1. Anasayfa
  2. Öykü

Bir Tutam Umut

Yazan: Zeynep K.


2

Bir Tutam Umut

Elindeki kâğıt helva paketini büyük bir itinayla açarken; “Küs müyüz?” dedi. “Çocuk muyuz?” diye karşılık verdim. Belki daha uzun ve olayı hafifleten bir cümle kurmam gerekiyordu. Fakat ben, detaylandırılmış şeylerden fena halde sıkılmıştım. Gelişine oynamak istiyordum. Kontra atağa çıkmak, ilk vuruşta topu ağlarla buluşturmaktı niyetim. Fakat ne mümkün! Tam orta sahadan, var gücümle ceza sahasına yönelmişken ayağıma seksen kiloluk bir ağırlık oturuyor. Bana da; yüzümü kollarımla kapatıp gizlediğim acı dolu bir yüzle, sedye seyahati düşüyordu. Hayatı boyunca yaptığı işlerde dikiş tutturamamış, tutan dikişi de itinayla patlatmış biri olarak, toplum tarafından yüzsüz damgası yemiş ve yine de ders almamıştım. Onlar böyle istiyor diye ben, o dersi hiçbir zaman almadım. Akıllanmadım yani… Bugün, sahilde ağaçtan okumu bilerken bunları düşündüm. Az sonra büyük bir panayır alanı beni bekliyor. Bense gardımı çoktan aldım. Safiye Halam kim bilir hangi suçunu örtmek için arkama saklanacak? Bizde işler ters ilerliyor, benim böyle olmama şaşmamak lazım. Halam ailemizin en büyüğü, biraz tez canlı ve ürkektir. Kimseye zararı dokunmaz. Bir tek annemle geçinemez. Onu hiç sevemedi. Yine de ağlarken görse, gider yanına sokulur; “Ağlama Adalet, ağlama bak sana şeker veririm. Kimseye söyleme ama tamam mı? Çocuklar sonra çalarlar, başka kimseye vermem” der ve karnına doladığı basma güllü peştamalının içinden renkli kâğıtlara sardığı taştan şekerlerden uzatırdı.  Beş dakika sonra da yaptığından pişman olup, “Adalet şekerimi yedin mi? Ben sana onu ye diye vermedim ki. O benim, geri ver çabuk.” derdi. Annem üzülür, bir ağlama daha tuttururdu. Halam da bunun üzerine; “Şaka yaptım Adalet, şaka. Bir tane daha vereyim mi?” deyince hıçkırıklara boğulur. Halam ise şekeri beğenmedi sanıp, başka başka renklerle şansını denerdi. Sırtı sürekli eğildiğinden kamburlaşmaya yüz tutmuştu. Duruma müdahale etmem gerektiğini düşündüm. Birkaç kez oklava talimi yaptık beraber. O her seferinde kaçmaya çalıştı; bense, sırtını dik tutmasını sağlayarak iki kolu arasına oklavayı sıkıştırıp yürütmeye çalışıyordum. Yine böyle bir anda elinde altın kabuklu çikolatalarınla kapıyı açtığında, başına aldığı oklavanın darbesiyle kontrolünü kaybedip kapının camından fırlayışını hiç unutmayacağım…

-Savunmasızız be baba, güçlüyüz sanıyoruz! Oysa en küçük darbe yetiyor yıkılmamıza. Ertelediğimiz her şey bir gün karşımıza dikiliyor. Sesimiz de soluğumuz gibi yüzüyor bir makinenin soluk ışığında… Beni buna iten şeyleri sen çok iyi biliyorsun; “Sen hiç kimseyi kaybetmedin, sanrılarınla gerçekleri birbirine karıştırma.” demiştin bana. Bense o kadar emindim ki her şeyi bildiğimden… Meğer her şeyi bildiğini sanmak, hiç bir şey bilmemek ile eş değermiş. Büyüyünce anladım. Akşamları gelmiyorsun artık. Beklemeyi bırakmadım yine de. Malum, biz yarım bırakmayı sevmeyiz. Eğer bir şey yarım kalacaksa ölüm gibi bir şey olmalı insanın hayatında.  Üstelik her şeyi bilmek de öyle çok matah bir şey değil; insanlar bundan pek hoşlanmıyorlar. Bildiklerim yüzünden bazen yüzüm kızarıyor, kendimi ele veriyorum. Çok fazla bilmemek lazım be baba. Sen çok şeyi biliyorsun, ama sevmeleri yarım bırakıyorsun. “Çok seversem giderler.” diyorsun. Yanında duranları da, daha en başından saha dışına gönderiyorsun. Bir yerde daha okumuştuk, hatırlıyor musun? “Hayat üç gün, o da bugün” diye... Bence hayat; ne o kadar kısa, ne de uzun… Canının acısı neredeyse hayat orası, içini kıpır kıpır eden ne varsa hayat o kadarcık. Bugün benim canım; işte bu seksen beş ila altmış beş sayılarında müzik melodilerinin kımıltısını anımsatan bu yeşil ışık kadar… Şimdi, altmış saniye boyunca senin için kalp atışımı sayacağım, rekabet önemli neticede. Ben küçükken de böyle yarışırdık seninle, unutmuş olamazsın. Merak mı ettin? Tabi ki söylemeyeceğim. Ben seninkileri duyuyorum diye kıskanma. (Derin bir iç geçirerek ve etrafıma bakınarak devam ettim.)  Bu tür davranışlar da, bulaşıcı bir alışkanlık olsa gerek. Bütün filmlerde aynı kare; yeşil önlüklü, beyaz maskeli, kafası yeşil insanlar. İhmal ettikleri zamansız anıları. Belki biraz gözlerde yaşlar; bilirsin işte. Senin zamanlaman hep kötüydü be baba. O kadar acelene rağmen hep geç kalmayı başarırsın. Ben mi, ben giymedim tabi ki! Bu aralar muhalefet olmayı deniyorum. Farklı kişilik özellikleri geliştirmek niyetim. Annem daha iyi bilir, soranlara boş işler müdürü dediği için. “Hasta ziyareti diyorlar kısa olur.” Bu insanlar ne çok konuşuyorlar. Maşallah her duruma da yakıştıracak bir söz mutlaka buluyorlar. Bizi fazla bekletmeyeceğini biliyorum. Umut tohumu ekmeyi öğrettiğin günlerden geliyorum. Bizim tohumlarımız ne olursa olsun fidana dönüşür mutlaka. Şayet dönüşmezse, içi kurtlu olduğundandır. Hala Can, beni bekler. Söz verdim ona, bugün beş taş oynayacağız. Sen de bizi çok bekletme…

Oturduğum yerden yavaşça kalktığımda terlemiş olduğumu fark ettim. Otomatik kapı ona yöneldiğimi görünce hemen açılıp beni uğurladı. Hep düşünmüşümdür eve de böyle bir şey yapmak lazım diye. Çünkü halam; kazara sokağa çıkıp dışarıda kalırsa, geri döndüğünde kapının önünde dikilip kendi kendine açılmasını bekler. Açılmayınca da önce kaşları çatılır, dudakları büzüşür, gözlerinin yuvalarında değişiklikler meydana gelir. O bunlarla yetinmez tabi. Sokak kapısından fırladığı gibi yokuş aşağı koşarak bir iki dakika hangisini alsam diye düşündüğü birkaç taşla geri döner. Döndüğünde “Bak kardeş, bunları taze topladım. Köyde bile bulamazsın. Taş gibi mübarek. Alıver bakalım. Adaaaleett bozuk para getir, satıverdim patatesleri.” diye bağırır. Biz de, camı kırma operasyonunu böylece ucuz atlatmış olurduk. İyi ki de unuturdu halam. Yine de doktor; hafızasındaki bazı şeylerin hâlâ onu rahatsız ettiğini söylediğinde anlam veremesem de, garip bir şekilde artık anlıyorum. Bazı şeyler durumları doğru okuyabilmekte gizli.  Babam anlatmıştı; ağustos sıcağının beyinlerini kaynattığı bir gün, halam ve üç arkadaşı tarlada saklambaç oynamaya kalkıp üstelik saklanma telaşıyla tarladaki mahsulün yarısını ezmek suretiyle haşat etmiş.  Buna sinirlenen babam, küreği defalarca halamın başına indirince, durumlar tersine dönmüş. Halam da bu hale gelmiş. Kontrolsüz yapılan her şey başa bela olmaktan öteye geçemiyordu işte böyle. Bir otomatik kapıyı daha geçtim mi bu iş tamamdı. Dışarının serin rüzgârı saçlarımla oynamaya başladığında, önce bir taksi bakındım. Sonra buna gerek duymadım, yürüyerek gidebilirdim. Karşıya geçmek için başımı sağa çevirdiğimde ise yol kenarında bir kaplumbağa gördüm. Karşıya geçmeye çalışıyordu. Ona yardım etmek istedim ve ilk totemimi tuttum: ‘Eğer kafasını kabuğundan çıkarırsa bugün harika bir gün olacaktı.’

“Nanini nanii naniiii” halam ayağında kırmızı terlikleri, üzerinde beyaz bir elbise, kulaklarının ardına sıkıştırdığı gülkurusu tülbendiyle; kuruyan su kuyusunun üstünde hem ayaklarını sallıyor, hem de çıkardığı bu sesin adeta keyfini çıkarıyordu.  Beni görünce yüzü biraz daha aydınlandı. Etrafına bakınarak gel gel diye işaret etti. Kimsenin görmesini istemiyor gibiydi. Yanına doğru gittiğimde, elimi tutup benden güç alarak kuyunun tepesinden aşağı indi. Sağını solunu bir kere daha kontrol ettikten sonra, kuyunun kapağını kaldırıp içinden altın kabuklu bir sürü çikolata çıkardı. En sevdiği çikolatalardı bunlar. Babama olan hırçınlığından götürüp çöpe attığını sanırdık. Meğer hepsini saklamış. Bugün hepsini olmasa da, eliyle nefis işareti yaparak yarısını yedi. Ağzı yüzü çikolata olmuştu.  Arta kalan kabukları düzleştirdikten sonra, defter arasına saklayıp günü tamamladık. Babamın kafasını kırarak ödeşmişti kendince halam. Sonra avucumdaki bir tutam suyla, ağzını yüzünü yıkayıp halamı yatırdım. O da siren çalmaya devam etti.

Salondaki kanepeye oturduğumda, aklımdan bir sürü şey geçiyordu. Sonra kitaplıkta, arasında papatyalar uyuttuğum o kitapla göz göze geldik; ‘Yetişkin bireyler, çocukluklarında yaşadıkları travmaların acılarını başkaları üzerinden çıkarmaya meyilli olduklarından, kimi zaman bu durum rüyalarında o kişiyi öldürdüklerini görmeye kadar gider.’ Alice Miller, Yetenekli Çocuğun Dramı isimli kitabında buna benzer bir cümle kurmuştu. Bense hem hayret etmiş, hem de okuyup geçmiştim. Hayatta öylesine yaptığım o kadar çok şey biriktirmişim ki onlardan kurtulmam kolay olmayacaktı. Hızlıca, kendime izci sözü verdiğim o kararı aldım: Artık hiçbir şeyi öylesine yapmayacağım gibi, öylesine de okumayacaktım. Bir şeylere uyanmak için başıma gelmesini de beklemeyecektim. Belli ki bilinçaltı hep uyanık kalıyordu…

İkinci totemi pencerenin önünde tuttum. Eğer bugün caddeden beş tane beyaz otomobil geçerse beklediğim telefon gelecekti. Akşama kadar saydım bir tane beyaz araba geçti. Bugün totem için uygun bir gün değildi anlaşılan. Bir ay sonra akşama doğru babam taburcu oldu. Geri döneceğine adım gibi emindim. İyi şeylerin olması için toteme gerek yok dedim sonra. İyi şeyleri ısrarla çağırdığında mutlaka davete icabet ediyordu. Üstelik denemesi bedavaydı. Kampanyalı hayatımıza, bir kampanya da ben yapmıştım o kadar.  Fakat ne çare ki kötülükler yakamı çekiştirmeyi bırakmıyordu. O günü hiç unutamıyor ve  alayını bir kibritle yakmak istiyordum.  Kocaman koltuğunda göbeğinin üzerinde kavuşturduğu elleriyle, küçümser bakışlar fırlatan okul müdürüne ben de aynı bakışları fırlattım. “Şimdi Umutcuğum, okulun kurallarını biliyorsun.” diye söze başladı. “Okula kabul edilmiştin fakat babanla yaptığımız konuşmada senin hakkında edindiğim izlenim maalesef olumsuz. Bu dönem seni İngiltere’ye gönderemem. Belki başka sefere babanı ikna edersen ve iyi de bir adam olursan tekrar düşünürüz.” Dişlerimi sıkarak, merdivenleri koşar adım indim. İyi bir insan olmak; insanların senin önüne koydukları sınırlara bağlıydı. Yapıp denize atılacak kadar önemli olması da kimseyi ilgilendirmiyordu. Babama sahile gelmesini söyledim. Asfaltın üzerinde deli gibi zıplamak geliyordu içimden, avazım çıktığı kadar da bağırmak. “Ne demek kabul edilmedin, ne demek ya ne demek?” Hıncımı hiçbir şey dindirmiyordu. Sahilde bir taşın üzerine oturup elimdeki dal parçasını soymaya başladım. Yanı başımda bir gölge belirdi. O an anladım ki; babalar evlatlarının en büyük gölgesiydi. Bunu daha önce anlamıştım aslında. Fakat insan bazen ne kadar sevildiğini görmek istiyor. Belki içten içe; engellenmek ve söz hakkı vermek istiyor. Sorun şu ki; Ben o gölge yokken zaten eksiktim. Bu yüzden, içimde kaynayan volkana rağmen neden diye sormaktan vazgeçtim. Bir kâğıt helvanın kokusu uzandı burnumun tam önüne. İlkokula başladığımda babamın parası çıkışmadığından yüz kızartarak rica minnet aldığı helvanın yarısını bölüp, canı ister diye babama vermiştim. Bütün sinirime rağmen bir gülme tutmuştu beni şimdi. Çünkü babam yaptığım şeyin şaşkınlığından yere düşürünce helvayı, çeyrek helvaya talim etmiştim.  “Ben” dedi babam, “Yirmi yıl önce bir tutam Umut ektim ömrüme, öyle ne olduğunu bilmediğim bir yere gönderemezdim. Eğer birilerine hayat verebiliyorsan bulunduğun yerde, orada kalabilmelisin. Asıl cesaret budur. Ben sana ne derim hep ‘Kazandıkların, kaybettiklerinden ağır değilse o topa hiç girme. Belki gol olur, ama kalbin burkulduğunda yanında kimseyi bulamayabilirsin. Halan seni çok özler. Bir tek sen varsın onun için.  Asıl önemlisi de; umutlu olmak güzel şey oğlum, insan umutsuz nasıl yaşar ki? Bunu bilmediğim ve kaçırdığım her şey için kusura bakma evlat.” dedi. Hiçbir şey söylemedim. Biraz bekledikten sonra; “Küs müyüz?” dedi. “Çocuk muyuz? dedim…

Sitemizdeki diğer öykülere de göz atabilirsiniz. 

Bizleri instagram üzerinden de takip edebilirsiniz.

Bir Tutam Umut

İlginizi Çekebilir

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yorumlar (2)

  1. Umut’un yolculuğuydu okuduklarım…Bir günü…geçmişi…geleceğiydi.Yazmışsın zaten, ‘hayat üç gün,o da bugün’ …Tek çocuklu ailelerin ,her şeyin anlamını yükledikleri biricik evlatları,’Gitmelerden korkmalar’….
    Gel de yükleme diyor içimdeki ses!
    not: Senin yazılarını oturarak okumak gerektiğini zaten çoktan öğrendim ben.
    not2:Safiye Hala’mızın verdiği taş şekerlerden isterdim..Ne çok anlamı vardır onların kim bilir?

  2. Tek çocuk olmak dünyanın en zor seylerinden biri sahiden . Anne babaya ayrı evlada daha ayrı … Bu arada söz sana bir gün güle oynaya okumalık birşeyler yazmaya çalışacağım 🙂 o içi taş dışı renkli yalancı şekerler bazı insanlar için dünyanın en gerçek şeyi belki bir gün senin de eline geçer kimbilir …. Seygiyle kal ??

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir