Bir Yolcu
  1. Anasayfa
  2. Deneme

Bir Yolcu

0

Deneme: Bir Yolcu

İşte aklı akıllara şayan bir yolcu size… Kendi küçük dünyasında bâtın olanı yakalayabilmiş, hikâyenin özünü kavramış ama bu yolda verdiği mücadelede hep bir başına kalmış yalnız bir yolcu. Küçük bir yolcu ve onun küçük yolculuğundan küçük küçük alıntılar…

Masmavi gökyüzünün altında bir yolculuk hikâyesiydi dünya. Gelip geçiyordu zaman, mekân, madde ve insan. Normal olamazdı. Garipti. Alabildiğine çetrefilli. En büyük muamma…  Yine de çözülmesi çok da zor değildi aslında. “Zahir” in mutlak bir “Bâtın” ı vardı ve bütün mesele o “Bâtın” ı yakalayabilmekteydi, hepsi bu. Hikâyenin özü…

Kahramanlarımızdan yükümlülüğü en çok olandı insan. Sahip olduğu aklıyla hepsinin en üstüydü ama mahkûmiyeti de özünden gelirdi. Zamanda, mekânda ve maddede mahkûmdu insan. Çünkü zannımca aklıda kısıtlıydı. Bir yerden sonra aklın almadığı güzelliklerin yahut bilinmez, belki de zulmün davetkârıydı esasında dünya ve akıl insana sunulan bu dünyanın ötesini kavramakta yetersizdi. Evvela davete icabet etmesi gerekirdi ki; bilsin insan, kavrasın. Onun da herkes için önceden belirlenmiş ancak zaman mevhumunda gizlenmiş bir vakti vardı. Ne yapmalıydı ki insan? O halde, o vakit gelene dek aklını yetirebildiği kadar kendi yolunun yolcusu olmalıydı.

Örneğin, bilinmezlikte yaşayan insanoğlu bilseydi ki önünde garanti yaşayabileceği elli üç dakikası var; o vakit bir çeşmeye doğru yol almalıydı. Susuzluktan çatlamış sinesine, susuzluktan çatlayan bütün sinelere merhem bulabilmek için, merhem olabilmek için. “Bugün dünyanın en ıssız köşesi ruh, susuzluktan ölüyor insan.” diyordu çünkü Saint Exupéry. Hapsolduğu kendi dünyasında yavaş yavaş ölüyordu insan. Bu olmamalıydı. Var olduğu süreç içerisinde bu dünyada, diri kalabilmeliydi insan.

Üç yapraklı bir çiçeği yoldaş etmeliydi kendine. Belki de ona özü verecek, kavratacak olandı küçük, üç yapraklı bir çiçek. Bir kuvvetle köklerine sarılmalıydı o çiçeğin. Olur ya, öyle varabilirdi belki insan kendi köklerine. Ve böylece utanırdı çiçek. Gerçi haksız da sayılmazdı ya, yine de meselenin özüne inince insanlar hakkındaki görüşünde yanlıştı çiçek. “Onları rüzgâr gezdirir. Onlar köklerinden ayrıdır. Bu durum onlar için çok acıdır.” diyordu insan için. Bilmiyordu ki, insan, bedeninin sol üst köşesinde küçücük ama mahiyeti bütün bir hayata bedel kalbiyle vardı ve insanda işin özüydü, insanın hayata saldığı köklerin merkeziydi o kalp. Çiçeğin köklerinden toprağa sarılıp hayat bulması gibi insanı da hayata bağlayandı kökleri. Biri bağlanmak mı dedi?

“Sahi, ne zaman söyleyebileceğiz sevdiklerimize sevgimizi?”  böyle dert edinmişti kendine Saint Exupéry. Sevmeyi dert, dava bellemeliydi ve öyle de sımsıkı bir bağ kurmalıydı hayatla. Alışmalıydı. Hep güzel olana, mesela en çok sevmeye ya da insan insana alışmalıydı belki de. Güzel bir iletişime, dinlemeye, anlamaya, konuşmaya, hoş görmeye, saygı duymaya ve her koşulda sevebilmeye alışmalıydı insan başka bir insanı. Bu güzel alışkanlıkları kendine adet edinmeliydi.

Sonra sahip olmalıydı insan milyonlarca yıldıza ama bunun kendisine maddi bir zenginlik getirmeyeceğini bilmeliydi ki, zaten sahip olmakla, olmak arasındaki fark buradan gelirdi. Belki de en çok bu konuda yanılmıştı insanoğlu var oluşundan günümüze dek. “Etre quelque chose ou avoir quelque chose…” Farkına varabilmeliydi insan. “Bir şey olmak ya da bir şeye sahip olmak…” Bir şey olmakla değil, hep bir şeylere sahip olmakla meşgüldü insan ve sanırım bu meşgalesiydi kâinatın var oluşundan bu yana verdiği savaş. Kazananlar ve kaybedenler… Hakikatte kazananın olmadığı kaybedeninse her defasında insanlık olduğu, “insanların ruhsal birliğini bozan” diye tanımladığı Saint Exupery’nin, zalim savaşlar, insanda farklılığın, farkındalığın ve dolayısıyla zenginliğin katliydi. Sahip olma arzusunda olmamalıydı yani insan. En önce olmalıydı. İyi bir insan olmalıydı mesela. Kendinin bilincinde, çevresinde olup bitenin bilincinde… Duyarlı olmalıydı. “Tu deviens responsable pour toujours de ce que tu as aprivoisé.” Sorumluydu çünkü ister istemez insan. “Alışkanlıklarına karşı, sevdiği başka bir insana, maddeye, zamana, mekâna karşı –gönlünde evcilleştirdiklerine, kendine adet edindiklerine karşı Saint Exupéry’nin tabiriyle- sorumluydu insan.” Yıldız olmalıydı, gülmeyi bilen, bâtını özünde eritmiş… Yıldızlara sahip olmalıydı. Gülen yıldızlara. Arkasında bâtın olanı saklayan ve baktığında onu yakalayabileceği yıldızlara sahip olmalıydı insan. Bütün mal varlığı bu yıldızlar olmalıydı insanın. Ve insan en iyi kendine hükmedebilmeliydi. Herkesten evvel kendini yargılayabilmeli… Adil olabilmeli…

En olmadı bir tilkiyi dost edinmeliydi kendine. Zannımca zekâlarıyla insanında üstündelerdi onlar şayet bundandı “tilki gibi kurnaz” benzetmesi insan için. Ah bilinmezliğin içinde en bilinmez insanoğlu!!!

O halde bir tilkiyi dost edinmeliydi insan. Kendisine hikâyenin, hakikatin bizzat özünü verecek bir dostu dost edinmeliydi insan. “On ne voit bien qu’avec le coeur. L’ essentiel est invisible pour les yeux.” diye öğütlememiş miydi tilki? “Gerçekler gözle görülmez. Sadece kalbimizle iyi görürüz.” Azıcık kalbiyle görebilmeliydi insan gerçek olanı. Maddeden sıyrılıp ötesini, görünenin arkasında var olan gizemi çözebilmeliydi. Böyle bir akılla kendi yolunun yolcusu olmalıydı insan.

Daha uzar gider bu yolculuk böyle ama şimdilik ancak bunlar döküldü kalemimden. İnsana vereceği akıl bitmez Saint Exupéry’nin. Onun yolu küçük ama uzun, ama hak. Kısmetse yine çıkarız onunla yolculuğa. Benim için doyumsuz bir lezzet, herkeste de öyle olması umuduyla…

Sevgi ve muhabbetle…

Yazarın (eceeskiköy) diğer yazılarına da göz atabilirsiniz. Bir Yolcu.

Bizleri instagram üzerinden de takip edebilirsiniz.

Yazar-Çevirmen Fransızca Öğretmeni

Yazarın Profili
İlginizi Çekebilir
Deneme: İnsan Düşününce

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir