yerden devam etti. O günden sonra Güntaç ile günde en az üç öğün görüşür olmuştu. Beraber hikâyeler uydurur. Kâh mafya babası, kâh çulsuz genç, kâh bulaşıkçı kadın, kâh daha doğmamış bir bebek… Hepsini bir çırpıda yazarlardı. Cemil söyler, Güntaç işine nasıl gelirse öyle yazardı. Bir gün yokluğumla sınanırsan başının çaresine bakmalısın derdi. Daktiloyu da o öğretmişti. Aslına bakılırsa şiirle, edebiyatla hiç arası olmamıştı. Daha çok mürekkep değmemiş hayaller peşinde koşmayı severdi…

-Ne hayal ediyorum biliyor musun demişti bir keresinde; gökyüzüne çıkmak, bulutların üzerinden dünyayı seyre dalmak ne güzel olurdu değil mi?  Hangimiz daha küçüğüz görürdük o zaman.  Dünya nasıl bir yer çok merak ediyorum. Bu üzerinde durduğumuz şey başka bir şey bence. Ben buraya ait değilim. Varlığımın kimse farkında değil, kimse de umurumda değil. Sen yalnız kalma diye ben de buraya tıkılıp kaldım. Anlıyor musun? Benim derdim yazdıklarınla değil, bana yazdığın sonla ilgili… Sorun şu ki; Güntaç çok hayalperest biriydi. Benim bile sınırımı zorlayacak hayalleri vardı. Ama o benim dostumdu, ona başkalarına davrandığım gibi davranamazdım. Lakin bu dünyada acı çekiyordu. Bunu da görmezden gelemezdim. Bir takım sesler duyuyorum, apartmanın kapısı yavaşça kapandı. İkinci katın balkonunda birileri çekirdek eşliğinde, muhtemelen çayda var, kahkahaları ile göğü inletiyorlar. Karşı dairede ışıklar kapalı, titrek bir mum ışığı perdeden sızıyor romantiklik peşinde koşanlar da bugün bizimle. Ben inadına yalnızım. Güntaç gelmedi gelmiyor artık. Göz kapaklarım gittikçe ağırlaşıyor. Bir müddet sonra, oldum olası haz etmediğim bir gıcırtıyla odanın kapısı açıldı. Hâlbuki daha geçen gün yağlamıştım. Bir el sanki bana doğru uzanmış gel işareti yapıyordu sonra vazgeçti, o bana geldi yavaşça pencereyi araladı. Rüzgâr yüzüme çarpınca anladım o gelmişti. Hiç bir şey sormadım. O da zaten konuşmadı. Yeryüzünde bir çift gözüm oydu. Ne de olsa bana anlatacakları vardı. Sessizliğinden anladım, rüzgâr gittikçe kendini hissettirmeye başlayınca nerede olduğumuzu kestiremedim. Ama hissedemiyordum aitlik duygum yerinde yoktu.

-İşte gökyüzünün en yukarısındasın, aşağı doğru gözlerini süzüyorsun, çok tuhaf…

Çünkü her şey çok karışık, oysa düşüncende her şeyin bir düzeni var. Her şeyin bir adı ve her şeyin bir sebebi var. Ama buradan bakınca her şey darmadağın, bir düzenin içinde gibi ancak bir o kadar da karmakarışık, işte yine aynı şeyi yapıyorsun. Ait olduğun yeri bulmaya çalışıyorsun. Bir de buradan oraya bakmaya çalışıyorsun. Dün sorsalardı, oradan kurtulmak için can atıyordun. Öyleyse neden, gökyüzünün en üst katına çıkmışken, hala orayı arıyorsun? Çünkü oraya aitsin, çünkü senin yerin orası… Bana bir iyilik yapar mısın dedi yüzü yarım ay gibi yarı karanlık yarı aydınlık sözleriyle kalbimin tam ortasına ateş etmekti niyeti…

Ona bir iyilik yaptım, rüyamdan uyandım. O da kendini boşluğa bıraktı. Düşmeyi sınamıştı beynini de yanına alarak… Hayattaki tek arkadaşı bana da böyle veda etmişti. Hiç gelmemiş gibi gitmesine izin verdim. Hep yaptığımız gibi, bir düzenin en düzensiz nameleri olup bu da geçerleri kattım önüme, geçmişti, olsundu, geçti sansınlardı, iyiydim vs.

Düşünmeden edemiyorum bu köhne dünyanın hangi ucuna sakladılar seni? Hayatı bu kadar severken, sonra onunla nasıl kanlı bıçaklı olunur, onu öğretip öyle gitmiştin ne de olsa. Peki, buna kızılır mı? Yok canım olsa olsa geçmiş olsun denir. Geçmiş Olsun… Ya da geçirenler sağ olsun…

Sitemizdeki diğer öykülere de göz atabilirsiniz.

Bizleri instagram üzerinden de takip edebilirsiniz. Geçmiş Olsun öyküsü

Geçmiş Olsun

İlginizi Çekebilir

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir